25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CUMHURlYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER lir. (Bizde de uygulansa, bütün ozanlar ayağa kalkardı.) Avustralya yerlileri ise, daha da ileri gitmişler, birisi ölünce, adları öleninkine benzeyen bütün kişiler, başka adlar aLrlarmış orada. (Demek en değerli mulklerinden vazgeçebiliyorlar.) Hattâ ölenin adı bir hayvan, bir nesne... için kullanılan bir ad ise, konuşma sırasında ölenin anısının canlanmasını önlemek için, o hayvana, ya da o nesneye de yeni bir ad vermeyi gerekli görüyorlar. Değiştir babam değiştir! Öyleyse bu ad denilen şeyin pek değerli bir mal olmadığı anlaşılıyor. Ama Freud şöyle diyor: "tlkel insan için adın terael bir kişilik parçası. önemli bir kişilik miilkii olduğu ve bütün somul anlamını kendinde taşıdığı düşünüliirse, ad tabulan artık o kadar garip görünmez." Gerçi tabu dönemini çoktan aşmış bulunuyomz; ondan din dönemine geçtik, sonra da bilım dönemine vardık. Ama sözgelişi bizde göbek adlan peygamber adlarından seçilir. Kız çocuğuna ise peygamberin yakını olan kadınlardan birinin adı, gobek adı olarak verilir. Hıristiyanlarda, biraz değişik olarak, aziz adlan bu görevi yerine getirir. Tabu döneminden kaynaklanan bir gelenek olmalı. Gerçekte adlarla gosterdikleri nesneler (insanlar da içinde) arasında hiçbir özdeşlik yoktur. Adlar bir toplum anlaşması sonucu konmuştur (çünkü dil tümden öyledir), eğretidir. Fakat dil konusu ilk ele alındığında durum hiç de boyle değildi. Örneğin Platon, adlann, gosterdikleri nesneye benzediğini savunmuştu. Ona göre, sözgelişi S«lene (Ay) bileşik bir sözcüktü, demek iki sözcükten kurulmuştu ve "eskiyeni ışık" anlamına geliyordu. (Ay, ışığını her gün guneşten tazelediği için.) Ama bu, hiç de bir özdeşliği göstermez, olsa olsa bir tanım niteliğindedir. Üstelik Platon, yalmzca Grekçeyi ele aldığı için de yamlmıştır. Sözgelişi bizim " A y " d a hiç de o anlamı yok. Dilbilim'i yeni baştan kuran büyük bilgin Ferdinand de Saussure'e göre ise, dil doğayı taklit etmez. Örneğin "ağaç" sözcüğü bir gösterge (signe)dir ve bir gösteren (ağaç simgesi) ile, bir gösterilen (ağaç kavramı)den oluşur, dışarı ile bir ilintisi yoktur. Demek gösterge (bir göstergeler dizgesi olan dil) iki anüksal olay (çünku ses imgesi de fiziksel değil anlıksaldır) arasında olup bitiyor. Yineleyelim, dil doğayı taklit etmez, sadece toplumsaidır. Bizim adlanmıza çok bağlı olmamızın nedeni, belki de bireyimizi ortaya koymak, başkalarına benzemediğimizi tanıtlamaktır. Gerçekten de, tarihe baktığımızda, gelişme süreci içinde bireyin ortaya çıktığını görüyoruz. Soylu sınıftan olanlann, eskiden bir değil birçok ad almalan herhalde bu kaygudandı. Ama birey olduğumuzu tanıtlamak için ada ya da adiara sığınmak hiç de çıkar yol gibi görunmuyor bana. Çünkü öldükten sonra "ad bırakmak" ancak sanatta, bilimde öne çıkanlara, ya da toplumsal olaylara öncülük edenlere özgu olarak kalmaktadır. Kimi ölulerin ardından "yeri doldunılmaz" denmesi, gerçi onun bir birey olma başarısına erdiğini gösterir; ama yanhştır bu söz, çünkü başka bir birey o yeri almağa, doldurmağa hevesli olamaz. Olsaydı, birey olmaktan çıkardı, bir kopye olurdu. Başka bir deyişle, herkesin ancak kendi yeri vardır diyebiliriz, daha doğrusu diyebilmeliyiz. Ama gerçekten herkesin mi? Dün bir köpek ölüsu gordüm kaldınmda. Iri bir sokak köpeği idi bu. Belli, bir araba çarpmış, oldurmüştü onu. Adı da yoktu kuşkusuz, tür adı ile yatıyordu oracıkta. Bu köpek için "yeri doldurulmaz" diyememenin nedenlerini düşündüm. Evet, birey olma yalmzca insanlara özgü idi. Ama kalıtımlar, DNA'da yazılı buymklar, içtepiler, geleneksel inançlar, aile etkisi, toplumun baskısı düşünüldüğünde, insanoğluna birey olabilmek için çok az olanak kahyordu. Ama bilincinde olduğumuz, öz malımız saydığımız bir adımız var gene de. Öldüğümüzde, anarlarsa o adla anacaklar bizi. Ne olsa bir tesellidir. MELİH CEVDET ANDAY Adın nesne ile özdeş olduğu inancı çok yaygındır. Bu inanç, bütün küçük çocuklarda gözlemlenebilir ve bilim adamlarının yazdıklanna göre, ilkel toplumlarda tabu niteliğinde idi ad. Çocuklara ve ilkel toplumlara gelmeden unce, gördüklerimize, duyduklanmıza bakarak, bu özdeşlik duygu ve inancırun bugün de yaşadığmı rahatça söyleyebiliriz. Sözgelişi, kavgaya tutuşmuş olan kabadayı, karşısındakine, "Ulan, bana Ömer derler..." diye bağınr. Sonra ad benzerlikleri de şaşırtır kişiyi çoğu zaman; siz, "Benim adım Ahmet" deseniz, karşmızdaki, "A... benim amcamın oğlunun adı da Ahmet" deyiverir, dünyada milyonlarca Ahmet olduğunu unutmuştur sanki. İnsan adlarında gülümsetici olan bu durum, sıra hayvan, bitki adlarına geldiğinde oîdukça büyük bir değişikliğe uğrar; evimdeki tekir kediden söz açsam, burada, birey, kişilik söz konusu edilemeyeceğine göre, tur ve çeşit adı üzerinde pekâlâ anlaşabiliriz, tekir, pamuk gibi. Ama ünlü lngiliz ozaıu T.S. Eliot, hiç de bu görüşte değildir; kediler üzerine yazdığı, çok sevdiğim şiir kitabında, kedilerin üç adları olduğunu anlatır: Bunlardan birincisi, kediye tüy rengine göre verilmiş, oldukça genel sayılabilecek addır, tekir, pamuk, arap.. gibi. İkincisi, bizim ona keyfımizce taktığımız, onu ya anlatan, ya anlatmayan bir addır, Sultan, Hırsız, Minnoş.. gibi. T.S. Eliot, "Ama kedilerin bir adları daha vardır ki. onu yalmzca kendileri biliıier" diyor. Adlar PENCERE Kuyu... 14 ARALIK 1984 lumbağa'dan gelme olanlann tümü de kaplumbağa diye anılıyordu, çağrıhyordu. Herkesin aynı adı taşıması, belki karışıklıklara neden olur diye duşünülebilir, ama klân içinde bireysel aynmlar yoktu; herkes bir inançta, bir duyguda, bir korkuda yaşıyordu. Ne gereği var ayrı ayrı adların! Ama vardı ayrı ayrı adlar gene de. Sigmund Freud, yeniden basılan o çok sevdiğim, hayran olduğum "Totem ve Tabu" (Sosyal Yayınlar) adlı yapıtında, konumuzla ilgili şu sözü soyluyor: "Bir erkek çocuğun, erginlige giriş töreni sırasında aldığı yeni ad, Avustralya'da onun en has özel miilkiyetini oluştunır; bu yuzden bu adın gizli tutulması gerekir." Tıpkı kedilerde olduğu gibi. İlkel toplumlarda, ölüye dokunmak gibi. ölenin adını ağıza almak da tabu idi, yasaktı ve cezası ölümdü. Bundan korunmak için kimi önlemler alınırdı. Örneğin, Afrika'daki Massailer bu konuda çareyi, ölenin adını hemen ölür olmez değiştirmekte bulmuşlardır. Böyle yapılınca ölenin ruhunun, yeni adını bilmediği ve kendisinden sözedildiğini anlayamayacağı kabul edi Hani kediler arasında bile geçerli değil bu ad, sakhyorlar demek. Böylesi ada can kurban, hiçbir yanlışlığa neden olmaz çunkü. Yajasın şiir! Küçük çocuklara gelince, belki de denemişsinizdir, hiçbir çocuk, adının değiştirilmesine razı değildir. Ben bir gün, yeğenimin küçuk kızına, "Hadi senin adım değiştirelim" dedim, ağlamaya başladı çocukcağız; adım kendisi ile öylesine özdeşleştirmişti. Etnologlar, ilkel toplumlardaki ad sorunu üzerinde çok durmuşlardır, özellikle totem adları üzerinde. Bu klân neden Ayı'yı, öbür klân neden Kaplumbağa'yı totem olarak seçmiştir? Bilindiği gibi, totem, kabiienin atası sayılıyordu; demek Ayı'dan gelme olanların tümü ayı, Kap EVET/HAYIR OKTAY AKBAL Aile Büyüğümüz ŞAHIN OZTORUN'U Kozan'da yitirdik. Acımız büyüktür. 13 Arahk 1984 Değerli Eşim, babamız Safranbolu'nun Kiremitleri "Safranbolu'da, o koskoca, o güzel evlerde yüz, iki yüz yıl önceki vartıklı Anadolu halkının yaşantıları elle tutulurcasına görülmekte.. Geniş bahçeler, dalları yere eğilmiş meyve ağaçları, havuzlar. fıskiye sesleri, rahat sedirler. Bugün, hep özlediğimiz bir huzurlu yaşam! Ama nerde, arada bul o yasamı, o insanı bugünkü koşullarda!.. Bir de, Yüksek Anıtlar Kurulu bu evlerde oturunlara birtakım koşullar ileri sürüyor, onarımları şöyle yapacaksınız, bize rölöveieri yaptırıp göndereceksiniz, şu kadar içten, bu kadar dıştan fotoğraf, biz inceleyip size bildireceğız, evlerinizi uygun biçime ancak böyle sokabilirsiniz! Safranbolulu bir kişi sordu: 'Siz böyle bir evde oturur musunuz?' Romantik bir duyguyla 'Evet' demek belki olasıdır, ama bir de gerçekçi gözle bakarsak olaya?.. Oamı akar, onaramazsınız, çünkü ille de eski tuğla bulacaksımz; pencereler küçük, büyütemezsiniz; odalar kocaman, yüksek tavanlı, ısıtamazsınız. Mutfak, banyo gibi en önemli yerleri bugünkü uygarlığın koşullarına ne yapsanız uyduramazsınız... Zamana kimse dur diyemiyor. Uygarlık yeni anlamlar kazandı. Teknik gelişme en uzak yerlere kadar yayılmakta. Safranbolu'daki o evler geçmişin birer tanığı. Ama insansız kalrnaya mahkum... Hiçbir güç 'Sen o evlerde oturup, üşüyeceksin, acı çekeceksin, çok paralar harcaytp evini onaracaksm, bu tarih hazinesini koruyacaksın' diyemez o insanlara.. Devlet, alıro evleri, tümüyle mahallesiyle, sokağıyla, çarşısıyla sahip çıkar, korur, onarır, geliştirir. Bireysel çabalarla değil, ancak toplumsal güçle olur bu işler..." Bu benim 1978'de bu sütunda yayımlanan "Safranbolu'da Zaman" başlıklı yazımdan bir bolüm. Bir geziye gitmiştik, Safranbolu'yu görmüştük, o güzel yapılan incelemistik, konuşmalar yapmıştık.. Her şeyi iyiydi, güzeldi; ama Safranbolu halkının yakınmalan da vardı. Bunları da belirtmiştim o yazımda, tarihsel çevreyi korumak gerekliydi; ama bunu kişilerin çabasına bırakmak yanlıştı, bu işi ancak devlet üstlenebilirdi. Kimileri, bunu söylediğim için azıcık kızdılar. Ama gerçekleri, gerçek olarak görmek, yazmak gereklidir. "Milliyefie Nezihe Araz'ın "Safranbolu'ya 200 Bin Kiremit" başlıklı yazısını okuyunca altı yıl önceki geziyi ve yazdıklarımı anımsadım. Araz "Tarihi yapılan korumak için yasalar çıkanyor; yasaklar koyuyoruz. Mal sahiplerini sıkıya sokuyor, ama oniara gereken yardımı yeterince yapamıyoruz. Her mal sahibi, malını koruyacak güce sahip değil ki!.. Ne oluyor o zaman? Eski yapılar bakımsızlıktan bekleye bekleye kendi üstüne yMryor, durduğu yerde yok olup gidiyor" diyor. Safranbolu evierinin damında "eskitip1kiremit gerekli. Oluklu kiremit. Yeni tip kiremit konsa ne olur? Olmaz, çünkü tarihsel yap/'nın nitelıği değişır. Bu eski tip kiremit yapan yer yalnız İstanbul'da ımış; o zaman da bu konuyu anlatmışlardı bana... İs«^^ tanbul'dan Safranbolu'ya oluklu kiremit getirtip damını aktaracaksın. Bu eski tip kiremiti hem bulmak zor hem de pahalı... Bugün Safranbolu'da o eski evlerde oturanlar ise varsıl kişiler değiller. Demek kiremit derdi, sıkıntı altı yıldan beri sürüp gitmiş, bir çözüm bulunamamış... Nezihe Araz, Safranbolu evleri için 200 bin oluklu kiremit istıyor. Bunun Safranbolulularca sağlanamayacağını anlamış, sesleniyor: "Bir ortak işte, bir ortak amaçta birleşmek insanlara ayrı bir canlılık sağlar. Lütfen deneyelim. O evler yaşlı, yalnız\dar gelirti Ayse hanımlann, Mehmet babalann değil, hepimizindir. Oralara bilim heyetleri halinde gidiyor, dilimiz döndüğünce 'Aman evlerinize iyi bakınız, aman onları koruyunuz' diye nutuklar çekiyoruz. İyiamaneyle? Nasıl? Buna verecek cevabımız her zaman olmuyor." Oluklu kiremit gerek Safranbolu'ya.. Oluklu kiremit İstanbul'da bir iki yerde yapılıyormuş.. Kim, hangi parayla alacak bu kiremitteri? Hangi araçla götürecek ta Safranbolu'ya? Sayın Araz 200 bin kiremit sağlamak istiyor, "Nerdeyse bir banka lesabı açtıracağım, bağışlarınızı bekleyeceğim" diyor. Açsın bu hesabı da, kaç kişi, kaç para yatıracak görelim!.. O yıl Safranbolu'da bir de film göstermişlerdı: Bulgaristan'da korunan eski Türk evleri... Kim korumuş bunları? Devlet... Safranbolu'daki, yurdumuzun başka yerlerindeki eski evleri de devlet koruyacaktır, korumalıdır Kişilere bırakılmaz böyle değerler. Bırakılırsa kısa sürede yok olurlar. Aitı yıl örıce de bunu söyledim, bugün de söylüyorum. ÖZTORUN AİLESİ Değerli öğretmenimiz iyi insan HUSEYIN GÜLEÇİ Her zaman sevgi ve saygıyla anacağız Kaybedişimizin ikinci yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Eşi ve çocukları LeylaPınarDeniz Sözeıt ALİ SÖZEN'i İMZA GÜNÜ Ankara Anadolu Lisesi Mezunları İstek üzerine Cuma günleri saat: 18.00 e indirimli ek matine konmuştur. Teşekkür ederiz. KENT OYUNCULARI \ 15 Aralık Cumartesi Saat: 14.0019.00 Kuyu derindir, karanlıktır, soğuktur, ürkütücüdür. İnsan başını eğip kuyuya baktığında, içi çekilir gibi olur. Hele suyun parıltısını göremezse, tedirginliğin dipsizliğine düşebilir. Buna karşın, susuz çölde ya da sıcaktan çatlamış ovada kuyuya rastlamak umudu, insanın yüreğinı serintetir. O dipsiz görünen karanlıktan çekilecek suyu kana kana içebilmek isteği, yaşamın en güçlü güdüsüne dönüşebilir. • Eskiden Anadolu'da çoğu evde, bağda, bahçede, kuyu bulunurdu. Çocukluğumda kuyudan su çekmek pek hoşuma giderdi. Kuyudan su çekmenin kendine göre bir ustalığı vardır. Kovayı yavaş yavaş sarkıtırsın; suya değdiğinde aşağıdan yukarı şıpır şıpır bir ses yankılanır. O zaman elindeki ipi sağa sola, yukan aşağı hafif hafif oynatarak suyun kovaya dolmasını bekleyeceksin. Aşağıda olan bitenleri göremesen de, elindeki ip ağırlaşınca kovanın suyun dibine çekildiğıni duyumsarsın. Artık ipi kulaç kulaç çekmenin zamanı gelmiştir. Sabırlı olacaksın. Çünkü gereğınden hızlı davrandığında ipin çekülü bozulur; kova sağa sola sallandıkça, kuyunun taş duvaharına vurmaya başlar; hem sular saçılır dökülür hem kuyu duvarından taş toprak dökülebilir. Acemiler yüzünden çoğu kuyu kovası, eğri büğrü, yaralı bereli, yamru yumrudur; ya da deliktir; yukan çekinceye değin suyun yansı boşalır. Sonunda kova kuyunun ağzında görülünce, buz gibi suya kavuşursun. • Çocukluk yıllanmda içtiğim çoğu kuyu suyunun tadı damağımdadır. Aradan uzun yıllar geçse de eski evin bakımsız bahçesindeki kuyuyu nasıl unutursun? Terli terli su içerken kaç kez yakalanmışsındır: Oğlum! terlisin, hastalanacaksın! Geçmişin kuyusuna eğikdikçe karanlığın verdiği ürpertiyi kuyunun dibinde yarım yamalak pariayan suyun parıltısı dağıtır. Suyun ışıltısını göremesen bile ipi salıverdikten sonra kovanın suya çarpışındakı sesi duyabilirsin. Evet, oradadır su; tatlı, yavan ya da acı. Eski yılların yaşantıları da kuyu suyu gibidir; belleğın derinliğinde kımıltısız bekler. O kuyunun suyu değişiktir. Ayın ondördünde pariayan denize, güneş aftında aynalaşan göle, sisler ortasında gümüşleşen dereye benzemez. Kuyu suyunun çekiciliği, dibe doğru koyulaşan karanlığın yarattığı bilinmezlikten mi oluşur? Belleğinin yamru yumru kovasını kuyuya sallandırmadıkça o suyun güzelliğini duyumsaman olanaksızdır. * Yaş ilerledikçe hayatın ivmesi yavaşlar, hızı durulur; insan yaşamaktan çok yaşadıklannın anılarıyla yetinmeye zorlanır; geçmişin derinleştikçe koyulaşan kuyusundan su çeker gibi eski yaşantılarını güncellige taşımaya çalışır. Ne var ki ister tatlı olsun, ister yavan, ister acı; anılar yaşamaya susamışlığın susuzluğunu giderebilir mi? Çocukluğumda hem severdim kuyuları hem ürkerdim. Büyüklerin uyarılan, korkularımt kulaklarımda küpeleştırmişti: Çocuğum, yaklaşma kuyuya, düşersin! Artık geçmişte yaşanmış olanlan yeniden yaşamak olanaksızlaştığından istediğince eğil kuyuya... Şimdi ne bostan ne de bahçe kuyusu var ortalıkta; ama yine de korkarsın geçmişin kuyusuna eğilmekten; karanlığa doğru çekilmekten... Çünkü gününü yaşamak, hem de dopdolu yaşamak, doludizgin koşan bir atın yelesi gibi dalgalanarak yaşamak isteği yüreğini yakıyor. EVRENSEL KtTABEVİ Mithatpaşa Cad. 24 YenişehirAnkara 33 72 85 tSTANBUL TEKNİK ÜNtVERStTESİ REKTÖRLÜĞÜNDEN 2456 sayılı diploır.ası kaybolan İ.T.U. Teknik Okulu Inşaat Şubesi'nden 19671968 ekim dönemi mezunlarından Kamil Sancar'a duplicat diploma verileceği bu husustakı yönetmeliğin 6. maddesı uyarınca ilan olunur. Basıtı: 15059 ASİYE NASIL KURTULUR? Ürolog Op .Dr. BEN ANADOLU CÖNÜL SUÇLARI BİR CARİP 0 UELİ Unal Can Altıyol Kuşdili Cad. 21/5 Yıldız İş Hanı KADIKÖY Mua. Tel: 338 51 88 Ev Tel: 356 07 17 Pazar Hariç 1619 Şaka degil, toplam Ustelik bir kisiye \ "Belki de sıra sizde,,
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear