Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
75 KASIM 1987 CUMHURÎYET/13 Japonların çakşma hastalığı Dunyanın Japonlan daha az çalışıp daha çok eğlenmeye ikna etmek için 'çalışma hastalıkları 'nın tedavi edUmesi gerekiyor. ŞAHİN ALPAY TOKYO Tokyo niyetine yoIa çıkıp Dubai'de geceleyince ahbap olduğum Kawasakili makine mühendisi Hiroşi Yamada yakınıyordu: "Japon egitim sisterai iyi işlemiyor. tnisiyatif sahibi, yaratıcı ldşiler yetişmiyor. Çetin giriş sınavlan ezberriligi teşvik ediyor." Ve devam ediyordu: "Üstelik yeni yetişenler, eskiler gibi çahşmıyor. Kordiler bize göre daha çok çahşıyor. Böyle giderse Kore, Japonya'yı geride bırakacak»" Kawasakili mühendisin dile getirdiği Japon egitimi ile ilgili eleştirileri ilk kez duymuyordum. Ama Japonların yeterince çalışmadıklan hakkındaki yakınmaları, doğrusu biraz garibime gitmişti. Japonya'mn bir kannca yuvasını andırdığını, Japonlann kanncalar gibi çalıştıklanru duymuştum hep. Kendisinden günlük hayatını biraz anlatmasmı rica ettim. Her sabah altıda kalkıp yediye çeyrek kala evden çıkıyor, en erken gece dokuzda eve dönüyordu. Çocuklannı ancak hafta sonlannda görüyordu. Yılda en az 1012 hafta sonunu da kayınbiraderi ile biılikte pirinç yetiştirdikleri çiftlikte geçiriyordu... Tokyo'ya ulaştığunızda tahkik ettim: Kawasakılı dostumun Koreliler için söyledikleri doğruydu. Güney Kore'de kişi başına yıllık meye ayırabildiği zaman da ortalama Batıhya nazaran çok sınırlı; hayat "kaiitesi" görece düşük. Yeni Japon hukümetinin alacağı ilk önleınlerden biri iç tüketimi arttırmak olacak. Böylelikle bir yandan bu yıl 80 milyar dolara ulaşması beklenen dış ticaret fazlasım dengeye doğru götiırmek, öte yandan da Japon halkını ülkenin zenginliğine yaraşır bir refah duzeyine kavuşturmak amaçlamyor. Ne var ki, bu amaca ulaşmak için çeşitli güçlüklerin aşılması gerekmekte. Başarılması kolay olmayacak bir "refonn" da Japonların daha çok dinlenip eğlenmesini ve daha az çalışmasını sağlamak olacak. Pek çok Japon yurttaşmın günde en az üç saat fazla mesai ve haftada altı gün çalışması hiç kuşkusuz yalnızca ulkeye ve firmaya hizmet aşkı ile açıklanamaz . tnanılmaz pahalılıkla başa çıkma (Tokyo'da fiyatlar Istanbul'un en az on katı); yaşlılığı ve çocuklann geleceğini garantiye alma telaş ve uğraşı, kuşkusuz çok önemli neden. Ama Japonların dünyaya nam salan çalışma hastalığım, "işkolizmi" (vvorkaholism) de azımsaraamak gerek. Geçen ay kabul edilen yasa, haftalık çalışma saatini 58'den tedricen 40'a indirmeyi amaçhyor. Japonlan daha az çalışıp daha çok eğlenmeye ikna etmek için haftada 50 saat çalışan, Boş Zamanlan Değerlendirme Merkezi Müdürü Motoyaki Miyano'ya göre, "Çalışma hastalıgının tedavisi gerekiyor. Ama bu hiç de kolay olmayacak..." Ibkyo'dan Buenos Aires'ten tepesi mi deüniyor? Ozon tabakasında delinme var. Koltukaltı spreylerinden yumurîa kutularına varıncaya kadar birçok yerde kullanılan "hain" madde CFC, delinmenin başlıca nedeni. VAMIK KURAL BUENOS AIRES însanlann tabiata verdikleri zarar her geçen gün biraz daha arttıkça, tabiat ananın intikamı da biraz daha büyuk oluyor... Artık sadece belli bir bölgeyi değil, daha buyük kitleleri ve hatta tüm insanlan tehdit ediyor. Konu da artık sadece çevre koruma derneklerini üzme aşamasmı tamamlamış olup uluslararası kuruluşları ve dünya devletlerini daha fazla düşünmeye ve tedbir almaya zorluyor. Son gunlerde Latin Amerika'nın, özellikle guney yansı belki de tarihinde ilk defa çevre koruması konusunda ciddi ciddi düşünmeye başladı. Japonya da hummalı bır çalışma içinde olanların başmda gazeteciler getfyor. Asahi Şimbun gazetesi günun her saatinde bır kannca yuvası ortalama çalışma 2833 saat, Japonya'da ise sadece (!) 2152 saatti. (tngiltere'de 1938, ABD'de 1898, Fransa'da 1657, B. Almanya'da 1613 saat. DPT'ye göre Türkiye'de işçiler için 1950, memurlar için 2080 saat.) Japonlarla ilgili yakınmalannda ise hiç haklı değildi. Zira Japonlar istatistiklerin tarif edemeyeceği kadar çok çalışıyorlar. Kişi Japonya'ya adımını atar atmaz bu "hummalı" çalışmayı yaşamaya başlıyor. Tokyo'nun ünlu Narita Havaalanı'nda her şey saat gibi çalışıyor. Ve ülkenin her yerinde, Tokyo'da, Kyoto'da, Osaka'da, Hiroşima'da; otellerde, restoranlarda, dükkânlarda, trenlerde, bürolarda, fabrikalarda, okullarda herkes saat gibi çalışıyor. Bazen üısanın "robotlar gibî" diyesi geliyor. Herkes elindeki işi, elınden gelen en iyi şekilde yapmak için adeta yırtınıyor. Japonya'yı bugün dunyanın ikinci ekonomik devi yapan gelişmede bu hummalı çalışmanın büyük payı herhalde yadsınamaz. Noboru Takeşta başkanlığındaki yeni hukümetin gündemindeki işlerin başmda, Japonların daha az çalışıp daha iyi yaşamasını temin etmek geliyor. 1%0'lardan bu yana olağanüstü hızh kalkınma, ülkede kişi başına düşen hasılayı 17.000 dolann uzerine çıkardı. Ancak Japonlar bu zenginliğı yaşamıyor. Ortalama Japon ailesinin oturduğu ev ortalama Kuzey Amerikalı ve Batı Avrupalı evinin yansı kadar. Kentsel altyapı, yollar, parklar, müzeler, kütuphaneler, vs. bakımından Japonya, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa'nm hayli gerisinde. Ortalama Japonun, "S«tosan"ın eğlenme ve dinlen Tüm spreylerde ve soğutucularda kullanılan tdorflorkarbon gazı CFC, ABD, Kanada ve Iskandınav ülkelerınde beilı oranlarda yasaklandı Ozon tabakası, dünyayı çevreleyen atmosferde, 17 ila 30 bin kilometreler arasındaki tabaka. Dünyaya bir çeşit güneş gözlüğu görevi yapıp gelen ultraviole ışuılannı filtreliyor. Bugünlerde Güney Amerika ulkelerine başağnsı vermeye başlayan da işte bu ozon tabakası... Son yıllarda yapılan araştırmalar, bilimkurgu romanı konusu gibi olan bir olaym gerçekleşmekte olduğunu ortaya koydu. Güney Kutbu üzerindeki ozon tabakasında delinme var. 1979 ile 1985 yıllan arasında yapılan gözlemler, bölgedeki ozon miktarında yüzde 40 oranında azalma ve halen devam eden süratli bir düşüş kaydedildiğini gösteriyor. Yeni verilere göre, Kuzey Kutbu da benzer bir tehdit altındaymış. Ozori tabakasının azalması demek, dünyaya gelen ultraviole ışınlannın artması demek. tklimlerin, bitki örtüsünün, hayvan yaşantısımn etkilenmesi demek. Bu kadarla kalsa yine iyi. Aynca, dünya üzerinde yasayan bütün insanlann sağlığinın da etkilenmesi demek. Araştırmaalar, ozon miktanrun azalması ile birlikte deri kanseri ve göz bozukluklan vakalannda büyük bir artış olacağını söylüyorlar. Halen kıtanın güney ucunda, ABD öncüluğunde Arjantin ve Şili hukumetlerinin de katıldığı ortak bir çalışma yürütülüyor. Bu oluşumun nedenlerini araştınyorlar. Ortaya atılan iki teoriden biri ağırlık kazanırken, diğeri suçsuzluğunu ispat etme yolunda. NASA araştırmalanna göre, önceleri zannedüdiğı gibi Fransızlann Pasifık'te yaptığı nUkleer denemelerin bu işte bir suçu yokmuş. Suçlu bulunan CFC (Chlorine Fluor Carbon) adıyla bilinen bir kimyevi madde. Koltukaltı spraylerinden, her türlü soğutma cihazına ve yumurta kutularına varıncaya kadar çeşit çeşit ambalaj malzemesinde kullanılan bu " h a i n " madde, 1979 yüından beri ABD, Kanada ve İskandinav ülkelerinde belli oranlarda yasaklanmış bile. Haliyle önce kendi sağlıklarını düşünen adamlar, bakmışlar kendi aldıkferı tedbirler yetmiyor, şimdi maddeyi kullanan bütün ülkeleri bu işten vazgeçinneye çalışıyorlar. Çok yakında BM Çevre Koruması programı dahiImde Montreal'de yapılacak toplantıda CFC ureticilerinin yanı sıra, bunu kullanan endüstri temsilcileri de masaya oturtulup soruna birçözüm getirilmeye calışılacak. Olay burada sokaktaki vatandaşı henüz pek düşündürmüyor. Zaten herkesin derdi başından aşkın, gözüyle görüp başına gelmedikçe kimsenin bir şeye inanacağı yok! Çocufun altının temizlenmesi, tuttuğu takımın şampiyon olmasının yanında çevre saglığı, tabiatın korunması, nükleer silahsızlanma, erbabımn bıleceği keten helva turünden ütopik ve fantezi konular... Güneyliler işi uzaktan seyredince, konuyla her şeyde olduğu gibi Kuzey Amerikalılar uğraşıyor. Bir yerde de hak yerini buİuyor! Doğrusu da bu ya, taşı deliğe kim attıysa o çıkartsın! Teknolojuıin geüşmesi, endüstrileşmek güzel şeyler, ama yan etkilerini de unutmamak gerek. Geçen yıl sadece ABD'de yaklaşık 500 milyon dolarlık CFC satılmış. Konu, şimdilik Türkiye'yi en az bir ışık yıh uzaktan ilgilendiriyormuş gibi duruyor. Gün gelir ucu bize de dokunur mu? Kim bilir? En büyük tesellimiz sağlam bünyeli insanlar oluşumuz, malum böyle şeyler bizi pek etkilemez. Hele delik Trakya acıklarına kadar bir gelsin de düşünürüz. Bir hasar tespit çalışması yapar, ıcabına bakarız! Londra'dan RonuTdan fakirin çenesi Zenginin çöpü EDİP EMİL ÖYMEN LONDRA Istanbul'un çöpü yılda 7 milyar 200 milyon lira gelir sağlıyormuş. Demek ki tstanbul'un sadece taşı toprağı değil, çöpu de altın. Lodosçuların bir bildiği var. Kiminin çöpu, kiminin geçimi bu dünyada. "Kapıya koyuver, kapıcı aisuT demek kolay. Bakalım her yerde kapıcı mı aüyor? Londra'da par, lamentonun bulunduğu "Westminster" semtinden toplanan çöp, yılda 160 bin ton ediyormuş. Şöyie bir bakıp, "parlamentoyu doldunır" demişler. Bazılarına "muzır" fikirler verebilir bu tabii. Londra'yı kesen gri, boz bulamk, bakılmaz nehirde günde 12 saat bir oraya bir buraya seyirten bir tekne var. Sadece "bilenter" bilir. Çöpçü teknesi bu. Nehir kıyısı hem liman hem sanayi bölgesi. Tekne, nehre düşenleri topluyor. Yılda 900 ton çöp. Üstelik nehrin ağzmda gelgit de var. Marmara'nın, Ege"nin sakin, hoş, şıpırtıh sularına alışanlar, Kuzey Denizi'nin tatsız, renksiz, nahoş sularıru görseler, "Bu deniz miymiş?" diye sorarlar. Işte nehrin ağzındaki gelgit çöpler de aynı. fki ileri bir geri derken, çöpler açık denize çıkıp tekrar gerisin geriye dönüyor. Adada normal bir aile yılda 6 ağaçhk kâğıt atıyormuş. En az 60 kilo teneke, 40 kiloluk plastik. Hele suyu plastik şişe ile alıyorsa artık istatistik dayanmaz buna. Bütün Ingiltere'de yılda 15 milyon ton çöp "üretiliyer". "lngfltere'de uretim durdu artık" diye kim demiş? Bir de çöp diye atılan, çöp olmayanlar var ortada. Kaderin cilvesine uğramış gariban takımı bunlar. "Bit pazan" yolcusu. "TIR, hızla giderken aniden fren yapsa, içindeki kutular ezilse. Yok, mala zarar falan gelmeden sadece dişleri ezilse hani, muşteriye malı ezik kutuda mı satacağız. Atıyoruz hepsini." Bit pazanna gidiyor böyleleri. İkinci bir hayata başlamaya. Pazarda yepyeni kılıklar, möble, hatta kalite kontrolunu geçememiş bahtı kara buzdolabı bile görücüye çıkar. Çop sorununa bunlar dahil değil. Bunlar biraz marjinal kalmış, ama "nuubtıf' ve toplumda saygınlığı olan çöpler. Ama en hoşu, bir sabah kalkıp da karşı kaldınmda eski buzdolabını, eski çamaşır makinesini, gaz ocağım, ıvır zıvır demir parçalarmı yığılı görmek. "Çöpçö alsın diye koydular her halde?" Hayır, "sokak sanatı" bu. Ancak Îngiltere'de olur herhalde. Londra'nm "Islington" semtinde yaşandı bu. Sanatın ancak üç beş kişinin farkmda olduğu inceliklerine takılan bir galerinin buluşu. Geçen yıl "açılan" sergi, civardaki evlerden yükselen homurtulara rağmen bir ay "başanyla" sürdü. Çöpçüler ellemediler. Sanat eserine dokunulmaz diye zahir... Güç ve bağınısızlık sîmgesi kadın NİLGÜN CERRAHOĞLU ROMA Oövetti'nin genel mudürlerinden biri ile bir gece evime geldi. Kısa kesilmiş punk stili saçlan, yurek şeklindeki sallantdı küpeleri, Armani ceketi ile herhangi bir "Ynppie" izlenimi uyandınyordu. Dergilerde çıkan fotoğraflanmn getirdiği aşinalık olmasa, divanımın üzerinde oturan bu ufak tefek, 40 yaşlanndan bir dirhem fazla göstenneyen hanımın Italyan telekomunikasyon endustrisinin kraliçesi Marisa Beüisario olduğunu tahmin etmeye imkân yoktu. Aslında 53 yaşındaki Mansa BeÛisario, Armani ceketlere olduğu denli mıni eteklere de duşkündü ve hakkında divanda otururken en garip pozisyonlan seçmesinden, özel yaşamıru kocası Üe birlikte gözü gibi baktığı kedileri ile paylaşmasına dek her türlü ayrıntı biliniyordu. ttalyan sanayismde yaptıgı "Demir L ^ d l " ününü de yönettiği ttaltei'in personelıne 5 yıl içinde 29 binden 18 bine indirmesine borçluydu. Sosyalist Parti'nin yitrinindeki en önemli dişi isimlerden biriydi. Ve içine politikayı da katan fa Marisa Bellisario, ttalyan telekomunikasyon endüstrisinin kraliçesi. 50'sine merdiven dayadığı halde genç görünen, güzel olmasa dahi yakışıklı olabilen, pahalı giysiler giyen, bol bol seyahat eden, güçlü ve başarılı bir süper kadın. aliyetlerinden geri kalan zamanlannda yazdığj, jyeni piyasaya çıkan oto biyografık "Kadın ve Ust Yönetici" adlı kitabı da kapış kapış satılıyordu. Marisa Bellisario, gerçek anlamda ne bir seks ne de sukut sembolu. Bugün yeni ttalyan kadınının modeli haline gelen Bellisario, aslında tamamen guç ve bağımsızlık simgesi. Şimdi belli bir yere gelmiş her ttalyan kariyer kadıru bir Bellisario olmak istiyor: 50'lerine merdiven dayadığı halde genç görünen, guzel olmasa dahi yakışıkh olabilen, pahalı giysiler giyen, bol bol seyahat eden, guçlu ve başarılı bir süper kadın. Yapılan araştırmalar, ttalya'da yönetici duzeyine yükselen kadının ortalama yaşını 45 olarak beuiliyor. Bu kadınlar, genellikle yuksek gelir ve kültür duzeyine mensup ailelerden geliyorlar ve çoğu annesinin de sorumlu düzeylerde çalışan bir iş kadını olduğunu söylüyor. Istatistikier, bu süper kadınlann çoğunun, genel kanının aksine evde kalmış kız kuruları olmadığını, yuzde 59'unun hayatını bir erkekle paylaştığını, yüzde 10'unun boşanmış, yüzde 3'ünün de dul olduğunu ortaya koyuyor. Yüzde 35'inin bir, yüzde 31'inin de birden fazla çocuk sahibi olduğu anlaşılıyor. özellikle 35 yaşın altındaki iş kadınları, artık iş hayatlan için aile yaşamlannı feda etmiyorlar. Bu yeni kuşak için super kadın tanımı, başanlı iş kadınhğı kadar şıkhk, güzellik ve süper anneliği de içeriyor. Bu konuda yapılan çalışmalar, bu tip kadınİarın haftada ortalama 34 saat büroda, 36 saat evde çalıştığını gösteriyor. Bu normal olarak haftada 58 saat çalışan bir ev ka dınında 12 saat fazla bir aktivite gerektiriyor. Nasıl mı yapıyorlar? "Miaerva" dergisinin genel yayın müdürü 42 yaşmdaki, S çocuk sahibi Anna Maria Mammoliti, "Çok basit" diyor ve ekliyor: "Bir elbiseyi vitrinde beğeniyonım. tçeri girip 44 beden istiyonım diyonım, yaat^ma koyup dökkândan çıkıyorum. Üzerime giyip denemeye, ancak eve gelince zaman ayunyorunf." Etkinlik ve çabukluğun mucizelerine inanan, "Gioia" dergisinin 40 yaşlanndaki genel yayın müdürü Silvana Giacobini ise, "SaaÜerce dukkân gezmek, berberlerde oturmak gibi lükslerim yok benim. Tüm enerjimi yonetime veriyorum." Etkin^ aktif hafif nevrotik... Her şeyi isteyen bu kadınlar, ttalya'da da gitgide Woody Allen'in kadınlannı andırıyorlar. Aile içinde liderliği seçiyorlar, erkekleriyle rekabeti göze alıyorlar. Çocuklarına sık sık "Babanızdan örnek alın" diyeceklerine, "Bana bakın" diyorlar. Amerikan kadınımn 20 yıl öncesı seçtıği modelleri, ltalyan kadını yeni keşfediyor. Zürihien Isviçrelînin hayat iksii'i Evvelki pazar Isviçre'nin çeşitli kentlerinde geleneksel bağbozumu törenleri yapıldı. Deyim yerindeyse, îsviçre şarap gölünde yüzüyor. DOĞAN ABALIOCLU ZÜRİH önceki pazar tsviçre'nin çeşitli kentlerinde geleneksel bağbozumu törenleri kutlandı. "Morges"da 20 bin kişiye soğuk bir havada Fransız bölgesi üzümleri tanıtıldı. Güneşin daha çok ortaya çıktığı guneyde, "Lugano"da ise 40 bin kişiye şıradan şaraba dönen yeni ürün sunuldu. Deyim yerindeyse Îsviçre "şarap gölünde" yüzuyor. Ve tüketimde geçen yıl şimdiye kadarki bütün rekorların kınlmasına karşılık problem devam ediyor. Bağcılar kara kara, ellerindekini çıkarma savaşında. TV'de içki reklamı yasak olduğundan, günlük basınla seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Bu da yetmiyor demek ki, fıçılar yan yana sıralamyor ve alıcı bekliyor. Bu "hayat iksiri" Isviçrelinin masasında olması gereken bir içki. Her evde kiler var. Yeni yapılan konutlarda sivil savunma zorunlu sığmaklar, yapıda oturanlann sayısına göre bölünmüş. Bozulması güç patates, elma yanında, şaraplar buradaki raflarda saklanıyor. Ancak bu işten anlayanlar betonu yeğlemiyor. Taban ille toprak olacak. Topraktaki su bu tabanı belli bir nemde tutacak kı, yatay dizili şişeler, mantarlanyla bu havayı solusun, deniliyor. Daha güzeli; kum sandıklara yerleştirmeli, belli aralıklarla ıslatılmalı, şişeler kendi ekseninde döndürülmeli, içindeki sıvı ve hava sürekli kanşmahymış. Şişelenmiş şarabın yıllanması böyle olasıymış. Lokantalarda yemek seçimine ayrılan zamanla, içileceğin karanna varma aşaması çok değişik. Zaten birincisi birkaç yapraksa, ikincisi kitap kalınlığında. Hele mahzeni üe ünlü bir yere gittiyseniz elinize ansiklopedi boyutlannda bir liste tutuşturulur. Bulunduğunuz kentten çıktığınızda markalar da değiştiğinden işin içinden sıynlmanız için rasgele bir isim söylemenizden başka seçeneginiz yoktur. Ya da körün bellediği gibi tanıdığınız bir adı yineler, paçayı kurtardığınızı sanırsınız. Ancak o yörenin ünlü bir ismini istemediğinizden size garip garip bakılmasını da yadırgamamanız gerekir. Şarap içilmesi dışında mutfağa da girdiği bu ulkede hemen hemen her yemek salçasına birkaç bardak konuyor. Özellikle lsviçre'ye has Fondue, şarabın içinde eritilmiş peynirden oluşuyor. Ancak kaptan buharla birlikte alkolün de uçrnası nedeniyle ev kadınlan, niteligini yitiren pahalısı yerine ucuz dışalıma, ttalyan, Cezayir mahna yöneliyorlar. Diğer yandan tüketim ülkeleri, şişmanlık korkusu olan alkolü azaltmaya, hatta alkolü şaraptan çıkarmaya uğraşıyorlar. 80 yıl önce Almanya'da Carl Jung adlı biri bu aynmın patentini almış. O günden bu yana Ay'a gittiğimize göre, problemin çözülmesi daha kolay diye düsünebilinir. Ancak alkolun eksilmesiyie "o şaraba has" tadın (aromasının) da yok ohnası önlenemiyormuş. Yıllar öncesi Melih Cevdet'in bir yazısından aklımda kalmış; bîr şarap sever dostu gece basan hararetini söndürmek için kalkıp su içermiş ve "Su ıçinneyen şarabı ben neyleyeyim" diye bir savda bulunurmuş. Ol örnek; alkolsüz şarap yerine uretileni halkın cebine göre pazarlasalar daha mantıklı davranmış olmazlar mı dersiniz? Biz gene geceleri kalkıp suyla hararetimizi söndurelim, razjyız, yeter ki ucuza sunsunlar. Loıre nehrinin kollarından Cher üzerinde yalnızca mavı kan taşıyanların geçebıleceğı eşsız bır köprü oluşturan Chenonceau Şatosu. Ortaçağ şatolarında zaman Şatolar, tarih yapmış pek çok askeri ve mülki erkânın konakladığı, delice aşklar yaşadığı, yemyeşil derinliklerde at üstünde pelerin uçurduğu yerler. SADETTİN DAVRAN ORLEANS Burası "eski" Orleans. Caz burada doğmamış. Mississippi yerine ise Mr. Sippi var: Loire. Fransa'mn ortalık yerinden sereserpe akan ülkenin en uzun akarsuyu. Pek çok buyük akarsu gibi çevresine, dünya kurulalı beri bereket taşıyor. Loire Fransa'mn ve eski Avrupa'nın en feodal nehirlerinden. Orleans'tan asağıya boncuk gibi dizilmiş eskiden masal kit^plarının orta sayfalannı acınca yükseliverenlerin sahicileri şatdar, unlu Loire şatohui. 1. François'nın, Medicilerin, çeşitli Henrylerin, çok sayıda Charles'ın, koca dayağı bılmeye zamaoı bile olmamış Jean d'Arc*ın ve tarih yapmış daha pek çok askeri ve mulki erkânın yaşadığı, konakladığı, konuk olduğu, av sonrası dinlendiği, savaş planlan yaptığı, delice aşklar yaşadığı, yemyeşil derinliklerde at ustunde pelerin uçurduğu yerler. Önden yorgun bir geyik, arkadan delice havlayarak av köpekleri, birazdan kırmızı ceketlileri görur, av borularını duyar gibi olmamak elde değil. Şatolann tumu ustaca restore edilmiş, titizlıkle korunuyor. Belki de I. François dönemınde olduğundan bile daha bakımlılar. Guvenlik hendeklerinde kuğular yuzüyor. tçleri zengin birer müze. özgun tablo koleksiyonlan, dort kapılı yatak odalarında dört direkli Rönesans karyolar. Uzakta sisler içinde ya da batan guneşe karşı yükselen, bazen nilüferlerle kaplı sulara iıısanın gözuyle gorse bile inanamadığı güzellikte yansıyan, kimi gotik kimi Rönesans izleri taşıyan, yanına kadar gelince bile giderek içinde iken bile gızemini koruyan tılsımlı yapılar. Orta çapta bir kentın rahatlıkla sığacağı genişliktekı ozel arazisınin ortasında sayısız kulesiyle inanılmaz buyüklukteki Chambord. Loire'a, ortasındaki tepeden adını verdiğı kente ve yuzyıllar öncesinden gunumuze hâlâ tepeden bakan Amboise. Loire'ın kollanndan Cher üzerinde yalnızca mavi kan taşıyanların geçebileceği de olsa eşsiz bir köprü oluşturan Chenonceau. Kentin ortasında oldukca alçak gönüllü bir girişin ardında gorkemli AzayleRideau. Hepsınin yüzyıllarca surmüş yaşamlarına rahat rahat sığdırdıkları sayısız öyküsu var. Acıklıları da. 1850'lerde Fransa işgaline biraz fazla direnen Cezayir Emıri'nin zorunlu olarak konuk edildiği Amboise Şatosu'nda kaldığı odanın duvarındakı bir tablonun kıymna duştuğu Arapça günce gibi. Pek çoğunun daha yakın tarihten de anıları var. Son iki savaşta da karargâh, hastane, nekahathane gibi sayısız filme malzeme olmuş amaçlarla kullanılmışlar. Chenonceau'nun, konumu yuzünden başından gecenler ilginç. II. Dunya Savaşı'nda bır yakası Alman işgalinde, bir >akası "serbest bolge" olan nelırin uzerındeki dillere destan Chenonceau, yuzlerce yıllık geçmişinın en geçilmez yıllarını yaşamış 19401942 arasında. Ama Loire kıyılarının bütün zamanlannın en Önemli konuğu, ahir ömrünün en konforlu yıllarını buralarda geçiren Leonardo da Vinci. Clos Luce"de, Amboise Şatosu eteğindeki 15. yüzyıl Rönesans malikânesinde yaşamımn son birkaç yüında yorgun gözlerini bu uçsuz bucaksız yeşil derinliklerde dinlendırmiş. Bugun müze olan Clos Luce; görulmeye değer pek çok şeyin yanı sıra ustanın ünlü futuristik tasarımlarından önemli bir bölümunun, IBM kuruluşunun gerçekten çok "degerli katkılanyla" gerçekleştirilmiş uç boyutlu ahşap modellenni de barındırıyor. Helikopter, tarik, makineli tüfek, denizaltı, tekstil makinesi gibi. Yine de Clos Luce'nin tek gerçekten etkileyici bölümü, evin o dönemden kalma, başka deyişle Leonardo'yu görmuş Ozgun duvar süslemelerinden bir buçuk metrekarelik bir bölüm. Usta yukarda, sadece kartallann curet edebileceği yükseklikteki Amboise Şatosu'nun içindeki kuçük taş oyası gotik şapelde gömülü. Sular karanyor. Aşağıda nehrin kıyısındaki handan bozma barın ışıkları gittikçe çekicileşiyor. Barın çekici ışıklarının suyu da, belli etmemeye çalışsa da dunyanın 2. büyük silah satıcısı Fransa'mn pek çok değirmeninin suyn da, görmezden gelırsenız gerçekten ortaçağda yaşadığınızı sanabileceğiniz kadar iyi korunmuş yörenin tek ürperticı yapısından geliyor: Orleans Nukleer Santrau. Leonardo'nun tasarımları arasında yer almayan tek gelişme. Ne yazık ki Leonardo bile yenilıvor zamana. Orleanstan