28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 6 TEMMUZ 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Biz Diz Çöktükçe… Türkiye’ye diz çöktüren kimlerdir? 1950’den itibaren Atatürk Devrimi yolundan saptık, kısmi karşıdevrim yoluna girdik. Çokpartili düzene geçince, 1950’den başlayarak büyük bir inat ve tutarlılıkla her seçimde şeyh ve ağaların desteklediği kısmi karşıdevrim partilerini kazandırdık (çokpartili düzenimizin tunç kanunu). Batılılar da bu gidişi canı gönülden desteklediler, aferin dediler. Biz de çok sevindik aferinleri aldıkça. Ve işte o kısmi karşıdevrim yolu, yani şeyh ve ağalar, bizi bugünkü diz çökme konumuna getirdi. medi. Borca battık. Yetmedi, borçkolik olduk. Borçkolik olmak, bir borç daha almazsam ölürüm korkusu içinde yaşamak demek. Yeni borç getirenleri kurtarıcı diye baş tacı etmek demek. Bir borç daha ver diye sürekli yalvarmak demek. Diz çöküşümüzün ikinci nedeni bir kurtuluş, bir cennet yolu diye tasarladığımız Avrupa Birliği’ne girmek için yalvarıyoruz, ayaklarını öpüyoruz. Onlar da bizi itip kakıyorlar. PENCERE Gebelik!.. Diyanet İşleri Başkanlığı önemli bir hutbe yayımlayarak dedi ki: ‘‘Toplumal değişmeyle birlikte dini hassasiyetin de zayıflamasıyla, düğünlerimizin şekli de değişmeye başladı. O nezih eğlencelerin yerini, salonlarda yapılan, çoğu zaman da kulakları tırmalayan uğultulu müzikler eşliğinde danslar ve çılgınlığa kadar uzanan eğlenceler aldı. Düğünler içki içmek için bir vesile sayıldı. Bunun karşısında da müzik ve eğlence karşıtı uzun sohbetler ve mevlit içerikli düğünler oluştu.’’ Yerinde bir gözlem... ? Eskiden Anadolu’daki töresel düğünler dışında çiftlerin evlenişi nasıl kutlanırdı?.. Büyük kentlerin otelleri, gece kulüpleri, düğün salonlarında orkestranın çaldığı vals, tango, fokstrotla dans edilirdi. Batı’dan yansıyan adap ve erkân içinde gerçekleşen eski düğünler bugünkülerin yanında sönük mü sönük, ciddi mi ciddi, renksiz ve kokusuz sayılır... ? Bugünkü düğünlerin egemen dansını vurgulayan sözcük nedir: Kıvırmak!.. Kadınlar bir yana, cümle erkeklerin eski köçeklere taş çıkaran biçimde piste fırlayıp kıvırmaya başlamasının toplumbilimsel anlamı nedir?.. Tutuculuğu bir yana bırakarak tarafsız bir gözlemle değişimi dile getirirsek diyebiliriz ki Anadolu toplumu töresel zincirlerinden boşandı... Kendi halinde, hatta ‘mazbut’ ailelerin bütün fertleriyle piste fırlayarak teknolojinin son model aygıtlarıyla yankılanan yarı alaturka yarı alafranga, bir çeyrek arabesk, bir çeyrek modern oyun havalarında havalanıp ortaklaşa kıvırmaya başlamaları son yılların en çarpıcı toplumsal devrimidir... ? Kimin kimle dans ettiği belirsiz ortaklaşa oyunların kıvırmasında kurtlarını döken halkımızın dönüşümünü hayra mı yoralım?.. ‘Diyanet İşleri Başkanlığı Hutbesi’nin öğüdü: ‘‘İnsanımızı eğlenmekten tamamen vazgeçirmek yerine, milli ve dinen meşru sayılan eğlenceleri seçmelerinin tavsiye edilmesi gerekir.’’ Zor iş... İnsanımız kıvırmanın tadını aldı bir kez... Eskiden törenin, dinin, geleneğin ‘‘ağır ol molla desinler’’ kuralı geçerliydi; kadınların ‘‘hanım hanımcık’’ yerlerinde oturmaları kanun hükmündeydi... Geçti mi o günler?.. ? Türk insanı değişimin çelişkilerinde kıvranıyor... Değişim çok hızlı... Toplum geriye mi savrulacak?.. Yoksa bugün yaşanan karmaşa va kargaşadan oluşan gebelik daha ileri bir yaşam biçimine aşılanan nur topu bir yavru mu doğuracak?.. Türkiye gebe... İlk Şiirler Hep Karamsardır ‘‘Bıktım artık hayattan bir beladır yaşamak’’ Sekseni bulmuş biri mi yakınıyor? Bıkkınlıktır, umutların yok oluşudur insanı böyle söyleten! Zaman zaman birtakım nedenler, olaylar bireysel kırgınlıklardır, yaşamayı bir ‘bela’ sayan! Ama, on sekiz yaşındaki bir genç böyle derse, böyle yazarsa, hele edebiyata heves ettiği bir dönemde yaşamak istemediğini dizeleriyle dosta düşmana, en başta kendine duyurursa!.. Saadet Altay’ın ‘‘Ünlülerin İlk Yazıları’’ (Gür Yayınları) kitabını karıştırıyorum, ilk yazılar, ilk denemeler, ilk arayışlar... Sait Faik’in ‘‘Uçurtmalar’’ adlı kısacık öyküsü! Orhan Kemal’den Tahsin Yücel’e, Adalet Ağaoğlu’ndan Zeynep Oral’a, Bülent Ecevit’ten İlhan Selçuk’a, daha nice ünlülere uzanan bir liste... Edebiyat tarihimiz için yararlı bir belge. Nerde, nasıl başlamışlar yazıp çiziktirmeye? Zamanla nasıl olgunlaşmışlar, nasıl ilk acemiliklerden kurtulmuşlar?.. Önce şiirdir en kolayı, en yaygını şiirdir. Hiç şiir yazmamış insan var mıdır? Hemen her duyarlı kişi gençliğin ilk yıllarında kendini anlatmanın yolunu dizelerde bulmuştur... Kitabın önsözünde Saadet Altay da buna değinmiş: ‘‘Dikkatinizi çekecek bir başka nokta, gerek günlük gazete yazısı alanında, gerek eleştiri, roman, öykü gibi dallarda ünlenmiş yazarların ilk imzalarının bir şiirin altında görülmesidir.’’ İlginç bir örnek! Tanınmış yazarımız Çetin Altan da önce şiirle başlamış... 18 yaşında yazdığı ‘‘Mezar Taşı’’ şiirini ‘‘Çınaraltı’’ dergisine yollamış: ‘‘Her mezar taşı bazan / Bir ruhun aynasıdır / İki üç laf, bir tarih / O ömrün manasıdır Bıktım artık hayattan / Ki, beladır başıma / Benim de öldüğüm an / Yazacaklar taşıma Göçtü gitti bilmeden / Nedir hayatın tadı / Göz yaşını silmeden / doğdu, gezdi, yaşadı.’’ (14 Ağustos 1943) Nice beladan, üzüntüden, sıkıntıdan geçip gitmiş bir yaşantının ardından, şimdi seksen yaşındaki dostum, bu şiiri için bilmem ne düşünür? Niye o genç yaşta böylesine karamsar oluruz? Hepimizin yaşadığı bir ruh hali mi? Çetin Altan’ın şiirine ‘‘Çınaraltı’’ dergisi hepimize ders olan şu yanıtı vermiş: ‘‘Bıktım artık hayattan, diyorsunuz. Acaba kaç yaşındasınız. Otuz var mı? Zannetmem. Öyleyse ne çabuk bıktınız? Hayat güzeldir. Onu çirkinleştiren biziz. Hayatı güzel görmeye çalışın. Hayatın iyi taraflarını görün. O zaman şiirleriniz daha güzel olur.’’ On sekizindeki Çetin Altan şimdi yok, ama seksenindeki Çetin Altan yaşıyor, yazıyor, yaşamın güzelliklerini tadıyor, bizlere duyurmaya çalışıyor. Nice yıllara, nice yazılara, şiirlere... Prof. Dr. Sina AKŞİN Kim diz çöktürüyor? Alevi sorunlarını dayatmayacağının bir güvencesi olabilir mi? KKTC’nin yok edilmesi zaten uzun süredir gündemlerinde. Türkiye’ye diz çöktüren kimlerdir? 1950’den itibaren Atatürk Devrimi yolundan saptık, kısmi karşıdevrim yoluna girdik. Çokpartili düzene geçince, 1950’den başlayarak büyük bir inat ve tutarlılıkla her seçimde şeyh ve ağaların desteklediği kısmi karşıdevrim partilerini kazandırdık (çokpartili düzenimizin tunç kanunu). Batılılar da bu gidişi canı gönülden desteklediler, aferin dediler. Biz de çok sevindik aferinleri aldıkça. Ve işte o kısmi karşıdevrim yolu, yani şeyh ve ağalar, bizi bugünkü diz çökme konumuna getirdi. İlk başta değindiğim araştırma merkezleri, üniversiteler Ermeni sorununun tarihi üzerinde çalışmalar yürütüyorlar, bilimsel toplantılar düzenleyip yayınlar yapıyorlar. Bu çalışmaların ışığında Batı’da bir propaganda etkinliği yürütülmeye çalışılıyor. Amaç Batılıları ikna etmek. Bunun çok yararlı, mutlaka gösterilmesi gereken bir çaba olduğu kuşkusuzdur. Bu çabalar sadesinde belki Batı’daki bazı kişiler, namuslu kimi bilim adamları ikna edilebilir. Ama bana öyle geliyor ki, diz çöktüğümüz sürece Batı devletlerinin bize karşı güttükleri siyaseti tersine çevirmek olanaksızdır. Türkiye ancak borçkoliklikten kurtulunca ve Avrupa tutkusundan vazgeçince, yani diz çökmeyip ayağa kalktığı zaman, parlamentoların tarih üzerine fetva vermek azgınlık ve maskaralığı son bulabilir. Demek ki işin püf noktası diz çökmemekte. Ama öyle görünüyor ki şeyhlik ve ağalık düzeninin (yani karşıdevrimin) hükümetlerinin harcı değildir diz çökmemek. O işi ancak gerçek Atatürkçü bir hükümet başarabilir. S on yıllarda stratejik araştırma merkezlerimiz çoğaldı. Kimileri bir üniversiteye bağlı, bağlı olmayanlar da var. Bu merkezlerde ve genellikle üniversitelerde Türkiye’nin ve uluslararası düzenin sorunları irdeleniyor. Tabii ele alınan konuların başında Batılıların bir dogma düzeyine yükseltmekte oldukları, 1915’te Osmanlı hükümetinin uygulamış olduğu tehcirin bir soykırım olduğu yönündeki iddia gelir. Bilindiği üzere Batı ülkelerinin (Latin Amerika da bunun içindedir) yasama meclisleri son yıllarda birer birer Ermeni tehcirinin soykırım olduğu yönünde karar almaya başlamışlardır. ABD’de eyalet meclislerinin çoğunun bu yönde karar aldıkları söyleniyor. Federal Kongre’nin henüz böyle bir karar almamasının salt ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinde şu sıralar zorluk çıkmasın kaygısından kaynaklandığı anlaşılıyor. Daha da ötesine gitmeye başladılar, önce İsviçre’de, sonra Fransa ve Belçika’da Ermeni soykırımını kabul etmemenin ceza yaptırımına bağlanması söz konusudur. Parlamentoların soykırım kararları önlenemez biçimde nasıl bütün Batı dünyasına yayıldıysa, ceza yaptırımlarının da, belki daha sınırlı olarak, yayılması beklenebilir. Batı’nın Türkiye’ye karşı kampanyası bununla sınırlı değil. Şimdi bir de Pontus soykırımı iddiası hazırlanmaktadır. Bu iddianın da tıpkı Ermeni soykırımı iddiası gibi Batı ülkelerinde iltifat görüp yayılacağından kuşku duyulmamalıdır. Bu işin Ermeni ve Pontus iddialarıyla sınırlı kalabileceği düşünülebilir mi? Batı Kürt konusunu da parmağına dolamamış mıdır? Sorundan nasıl kurtuluruz? Batı’nın bize karşı kullandığı “sopalardan’’ en “gelişmişi’’ olan Ermeni soykırımı sopasını düşünelim. Batı’nın bu konuda tatmin olması nasıl sağlanacaktır? Evet, soykırımı kabul ediyoruz desek, hükümet bir açıklama yapsa, TBMM karar alsa, ders kitaplarına Ermeni soykırımını yaptık diye yazsak, Batı tatmin olacak mı? Tazminat talepleri gelmeyecek mi? Batı’nın ‘tamamen’ tatmin olması, bizim de bu sorundan tamamen ‘kurtulmamız’, “oh” diyebilmemiz için Kuzeydoğu Anadolu’nun önemli bir bölümünü (Sevr Antlaşması bu bölgenin nereleri kapsayacağı konusunda bir fikir verebilir) Ermenistan’a armağan etmemiz gerekmeyecek mi? Ama bakarsınız, iş o kerteye geldiğinde, bu sefer Güneydoğu Anadolu, Kilikya diye tutturabilirler. Tutturmayacaklarının güvencesi var mı? “Kurtulmak’’ zor gibi görünüyor. Çünkü bizim günahımız büyük. Gelmişiz Orta Asya’dan, Hıristiyan olan Ermeni, Rum, Bulgar, Sırpların yurdu Anadolu ve Rumeli’yi fethetmişiz. Bu halklar, bütün Batı ile birlikte bu işi tersine çevirmek için yüzyıllardır uğraşıyorlar. Tam Sevr ile işi bitireceklerken, Doğu Trakya ve Anadolu Türklüğünü boğacaklarken, karşılarına Kurtuluş Savaşı ve Lozan çıkmış. Onlar için ne büyük düş kırıklığı! Ama şimdi ellerine bir fırsat geçti. Çünkü koca Türkiye Batı’nın önünde diz çökmüş, yalvarıyor. Batı bizi itip kaktıkça, daha çok yalvarıyoruz. Niye diz çöktük, niye yalvarıyoruz ? Çünkü Batı’ya borçlandık yet TC’nin Kilit Taşı: Laiklik Hem türban serbest olsun, hem de laiklik yerinde kalsın, diyemezsiniz. Her şeyden önce laiklikle çatışırsınız. Türban şer’i devleti arzu etmenin açık bir göstergesidir. Bu düşüncemi, her seviyedeki yargı organı teyit etmektedir. Ben de zaten hukuki dayanağa göre ifade ediyorum. Mehmet Selim OKÇAY K emer şeklindeki yapıların, örneğin köprülerin, menfezlerin tam orta kısmındaki taşa, kilit taşı denir. Bu taş, yapının ayakta durmasını sağlar. Köprü üzerine binen yük, her iki ayağa, kilit taşından itibaren dairevi kemer sayesinde, intikal ettirilir. Kilit taşı yerinden oynatılırsa köprü yıkılır. Onun için çok önemlidir. TC Devleti’nin kilit taşı da laikliktir. Laiklik yerinden sökülürse TC Devleti de yıkılır. Evet, yıkılır. Yerine şer’i devlet gelir. Hem türban serbest olsun, hem de laiklik yerinde kalsın, diyemezsiniz. Her şeyden önce laiklikle çatışırsınız. Türban şer’i devleti arzu etmenin açık bir göstergesidir. Bu düşüncemi, her seviyedeki yargı organı teyit etmektedir. Ben de zaten hukuki dayanağa göre ifade ediyorum. Sayın Başbakan da, ‘‘Ben laik değilim’’ diye rek, fikrini açık açık beyan etmiştir. Yani karısının ve çocuklarının türban takmasını istiyor ve taktırıyor. Laik devletin, laik olmayan, başka bir deyişle, laikliği benimsemeyen bir başbakanı var. Onun için Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, resmi resepsiyonlarda, eşlerine türban taktıranların eşlerini davet etmiyor. Meclis Başkanı, Başbakan, bakanlar eşsiz geliyor, 510 dakika kalıp ayrılıyorlar. Onlar da tepkilerini böyle gösteriyorlar. Bir garip durum. Birisi, ben böyleyim, beni halk seçti, diyor. Diğeri bu anayasal düzene aykırı, diyor. Ortada bir yanlışlık var. Demek ki anayasa yetersiz kalıyor; kanunlar yetersiz kalıyor: Mademki türban şer’i devleti arzu etmenin bir göstergesi, öyle ise yasalara, başta anayasaya bunu önleyici hükümler konulması gerekir. Böylece devletin tepesinde, resepsiyonlardaki bu son derece çirkin durum, önlenmiş olur. Şimdi, düşünüyorum, Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Genelkurmay Başkanı, yurtdışı temaslarında herhalde zor durumlarda kalıyorlardır. Bu nasıl iş, bir yandan biz laik ülkeyiz, diyorsunuz, bir yandan da başbakanınızın, bakanlarınızın çoğunun eşleri türbanlı, bu bir çelişki değil mi, diye soruyorlardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, Türkiye’deki tüm yargı kararları, devlette ve kamu kurumlarında memurların türbanlı olmasını yasaklarken nasıl oluyor da başbakanınızın eşi türbanlı oluyor, diye yönelttikleri soruları cevaplandıramıyorlardır herhalde. Türbanlı olarak üniversitelerimize kız öğrenciler alınmıyorlar. Devlet dairelerinde, resmi müesseselerde türbanlı olmak da kabul edilmiyor. Çünkü türban, yargı kararlarında, laik düzene bir başkaldırı ma hiyetinde algılanıyor. Bunlarla ilgili olarak yargı organına başvuruldu ise de yargı, birçok seviyede, anayasal düzen ve TC’ye hayat varen hukuk kuralları karşısında bu uygulamanın yerinde olduğunu kabul ederek davaları, reddettiğini biliyoruz. Hatta aynı şekilde İnsan Hakları Mahkemesi dahi TC Devleti’ne hak verdi ve bu tür uygulamayı yerinde buldu. Birçok Avrupa ülkesinin yargı organları da bu tür başvuruları reddetmiştir. Gelgelelin Meclis Başkanı’nın eşi, Başbakan’ın eşi ve çocukları, birçok bakanın eşi, hatta AKP’lilerin çoğunun eşleri türbanlı, Meclis Başkanı, Başbakan, bakanlar, devletimizin üst kademelerinde resmi görevlerde olan kişiler resmi toplantılarda, resmi ilişkilerde türbanlı eşlerini yanlarında bulunduruyorlar. Memuru türbanlı olamıyor, Başbakanın eşi türbanlı oluyor... Bu bir çelişki değil mi? Bu yanlış değil mi?.. Yanlışlığın nereden kaynaklandığını, şimdi açıklıyorum. Sanırım bana katılacaksınız. Memur için, üniversite öğrencisi için yargıya gidildi... Ama Başbakanımızın, Meclis Başkanımızın, ba kanlarımızın yukarıda belirttiğimiz uygulamaları için hiç yargıya gidilmedi ki.. Gidilse, hiç yargı organı, böyle devam edin, der mi? Peki, yargıya kim gidebilir?.. Bence, herkes... Çünkü, beni temsil etmiyorlar mı?.. Bunlar milletin görevlendirdiği görevliler, değil mi?.. Öyle ise herkesin dava açma hakkı vardır, kanısındayım. Veya kural koyarsınız, bunların seçilmelerini önlersiniz. Yine demokrasi yolu ile elbette. Türban TC’nin karşısına üç kaynaktan çıkmaktadır. Bunlar tarikatlar, imam hatip liseleri ve Kuran kursları. İşte, bunun için tarikatlar devlet kontrolü altına alınmalıdır. İmam hatip liseleri ve Kuran kursları kapatılmalıdır. Din eğitimi, herkesin mensup olduğu dine göre, laik okullarda, 15 yaşından sonra verilmelidir Bunu yapmadığınız takdirde, şimdilik, imam hatip liselerinden mezun olan insanlar, yani laik olmayanlar laik devleti idare ederler, laik devletin kurumları ile çatışırlar. İleride de sakalı göbeğinde, başında yeşil takke olanlar ülke yönetimini alırlar. Yani kilit taşı sökülür. Silahlı Kuvvetler Karşıtlığı Aydın OLGUN on günlerde ülkemizde bir asker karşıtlığı ve bunun yanı sıra bir genç subaylar korkutmacası yaşanıyor. Ülkemizdeki asker düşmanlığının altında AB’nin yattığına hiç kuşku yok. AB’nin gayretlerine Türkiye’deki şeriatçı kesimin de destek verdiği inkârı güç bir olgudur. Şeriatçı kesim her vesileyle orduyu yaralamaya çalışıyor. Medyamız da bu olayların içinde. Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök Genelkurmay Başkanlığı’nın, yetkilerini kullanmayan görevlilerle ilgili açıklamasının muhatabının hükümet değil, ‘‘Genç Subaylar’’ S olduğunu öne sürüyor! Tempo dergisinin 23 Mart 2006 tarihli nüshasında genç subayların MHP’li olduklarından söz ediliyor. Aynı derginin 6 Nisan 2006 tarihli nüshasındaki bir yazıda ise ‘‘Silahlı Kuvvetler’den yakında ‘Cumhuriyet feda edilemez’ sesleri yükselirse şaşırmayın’’ deniliyor. Bu genç subaylar gevelemesinin 27 Mayıs’taki genç subaylardan kaynaklandığına kuşku olmasa gerek. Ancak şeriatçı çevreler genç subayları suçlarken büyük bir hata yapıyor. Genç subayların, hatta yalnız onların değil, içinde yer aldıkları TSK’nin, Cumhuriyetin, laikli ğin ve Atatürk ilkelerinin yılmaz bir savunucusu olduğunu hatırlamak bile istemiyorlar. Şeriatçılar bunu bilerek yapıyorlar, genç subayları TSK’nin ana gücünden ayrı bir topluluk gibi göstererek TSK’yi bölmeyi ve parçalamayı amaçlıyorlar. Kısacası son derece sinsice, ancak tutması imkânsız ‘‘hainane’’ bir planı uygulamaya çalışıyorlar. İç ve dış güçlerden destek alan şeriatçı kesim, Türk ordusundan korkmakta son derece haklıdır. Türk ordusu şeriatçı padişahları tahtlarından indirmiş, 31 Mart isyanını bastırmış, ülkeye anayasal düzeni getirmiş, Çanakkale zaferini kazanmış, büyük önder M. Kemal’in komutasında yüzbaşıdan alay, binba şıdan tümen, albaydan kolordu ve ordu komutanları ile İstiklal Savaşı’nı kazanmış, Lozan’ı gerçekleştirmiş ve laik Cumhuriyeti kurmuştur. Genç subayların komutasındaki Türk ordusunun giriştiği bu hareketlerin tek hedefinin ülke bütünlüğünü sağlamak ve anayasal düzeni ve insan haklarını korumak olduğu açıktır. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte bu görevlere ‘‘laikliği’’ ve ‘‘Atatürk ilkelerini’’ korumak da eklenmiştir. Burada önemle vurgulayacağımız bir olgu, harp okullarımızdan mezun gençyaşlı subaylarımızın tümünün aynı Atatürkçü kafa yapısına sahip birer genç subay olduklarıdır. CUMHURİYET 02 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear