03 Haziran 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 2 TEMMUZ 2006 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Mete Hoca’ya her dilde ‘Bravo’! G eçen nisan ayında, profesör Mete Sözen alkışlar eşliğinde bir ödüle kavuştu. Bu, hocanın aldığı ilk değil; ama, dünyanın en iyi deprem mühendisi sayılması bakımından tek idi. Kendi ülkesinin sunmadığı bir onuru, elli yıldır deprem mühendisliğinde sürdürdüğü araştırmalar, bilimsel etkinliklerden sonra Amerikalılar veriyordu. Mete Hoca, ‘‘20. yüzyılın en büyük deprem uzmanıaraştırmacısı’’ olarak 1. ci sıraya otururken San Francisco’da tören salonunu dolduran yüzlerce bilim adamı ayakta alkışa durdu; her dilde ‘‘Bravo’’ seslenişi salonu kapladı. Türkçedeki ‘‘Yaşa, Varol, Helal!’’ gibisinden ünlem seslenişi çıkaran ise olmadı. Mete Hoca, Indiana’daki Purdue Üniversite kampusundan bu ödülü almaya yola çıkacağı gün telefonda anlatıyordu. ‘‘Ülkemden bir ödül beklemiyorum’’ dedi, sesi hüzünlüydü, ‘‘Salt, olası İstanbul depremine ilişkin savlarımı, önerilerimi göz ardı etmesinler, yeter! İstanbul tehlike altında!’’ Dünyada deprem üzerine söz sahibi 3 büyük isimden biri olarak literatüre adı geçmiş Mete Bey, Purdue’nün dev hangar gibi laboratuvarından dışarıya adım atmayan hocadır. Bugüne dek, en son Başbakan Erdoğan’a özel sayısını ancak Purdue’nun öğrenci bir brifingin verildiği toplantı için işlerinin bileceği kadar ‘‘talebe’’ Türkiye’deydi. Sözen, bu toplantıda yetiştirmiştir. Sınıftan, Başbakan, İstanbul Anakent laboratuvardan evine, Canan Belediye Başkanı ve yetkililerin Hanım’ın bir incelikle onu önünde, İstanbul’un olası felaketini karşıladığı sofrasına gider, sonra anlattı. Böylece, ‘‘karamsar hoca’’ üst kattaki salon tarzı çalışma olarak ünlendi. odasına çekilir. Şamandıra salmış I N D I A N A P O L I S 1950’lerden bu yana, ABD’de bilimsel gibisinden dibi araştırmaları sürdüren midye, yosun Sözen’in dünyada biri bağlamış, yerinden Japon, diğeri Perulu kıpırdamaz bürokrat üç önemli isimle tipli, ağırbaş MAHMUT ŞENOL birlikte adı, sözü profesörlerden geçiyor. İstanbul değildir. Onu belki doğumlu Mete Hoca, her yerde değil, ama Robert Koleji mezuniyetinden dünyanın neresinde deprem olursa, sonra ABD’ye gelmiş, Türkiye’yle daha ambulanslar ulaşmadan orda bağınıysa asla kesmemişti. görürsünüz. Yakın tarihimizin Mühendisliğine karşın sanatla, trajedilerinden Gölcük, Düzce ve edebiyatla iç içeydi. Özellikle Bingöl depremlerinde kurtarma tarihe düşkünlüğüyle tanınıyor; evi çalışmaları başlamadan, Mete bir küçük resim sergisini, orta boy Hoca yine uçağa atlayıp soluğu bir kütüphaneyi, konuklara her ülkesinde almıştı. ‘‘Ben zaman Türk yemeği çıkan bir Indiana’dan Gölcük’e mutfağı, dostlarına hep açık ulaştığımda’’, diyor, ‘‘enkaz kapısıyla bir dergâhı andırıyor. kaldıracak araçlar henüz civar Türkiye dendi mi, gözleri parlayan illerden yeni geliyordu’’. Mete bir aydın, bir ‘‘demokratulusalcı’’. Hoca, bu depremlerin ardından bir Geçen yıl, Purdue’deki bir panele İstanbul depreminin olasılık Ermeni tezlerine yanıt için gelen hesaplarını yaparak Başbakanlık’a Prof. Türkkaya Ataöv’ü konuk rapor etmesi, tehlikenin etmek amacıyla Indianalı Türk büyüklüğünü kamuouyuna öğrenciler yer bakınırken, Mete açıklamasıyla tanındı. Mete Hoca, Hoca, ‘‘Ne gerek var?’’ dedi, ‘‘Türkkaya benim Robert’ten sınıf arkadaşımdır. Ona kalacak oda mı yok?’’ Türkkaya Hoca’yla Sözenler’de birkaç gün birlikte olduk, eşi Canan Hanım’ın sofrasına oturduk. Amerikan adı Joanne olan Canan Hanım, Mete Hoca’dan geri kalmıyor; Türkiye’yi, Teşvikiye’yi, bir de Söke’nin Doğanbey Köyü’nü emekliliğe gün sayıp özlüyordu. Mete Hoca’nın çocukluk arkadaşları arasında, şimdi aramızda olmayan bir ortak tanışımız da vardı. Cumhuriyet’in eski Dış Haberler şefi, rahmetli Ergun Balcı, hocayla arkadaştılar. Ergun Ağabey’le birlikte Babıâli’de geçen eski yıllarımdan ben, okulda geçen günlerindense Mete Hoca, söyleşmiştik. Ben falancadan söz açarken onu da tanıyor olması, filancaya lafı getirirken mutlaka ortak bir tanışıklık çıkarması akıl alacak gibi değildi. Örneğin Engin Cezzar diyorum, mahalle arkadaşı çıkıyor; Haldun Taner’in, olmadık yerden dostluk bağıyla, adı anılıyor. Sonunda, onun ‘‘telefon rehberi’’ nasılsa bir gün işime yarar diye susmayı, dinlemeyi tercih ettim. ‘‘Su küçüğün’’ misali! O zamandan beri, Mete Hoca’nın tanışlarını duymaya, anılarından bir şeyler öğrenmeye can atıyor, olur olmaz zamanlarda Canan Hanım’ın mutfağında birden zuhur ediyorum. Ancak Mete Hoca, lakırdıyı evirip çevirip İstanbul’a getiriyor ve ‘‘İstanbul depreminden çok, ama çok korkuyorum. Bu, milli ekonominin çöküşü olur!’’ diyor. Yeraltı etütlerinden anlaşıldığınca sağlam zemini olan Teşvikiye’de evleri vardı, ‘‘Apartmanın yerle bir olmasına değil, oradaki eski kitaplarıma acıyorum’’, diyor, ‘‘Ee! N’aparsın, önce can sonra canan!’’, canan denince, alt kattan Canan Hanım, ‘‘Bir şey mi emrettiniz?’’ diye fırlıyor. Mete Hoca şimdi Türkiye’de tatilde, yakında yine koltuğunuza altında kitaplar, dergiler, ille de Cumhuriyet gazetesiyle döner. Bir Indiana kışını daha birlikte geçireceğiz. O, ‘‘Aman İstanbul’da deprem olmasın’’ diye tilki uykusunda kalacak, ben de öykü, haber peşinde dolaşacağım. Ülkemin elinden ıslak sabun gibi kayıp giden Mete Hoca benzeri onca bilim adamımıza, sanatçıya, insanımıza üzülmeli mi, yoksa sonuçta insanlığa hizmet ediyorlar ya, diye avunmalı mı? Sağol, Mete Hoca! [email protected] Her şeyin yapıldığı okul... B aşlığa bakıp da yanlış anlamayın lütfen. Silahı eline alanın takır takır insan taradığı ‘‘resmi ve disiplinli’’ ABD okullarından, paylaşılamayan sevgili yüzünden birbirine giren, hatta öldüren Türkiye’deki ‘‘milli eğitim’’ liselerinden bahsetmiyoruz. Ya da Belçika’nın Anvers kentinde öğrencilerin dövüldüğü Kuran kursu da değil konumuz. Kavga eden 6 Faslı genci otobüste sakin olmaları için uyaran, kendisine karşılık verilince de 16 yaşındaki Faslı çocuğun boğazından tutup uyarısını biraz geleneksel bir şekilde sürdüren Belçikalı bu gençler tarafından dövüldükten sonra can verince sorgulanan Belçika eğitim sistemini ya da sorunlu gençlerin annebabalarına da özel eğitim verilip verilmemesini de tartışmıyoruz. Belçika’da okullar 1 Eylül’de açılmak üzere tatile girerken yazımızın konusu eğitim oldu, ama bu biraz biz Türklerin alışık olmadığı türden bir eğitim. 418 yaş grubu için tasarlanan Sudbury okullarında çocuklar yapmak istediklerini kendileri belirliyorlar. Eğer öğrenmek istemiyorlarsa, öğrenmek zorunda değiller. Dünya’daki tüm ülkelerin başkentlerini ezberlemenin bilgi yarışmaları dışında kime ne faydası var ki! Eğer çocuklardan biri fotoğrafçılıkla ilgileniyorsa rehberler çocuğa fotoğraf konusunda BRÜKSEL yardımcı olabilecek birini buluyorlar. Klasik anlamdaki öğretmen kavramı ERDİNÇ UTKU bu okullarda yerini rehbere bırakıyor. 1968 yılında ABD’de bir grup eğitimci ve çocuklarına daha farklı ve demokratik bir eğitim verme arayışlarına giren bir grup veli, Sudbury Valley School’u kurarak başlatmış bu girişimi. Çoğu ABD’de olmak üzere dünyada 36 Sudbury okulu var. Tüm insanların doğaları gereği meraklı olduğu ve en etkili, kalıcı ve köklü öğrenmenin öğrenen kişi tarafından başlatılırsa mümkün olacağı düşünülüyor. Kendi özgün yeteneklerini geliştirme olanağı verilirse tüm insanların yaratıcı olduğuna inanılıyor. Sabahları öğrenciler okula bir şeyler öğrenme kaygısıyla gitmiyor. Okula o günü yaşamak için gidiyorlar. Yaşarken, denerken, yaratırken de doğal olarak öğreniyorlar. Özgürlük, kişisel sorumluluk bilincinin gelişmesinin temelini oluşturuyor. Farklı yaşlardaki çocuklar bir arada farklı şeyler öğreniyor. Belçika’da 2002 yılında Lier’de başlayan Triangolo oluşumu bugüne kadar proje bazında etkinlikler düzenledi. 1 Eylül 2006’da okullaşmayı düşünüyorlar. 1 Eylül 2005’te Gent’te açılan De vlinder (Kelebek) adlı okulun açılmasıyla kapanması bir oldu. Girişimciler de kelebekler gibi dağıldılar. Bu gruptan bir kısmı okulu yeniden canlandırmak istiyor. Brüksel’de ise girişimci ve veli Marc Van Hummelen önderliğinde başka bir grup alternatif eğitim çalışması başlattı. Van Hummelen ve diğer veliler geçen yılın sonunda Brüksel’de de Sudbury okulu açmaya karar vermişler. Bu arada 20 öğrencinin yönlendirilebileceği bir de bina bulmuşlar. Adını da hemen ‘‘Brüksel Öğrenme Evi’’ koymuşlar. Henüz bu sayıya ulaşılamamış. 5 öğrenci var. Daha kayıtlar başlamamamış. Okula akın edileceği beklenilmemekle birlikte eylüle kadar sayının artacağı umuluyor. Haftalık Deze Week Brussel gazetesine ‘‘zorunlu eğitim yasasının kendilerine engel yaratmayacağını, sorun olmayacağını’’ söylüyor Van Hummelen. Yasa çok geniş. Öğrenim görülen bir ortam sağlandığında yasal düzenlemelere uyulmuş sayılıyor. Öğrencilerin bir şeyler öğrendiğini kanıtlamak da gerekmiyor. Ama yine de işi sağlama almak için tüm öğrenciler yasanın izin verdiği ‘‘evde eğitime’’ kayıt olacaklarmış. Her şeyin yapılabildiği okulda, diğer çocukların özgürlükleri, çocukların sınırlarını oluşturuyor. Okulun yine de bir yapısı var. Fakat bunu çocuklar birlikte oluşturuyor. Haftada bir, bir araya geliniyor, bu toplantıda öğrenciler önerilerini, görüşlerini ve şikâyetlerini dile getirebiliyorlar. Böylelikle, çocukların sonradan sorumlu tutulacağı kurallar önceden birlikte belirlenmiş oluyor. Okulda kimlerin çalışacağını bile çocuklar kendileri oylamayla belirliyor. Okul şu an ödenek ya da tanınmak için başvuru yapmamış. Bunun bu aşamada gerçekci olmadığını düşünüyorlar. Kendi yöntemlerinin geleneksel eğitimden oldukça farklı olduğunu biliyorlar çünkü. Gelecek yıllarda resmen tanınma ve devletten ödenek isteme kapısını açık bırakıyorlar. Devlet desteği almamak velilere pahalıya patlıyor. Veliler öğrenci başına 1920 3000 Avro ödeyecekler. ‘‘Ucuz değil, kabullenmek de kolay değil. Ama kira, iletişim ve sigorta gibi kaçınılmaz giderler var’’ diyor Van Hummelen. Eğer yeterli sayıda rehber bulunabilirse okul 1 Eylül’de açılacak. Tamamen gönüllülerden oluşan rehberlerin pedagojik eğitim almış olma koşulu da aranmıyor. Çocukları dinlemeleri ve sorulan sorulara yanıt verebilecek kadar yaratıcı olmaları yeterli. 68 özgürlük kuşağının demokratik okul anlayışı, yıllar sonra Brüksel’e merhaba diyor. ‘‘Hayat okulu’’ deyimi hayata geçiriliyor. [email protected] Almanların başına sıcak vurunca... A hoşlandığı Goethe Caddesi’ne açılan yan lmanya’da aşırı sıcaklar günlük yaşamı sokaktaki ‘‘tesettür giyim’’ evinin vitrinlerine altüst ediyor. Münih’te insanlar gece bakmak bile yeterli. Avrupa’nın ortasında, gündüz sokaktalar... Metrolar üst üste ve Münih’in göbeğinde ortaçağı yaşayan bağnaz tıklım tıklım. Boşalmış bira şişeleri, gazete düşünce giderek büyüyor. Din tüccarlarının artıkları, çöpler ve kusmuk izleriyle sızıp binlerce insanın canını yakıp dolandırmaları kalmış insan görüntüleri en çok gece ve İslami holdinglerin son 3.5 yılda Münih’te yarılarında metrolarda karşılaşılan neler yapıp ettikleri biliniyor. Münih’te üst manzaralar... Geçen dünya şampiyonasında üste patlayan yeni vurgun tezgâhlarının bizim Türk gençlerinden öğrendikleri bayrak altından ise hep Milli Görüş çıkmakta... sallayıp, araba konvoylarıyla şehirde tur atma İslami mafyanın palazlandığı bu bataklıkta keyfini şimdi Alman futbol fanatikleri taklit dolaşmaktan da vazgeçmiyorum nedense. ediyorlar. Biz de bakıyoruz. Ve Münih hiç de Evet şu şaşırtıcı sıcaklarda bile gece alışık olmadığı 30 derecelik yağmur sıkıntısı yarılarına kadar sokaklardayım. içindeki boğucu sıcakları, maç Çok lüks barlardan, köprü seyreden kalabalıklarla birlikte MÜNİH altlarına kadar sokulmadığım yer bugünlerde yaşayıp gidiyor... yok gibi bir şey... Münih dehşet Pazar sabahlarında, kuş sesleri sıcaklarla yazı karşıladı. Gecenin içinde bisikletli, göbeği açık, karanlığında çöpleri karıştırıp, sarışın cici kızların parklara boş bira şişesi toplayan gariban pedal basmasını bir tarafa EROL ÖZKAN evsizlerle laflıyorum bazen... bırakalım, özellikle İngiliz Yoksulluk diz boyu... Öte yandan bahçeleri bugünlerde adam sokak festivalleri de başladı almıyor... Anadan üryan şehirde. Almanların bir sokağı bir günlüğüne ortalıkta dolaşan âdem babalarla, havva kapatıp zil zurna mangal yaparak, nara atarak anaların buluştuğu Monopteros anıtının tam karşısına düşen dere kenarındaki ‘‘kurtarılmış sözüm ona eğlendikleri bu sokak bölge’’ de bugünlerde yükünü iyice tuttu. Tam festivallerinin aslında hiçbir esprisi kalmadı amma.. ne yaparsınız, Alman zevki bu. Bir orada çırılçıplak bisiklete binenlerin ‘‘nü’’ taraftan felaket sıcaklarda Occam vaziyetteki fotoğraflarını çekmek de hoşuma Caddesi’ndeki, Brezilya kafelerinde gidiyor. Aklıma ise bikinili manken serinlemek daha akıllıca.. Sonunda ‘‘futbol fotoğraflarından rahatsız olup İstanbul geyiği’’ her yerde yapılıyor!.. Sorunlar futbol Atatürk Havalimanı’ndaki reklam panolarını şamatasıyla kapatılıyor gibi... Canım sıkkın... indirten düşünce saplanıyor ister istemez. Almanların kafası ise hayli karışık Şimdi biz bu kafa ile mi AB’ye gireceğiz bugünlerde... Biz Türklerinkini ise hiç Allah aşkına demeyin de durun. sormayın. İyi pazarlar! Uzaklara gitmeye hiç gerek yok! Münih’in erolozkan66@hotmail. com ortasında Türklerin içinden geçmekten Koizumi’yle Bush eğlendi Japonya Başbakanı Juniçiro Koizumi, en büyük hayallerinden birini gerçekleştirerek ünlü sanatçı Elvis Presley’in Memphis’teki evi Graceland’ı ziyaret etti. Eylül ayında görevi sona erecek olan Başbakan Koizumi, ABD’ye bir veda ziyareti yaptı. Başkan George Bush, koyu bir Elvis Presleyhayranı olan Koizumi’ye Graceland’ı gezdirdi. (Fotoğraf: AP) Çelebi korsan Koman’ın çocukları ...‘‘çelebi bir korsandı o / fora ediyor bütün yelkenlerini / demir alıp engine süzülüyordu / evcil kadırgasıyla her akşam / bir gül yağmuruna tutuyordu / tunç toplarıyla İsveç kıyılarını / yürekli bir kaptandı o / sevdiği uğruna ölse ne gam / ama rüzgârlı heykelleriyle / ölümün toprağına çıktığında / çamura ve mermere doymamıştı daha / evcil kadırgasından bir akşam / üstünde düşleri çığlık çığlığa.’’ Türkiye’nin yeryüzünde tanınan tek heykeltıraşı İlhan Koman 30 Aralık 1986’da doyamadığı dünyaya gözlerini yumuncaya dek, Oktay Rıfat’ın yazdığı gibi Stockholm’da, ‘‘Çelebi bir korsan kaptan’’ olarak limana demirli bir tekne, ‘‘Hulda’’da ailesiyle çalışıyor, yaşıyordu. 17 Haziran 1921’de Edirne eşrafından köklü ve saygıdeğer bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtığında, 65 yıllık doyamadan ayrıldığı kısacık hayatının hemen hemen 35 yılını kendi deyişiyle ‘‘Gönüllü sürgünde’’ geçireceğini ve ‘‘kanından’’ olsun olmasın ‘‘çocuklarının’’ onun eserini, ismini, hülyasını ebedi kılmayı, yaymayı sürdüreceklerini bilemezdi. Yıllarca anayurdunun umursamadığı, değerini bilmediği ama örneğin, İsveç’in kucak ve meydanlar açtığı, dünya ve müzelerinin çalışmalarını saygıyla kapıştığı, yine kendi deyişiyle, ‘‘Evladı fatihan’’ sınıfından bu eşsiz insanın ‘‘eseri’’, büyük oğlu Ahmet’e aşıladığı bilim, kültür ve yurt sevgisi sayesinde ‘‘sürgün’’e son verip geri geldi. Kültür Vakfı ve Amerikan Chrest Vakfı’nın İsveç ve Fransa’da 35 yıllık bir yaşamdan mali desteğinde, ‘‘çocuklarının gözüyle’’ sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde moleküler içinde yaşanan kentler fotoğraflandı ve biyoloji profesörü göreviyle memlekete ‘‘öteki’’nin gözüne sunuldu. Koman dönen Ahmet Koman, babasının hülyasını, Vakfı’nın daha önce çocuk atölyeleri İlhan Koman Vakfı’nı kurarak oluşturduğu Balat, Beyoğlu, Galata ve somutlaştırmaya girişti. Vakfın Fransız Kâğıthane’de, yüzü aşkın 7 ile 13 yaş arası koordinatörü Fany Torre ve yardımcısı Kaya çocuktan atılabilir fotoğraf makineleriyle Hoştaş ve kararlı bir çekirdek ekibin ‘‘çevrelerindeki hayat ve semti’’ çekmeleri mücadeleleriyle geçen yıl İstanbul’da istendi. 3 binin üstünde klişeden zorlukla gerçekleşen, 100 bini aşkın ziyaretçili eşsiz seçilen 100 tanesi hem Avrupa turuna çıktı retrospektif sergiyi, İlhan Koman’ın prototip hem de kitaplaştı. İlhan Koman’ın deyişiyle: misyonlu model ve örneklerinden hareketle ‘‘Bir nesnenin sanat olması için, has, öz, hazırlanan, İstanbul parklarını, çocuk bahçelerini süslemeye başlayan kolektif veya gerçek olması gerekir. Sanatta tek ölçü budur. Sanatın kopya, özenti, taklit olmayan, kendi bireysel heykelleri hatırla(t)mayı sizin kendine bir olay olması gerekir. Bütün sorun oralardaki meraklılara bırakıp, vakfın Paris’e tek ve gerçek olmasıdır.’’ ve Avrupa’ya taşınan ürünlerine Paris’te Elele Derneği değinelim... Can Yücel’in PARİS salonlarında 1630 Haziran’da dizeleriyle ‘‘...tıraşsız heykeltıraş sergilenen ‘‘Çocuklarının / uçmağa doğru sakallı / ellerinde Gözüyle İstanbul’’ bombalarla bebekler / heykel fotoğraflarını çekenler sanki gibi olmayan heykeller / taşınırdı Dede Koman’dan özel ders garip maacir / güneyinden almış torunlar. Örneğin, kuzeyine kutupların / battı UĞUR HÜKÜM sigaralı bir eli ağzında, öteki batacak teknesiyle / varmak için elinde tespih ve televizyon Edirne’ye / Selimiye’ye... / bir kumandası, uzandığı döşekten ağa ifadesiyle Evliya’’, çelebi korsan Koman’a doğumunun televizyon seyreden baba fotoğrafı karşısında 85., ölümünün 20. yılında en güzel armağan kahkahalarla gülmeden edemedik. Yoksul bir ne olurdu ki? Gönlünün başkentleri İstanbul, odada objektife hüzünlü bir gülümsemeyle Paris ve Stockholm’u, çocuklarının poz veren 7 Roman çocuğu ve anneleri, ‘‘Ne resimlemesi... Vakfın çabalarıyla iki yıldır Mutlu Türküm Diyene’’, ibareli bir kaidenin ete kemiğe bürünen ‘‘Beldemiz İçin Sanat’’ üstündeki Atatürk büstünü yanağından başlıklı, daha geniş bir proje çerçevesinde, okşayan ilkokul öğrencisi bir kız çocuğu kız İFSAK’ın işbirliği; AB Komisyonu, Avrupa çocuğu bu has sergiden (www.eceibic.com) ilk gözümüze çarpanlar... Bu fotoğrafların yanına Parisli Türk göçmen çocuklarının çektiği, kendi çevreleri ve hayatlarından alınmış 30 fotoğraf eklenmiş. Fotoğraflar yakın yaşlardaki çocukların artık o kadar da farklı evrenler de yaşamadıklarını göstermesi açısından ilginç. Daha önce Angouleme, Rennes ve Tours kentlerinde sergilenen fotoğraflar temmuzda yine Fransa’da Chalais’yi ziyaret ettikten sonra ağustosta da İtalya’nın Seravezza şehrinde ARKAD Vakfı; İsveç’te Stockholm; eylülde Almanya’da Berlin Gençlik ve Çocuk Müzesi; ekimde de Portekiz’in Caldas da Rainha kentinde ağırlanacak. Bünyesinde bir İlhan Koman Merkezi Atölyesi barındırma olasılıkları da olan İstanbul Santral’ın içinde Koman’ın projelerinden birinin, 6 metrelik ‘‘Sonsuzluğa...’’ eserinin de yer alacağını sevinerek öğrendik. Koman’ın Paris’te 1951’de evlendiği ilk eşi Sayın Melda Kaptana’nın aktardığı çelebi korsana has bir tanımla noktalayalım: ‘‘Racine’in sanat tarifi vardır: Sanat, hiçbir şeyden bir şey yapmaktır. Ben bazen çalışmamdan memnun kalmayınca kendi kendime küfür ve alayla Racine’in lafını tersyüz edip, şimdi bir şeyden hiçbir şey yaptın be mübarek adam, derim. Aslında sanat, bence insanın bilinmeyene doğru çıktığı bir serüvendir. Sanatçı, devamlı kendisini yenileyebilmelidir.’’ [email protected] CUMHURİYET 10 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear