24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
30 Temmnz 1949 1 I 19491950 YUNUS NADIMUKAFATI j Şampiyonluklar Vesilesile | ı llllllllllllllllllllltllll Güreşimizin istikbali |I|||II!IIIIIIIIIIII!IIIII1!I1I!MM:IIIIIII llllllim!HUI!!1l!!«! IMI \ Hafızalı hesab makinesi nedir ve nasıl işler? Harab şehir: Harput yük olan Harput, bugün, hültuhırsunuz. Fakat bugün, örümceklerin metin yapıcı eline.muhtacdır. Harput, denilebılir ki, on do ağlarını yaydığı, kırlangıçların Turgud'Acay kuzuncu asır terakkilerinin öiü yuva kurduğu, yosun tutmuş, Akşehir,: Çay mahallesi me mahkum ettıği bir ortaçağ yağmur ve karlarm tesirile taşEğri sokak No. 22 şehridir. 1297 metre irtifaa tır ları çürümüş olan bu burçlar, armanan, yılankavi, dar, modern tık bir levendi, bır dizdarı, bir nakil vasıtalarınm seyrüseferin silâhşoru gizlemiyor. müsaid olmıyan yolu, onun ha Bugün Harputta bütün faalizın akibetinı hazırlamıştır. Esk: yet sönmüştür. Sokakları dolduŞehre, iki tarafı yüksek ağaçdevirlerin bu muazzam şehri ran kalabalık, köylüleri toplayan lar ve Belediyenin zoru ile aynı bugün Elâzığ vilâyetine bağl: pazarlar yoktur. Ancak ilkbahar renge boyanmıj bodur evlerin bır nahiye merkezıdir. ve yaz ona, canlıkk bahşedebılir. çerçeveledikleri biçimsiz bir topAsırlar boyunca sahib değış Sularmın hazin melodısini, rak yoldan giriliyordu. tiren Harput, nihayet Selçuklu derin sükutun içerisine akıtan îlk anda tozu dumana katalar zamanında Türklerın elins pmarlar, yosunlu duvarlar, ağ rak ilerliyen ve ciğerlerimi bir geçtniştir. Bugün her tarafta lamaktan göz yaşları tükenmiş kaç defa ağzıma kadar getıren oRomalıların, Akkoyunluların, O şadırvanlar, yüzlerce dükkânı tobüsün tesirinden de olacak manlıların izlerine rastlamak ihtiva eden geniş çarşı, seneler aman Antalyadan da, o meşhur mümkündür. denberi bir yolcu yüzüne hasret güzelliğinden de vazgeçtik, diye Şehir, büyük bir zelzele ge hanlar; velhasıl her şey mazide düşünmekteh kendimi alamadım, çirmiş, düşman tahribatına uğ yaşanmış olan refah, canlıhk Fakat külüstür makine kıyameti ramış gibi harab vaziyettedır. dolu bir hayatın izlerıni taşır. kopararak bir anda şehrin şirin Bu harabeler çölü ortasında; haBugün Harput bir hüzün di meydamna varınca, içimi huyat, güzellık dolu vahalar gıb yarıdır. Orada neşe yerıni derin dudsuz bir neşe kapladı. Küserpilmiş olan tarıhî âbıdeler bir ıztıraba terkeder. Harabeler çükken güzel oyuncaklar karşı"yükselır. Şehrin giriş noktasın üzerine bir yas tülü gibi, donuk smda duyduğum ve çoktandır dan biraz ileride, bir lâv deres görgelerini seren, seneler gor tatmadığım çocukça bır keyif gibi akan güneş ışıklarının al müş, eski yaşayışın muhteşem bütün vücudümü sarıverdi. Yortında parlayan kubbesile, asırhk dekorunda kök salmış meyva gunluğumu unutmuş, hem sağa, çınar ağaçlarmın gölgesine sı ağaçları, eski hatıraları kulağa hem sola palmiyeler altında ilerğınmış olan Kurşunlu camii; ö fısıldayan ılık rüzgâr, metruk liyen caddelere, tatlı şırıltılan tede bütün zarafetile (Akkoyun bir mezarlıkta olduğu giBî şah ile yolları ikiye bölen derecıklu hükümdarı Uzun Hasamn an lanan otlar; her şey insana hü lere, yer yer göze çarpan ve konesı tarafından yaptırılan) Sârâ zün telkin eder. kularını zahmetsizce burnumuza Hatun camii; karşısında seneleBu hal," Harputun türkü ve kadar getiren çiçek açmış pornn boynunu büktüğü minare mayalarına da sinmiştir. Onlar takal ağaçlarına bakakalmıştım... sile (Osmanhlar zamanında vü da bütün bir geçmışi okumak Sonra birden aklıma deniz geldi. cude getirilen) Camii Kebir göze mümkündür. Eskiden zevk ve Öyle ya şehrin meydamna kadar çarpar. şetaret dolu, ruh coşturucu bir gelmiş, sağlı sollu uzanan bulŞehrin oturulan yegâne semt ritme sahib olan türkülerin ya varları görmüş, fakat daha deburası olup, eski tabiî güzelliği vaş yavaş neşesini kaybettıği, nizin sesini bile duymamıştık. nin bir kısmını bugüne kadar derin bir yasa büründüğü görü Halbuki benim bildiğim Antalmuhafaza edebılmıstir. Güneş lür. Bugün Harputlunun teren ya, Akdenizde bir limandı. Kenziyasımn altın suyu gibi serpil nüm ettıği, kıvrak bır hava de di kendime: «H# halde liman diği çimenler uzerine dikilmiş ğil, yaralı bir kalbin vuruşlarını sehirden biraz uzakta» diye bir olan, her dalında sakrak sesli bir aksettıren, güftesi eski hatıra cevab uydurmağa 'mecbur olkuşu barındıran ağaçlarile, bu lar, bestesi kederle yüklü içli dum. ağaçların altında gırıldayan su mayalardır. ların tath nemlilığini teneffüs eEşyalarımızı iptidat, fakat teBu ölü şehrin hali Harputluya derek fışkıran yabani çiçeklerile da tesir etmiştir. Onun çehresin miz bır otele bıraktıktan sonra „ burası âdeta bir cennet köşesi de kederin çızdıği barız hatlar, bir an evvel şehrin köşe bucağıgibidir. zeki gözlerinin altında derin bir nı görmek için yola koyulduk... Harput, 10 u mütecaviz ha ıztırabın husule getirdiği parıl îlk olarak sol taraftaki caddeya mamı, yirmiye yakm camii ve tılar görülür. İlk bakıgta o, asık saptık. Ortada, yemyeşil çimler mescidi, üç kiliseyi bağrında surath, durgun bir insan inti ve gayet iyi bakılmış çiçek tarhtoplar. Bu hamamlar içerisinde baım verir; fakat onun, geçmi ları arasından atlıyarak, sıçrabilhassa Cimşit ve Hoca hamam şin hatıralar denizi içinde yü yarak ilerliyen sulann keyfine ları zarafet ve büyüklüğün gü zen ruhunu coşturduğunuz za diyecek yoktu. Bütün bulvar zazel bir örneğini teşkıl ederler. man, karşınızda gen, şatır bir rif Akdenız palmiyeleri ve çiDoğusunda asırların, yıkıcı insan bulursunuz. Onu bu hale çek açmış portakal, limon, tudarbelerine göğüs gererek ayak getıren, büyük bir sadakatle runc ağaçlan ile süslenmiş, gölta duran, kahramanlık destan bağlı olduğu güzel yurdunun gelenmişti. Biraz ilerledikten larının ve efsanelerin membaı meşum akibetidir. O, yıkık ha sonra cadde hafifçe daralarak olan Harput kalesi bütün aza lile dahi, cedlerinin yaşamış ol aşağı doğru kıvrılıyordu. Biz da metile yer alır. Kale, Bizanslılar duğu Harputu sever. Bugün Har beraber kıvrılınca akar suların tarafmdan büyük bir kayanın putta yaşıyanlar, bu ölü gehrin bırdenbire çoğalıverdiğini görüzerine inşa edilmiş olup, üç ta türbedan gibidir; onun başından dük. Şimdi hem ortadan, hem rafı uçurumlarla çevrilidir. Ka bir an bile ayrılmak istemezler. caddenin her iki tarafmdan, hatlenin yapılışı hakkında, bir çok Harputlu, eski âdet ve anane tâ boş bulabildikleri her köşeefsaneler mevcuddur. Harputlu lenne sadıktır: O halen, ecdadı den fışkırıp ufak şelâleler meybu kalenin, harcının sütle yapil nın giydiği şalvarı ayağında, do dana getirerek bazan da tamadığına ve onun bir tılsım üze ladığı şalı belinde taşır. Kadın men kaybolarak mütemadiyen arinde durduğuna inanır. Ona lar, bugün bile, yüzlerini peçe, kıyorlardı. Sularla âdeta konugöre, büyük su dehlizinin tava vücudlerini çarşaf altında giz şup eğlenerek gehrin muhteşem vardık. Bir nma kılla asılı olan güğümün erler. Güğümü omuzunda su parkının kapısına düşmesine kadar, kale ayakta doldurmağa giden genc kız, ör anda deniz, en şahane renklera duracaktır. Kırmızı taşlardan ya tüsüne sıkıca sarınmıştır. Yük bürünmüş olarak gSzlerimizin 8pılmış olan kemerli kapısı tek sek, beyaz badanalı evlerin, ka nüne seriliverdi. Bu, Insanı çegiriş noktasıdır. Kademeler ha fesli pencereleri arkasında bir ken, sevindiren, sonra da hayatın kısaldığuıı düşündürerek linde yükselen bir yolla kaleye kadın yüzü bile göremezsiniz. bedbaht eden bir güzellikti... çıkılır. Harputlu, dri, geniş omuzlu, Bütün bir mazinin, şahane sah kırmızı yaniklı yaylah yapısmı Park, bu iklimde yetişebilen nelerine şahıd, şanlı tarih sahi muhafaza etmiştir. Dindardır; felerinin yaratıcısı olan, bu geç beş vakit namazını asla ihmal hiç bir ağaç ve çiçekten mahrum tnişin yegâne yadigârım, ruhu etmez. Namaz kılmıyan bir in edılmemişti. Her taraf öbek ö> nuz ürpererek, gözlerinız yaşa an umumî bir nefret ve kine bek, rengârenk letafet dolu... rarak seyredersıniz. Bir damla hedef olur. Ezan vakitleri evle Tabıat ana ile parkı yaptıran göz yaşının billur yollarından rin penceresinden, bir ölünün vali bir olmuşlar, Antalyanın bu yürüyerek, mazinin hülya deko başında yapılan son dinî mera gahane köşesini hakikî bir cenruna dalarsınız: Yıkık, tuhaf biı im intibaını veren yanık Kur'an nete benzetebılmek için ellerin» küf kokusunun kapladığı, burç esleri akarak, ölü şehrin üzeri geçirebıldıkleri her fırsattan istilar içerisinde, kabaran bazulan ne yayılır. Biraz sonra, asırhk fade etmeğe çalışmışlar. Ağaçe yayları geren tunc renkli si minarelerden yükselen ezan ses lara karşılık şekil jekil lâmbaâhşorları görür, kılıclarm bir lerine Kur'an sesleri karışır. O lar, sulara karşılık üzerlerinden birine çarpmasmdan meydana aman Harputu dinî çehresile atlayan zarif köprücükler, bank« lar, yapma kayalar, heykelcikler, gelen çelik seslerini, «Allah jörürsünüz. bir Yunan sanatkânnın zevki ile Allah» nidalarını duyar gibi oTuristik bakımdan önemi bü yontulmuş taflanlar ve insanı • * • * • • III Pehlivanlığın ikbal devri Şer yüzünden hayır Şanlı mazi ile şanlı hali Güreş sporumuz değil istikbalimizdir Damanmızda ve Hiğimizde olan Güreşin üstünlük vasıflan Ecnebiler ne diyorlar? Yapılacak işler Yazan: Güreş Türkün yalnız sporu değil ezelidir. Tarih yapraklarındaki e=ki pehlivanlarımıza en yakın misal olarak «Türk Güreşi» nde (S. 39 238) flcinci Mahmud devrindeki «İkiz» i, Hıdır İlyas Efendınin «En; derun tarihi» nden naklen, sec 'li ifadesini de türkçeleştirerek, şöy> ?nlatmıştım: «Ikizin namı İkiz ama kendi tek, ve yeryüzunde kimse • • o k onu yenecek. Suhteoğlu dedikeri dev gibi iri yan bir pehlivan, kize okur meydan. İkizin kadrü laysiyeti berter, ve onun önüne geoilmez bir ejder olması...» tarihlerf e yapılacak incelemelerle bu çeşid misaller çoğaitılabilir. Bu sayede • •citabdaki Türk pehlivaru> meydana çıkacaktır. «Hayattaki Türk peylivam» nın en ikballi devri Sultan Azizin saltanatar.ma rastlar. Onları, aramızdaki canh şahidler sayesinde, bütun menkıbelerile öğrenmiş bulurıuyoruz. En heybetlisi Kavasoğlu Ibrahim olmak üzere, Arnavud Ali, Şamdancıbaşı İbrahim. Makamacı Halil, Hasahırh Abdürrahman. Koca Memij, Deliormanlı Karaahmed, Çorumlu Zeynel, ve içlerinde en çok muammer olan Aliço... Bunlar heybet heybet peylivanlardı. Fakat hepsi «mevziî» kaldılar. Çünkü Turkiyeden dışan çıkamamışlardı. Çünkü Sultan Azizin, böyle hususî pehlivanlarına açtığı ikbal onlan İstanbula mıhhyordu. Dünyanm onlardan haberi clmadı. *** Fakat kalabalıklardan vehme düjen Abdülhamid, İstanbulda güreşleri yasak edip, pehlivanlara yüz vermeyince Koca Yusuf, Karaahmed, Hergeleci İbrahim, Adah Halil, Kurtdereli Mehmed gibi büyük Türk pehlivanları Avrupaya ve Amerikaya gittiler. Bunlar 1898 den 1906 ya kadar tam on yıl garb âlemini önüne durulmaz bir kasırga gibi kasıp kavurmuşlardı. Türk pehlivanına yüz vermiyen Abdülhamid Türk pehlivanının cihan tahtını kazanmasına vesile oluyor. Şer yüzünden doğan en büyük hayır. On yıl garb âlemini bir tekne gibi sslladık. «Türk güreşi» o on yılın haşmetli destanını anlatır $ark ve garbin en doğru mehazlanna dayanan o kitabda bir satir mübalâğa payı yoktur. Kıstık, fakat şilirmedik. Zaten hâdiselerln kendileri o kadar büyük ki onları olduğu gibi ortaya koymaktan başka yapacak iş olamazdı. Sonra Meşrutiyet inkılâbı, iç çalkantılar, dış felâkeÜer, Trablus, Balkan, Birinci Cihan Harbi, mütareke, İstiklâl, kalkınma humması... Ve kırk yıl sonra tekrar dünya güreşinin en önüne geçişimiz. Üç yılda, ikisi Avrupa, ortası dünya olmak üzere, üç şampiyonluk. Yarım asır önce güreşimize dünya iğilmişti, şimdi Türk güreşi gene dünyayı iğdirdi. Yarım asır öncenln mirası, yeralü sulan gibi görünmeden. bugünkü dünya şampiyonUrımızın damarlarına akrruş demek oluyor. Nasuh Akarda Karaahmedin «yaman» hğından, Gazanferde Adalı Halilin «göz pekliği» nden, Celâl Atikte Hergeleci İbrBhimin «hünerbaz» hğından, Yaşar Doğuda Koca Yusufun «Tanrı vergisi» nden, Mersinli Ahmedde Kurtderelinin «acı kuweti> nden nasibler var elbet. Güreşimizin mazisi şanlı, hali şanîı, peki istikbali? *** Bir defa «Güreşimizin utikbali?» sorusunu önümüze koyunca bunun yaînız şampiyonluk manasına gelmediğini düşunmeliyiz. Şampiyonluk bir gelişmenin madde balinde hüceetlenmesidir. Fakat gaye değil. Çünku güreş, bir spor olmanın bile çok üstünde. bir millet davası olmak gibi en geniş bir heybet taŞ'yor. «Türk Gureşi» nde fıkrimizin sıklet merkeri hep şu esas hakikatler uzerinde kesafetleşiyordu: Güreş en tabiî. en sıhhî. en ucuz bir spar ve en milli tarafımızdır. GencJiğımizi en kestirme yoldan. en az feddkârhkla en çok şemere verecek şekilde, hem bünyece, hem secıvece kuvvetlendirip yükseltmenin volunu gureşle elde edebılirız. Onun ieın güreşimizin istikbaline bütün gencliğin. yani rrilletin istikbali diye bakıyonız. Evet, güreş sporlann en tabiisidir Bu hakikat hayvanlardan bile apacık anlaşılır. Horozlar, kazlar, develer, hep gureş yapıyorlar. ÇocukJuğumuzda, Edremidde yapılan deve güreşlerinde «kör tulü» dip dalarken «lok deve» onu boyunduruğa abp bastınvermişti. Ertesi sene «Avunyalı tulü» kendine dalmak isteyen «lok» ü gündeyle havaya kaldırıp iki ayak üstüne diktikten sonra hamutile beraber sırtüstü yere yuvarladıydı. Bizim son Avrupa turnesi vesilesile «frenk gazetelerinın hayranlıkları» ndan bahsederken haftahk Belgıque Sports'ın 2 nisan 1949 tarihli nüshasında Robert Gronier tarafmdan gureşçilerimiz için yazılan güzel yazıdan şu satırları nakletmiştim: «Güreş bütün sporlann en tabiisi, en eskisi ve en asilidir. Türkler, bu canlı ve o kadar da bediî olan bu spora bütün ihtırasİErile bağlıdırlar. Onlar köy duğünlerinde hep güreş yaparlar.» Son satırlarla frenk yazan güreşimizin ne kadar millî, yani ne kadar ıligimizde olduğunu apaçık soylemiş oluyor. «Türk Güreşi» yazılarının birincisi olup 27 ekim 1946 da çıkan «Biz olan tarafınuz» bas İsmail Habib Sevük derasyonu Başkanı Vehbi Emreye dedi ki: «Siz burada Avrupa şampıyonası yapmıyorsunuz. Bu güzel bina içinde bir güreş mektebı açmışsınız. Bütün Avrupalılara İ serbest güreş dersi verip durma tasınız.» Fransız güreş federasyonundan Paskal da Nuri Hocaya dedı ki: «Sizin zafarlerinizin sırrı ayaklannızı kullanmayı bilişinizden ileri geliyor. Ayak koldan daha kuvvetlidir. Bu mevzuda o kadar neşriyat yaptım, bizimkilere anlatamadım. Biliniz ki bu yüzden Avrupalılar size karşı en az on yıl geri.» *** Kuvvetimiz de, tekniğimiz de boyledır de, Avnupalı güreşlere 1928 denberi başladığımız halde gerçek kıymetimizi ancak neye son üç yılda çösterebildık? Sebeb belli. Ecnebi antrenörler bızi yetiştiremiyordu. Onlar güreşi sadece «dış kıymetler» le gördüler. Halbuki Nuri hoca bizim gureşçileri «iç zemberek» lerıle yakaladı. Onun muvaffakıyet sırrı yalnız antrenör ve hoca oluşunda değil «biz oluşu» ndadır. «Yenenler» eskiden de hazırdı, fakat «yendiren» yaktu. Nuri hocayla yendirene kavuştuk. Yahıız şu var ki ne tek antrenör bütun Türkiyeye yetişir, ne de Türkiye tek antrenörle teşkilâtlanabilir. Anrrenörlüğü de şebeke halinde derece derece, bölge bö!ge, merkez merkez teşkilâtlandırrr.ak zorundayız. , Sonra bütün Turkiyede ne kadar güreş kabiliyeti varsa meydana çıkarmak meselesi, bütün meselelerin baştacı. Geçen yıl Güreş Federasyonumuz «karakucak» için İstanbulda, bütün Türkiye namına bir başlangıc olmak üzere maçlar yaptırmıştı. Vehbi Emre gelen güreşçilerin bütük güreş tekniğini adamakılh bildiklerine memnun bir hayranlıkla sevinip durdu. Federasyonumuz bu yaz bunu vatanın 12 merkezine genişletmek emelindedir. Mesele yirmi bin liralık tahsisatı bulmaya bağlı. Bulunursa bu eylulde kırk, elli bin genc «karakucak» güreşlerıle hsrekete getirilecek. Demek ki üç beş mislile bu yekun da üç misli kabarmak imkânına malik. Hem antrenörlüğün şebekelenmesi, hem Federasyonumuzun bütün vatanı kucaklayacak şekilde genişlemesi. Bunlan son ve a>Ti bir yazı ile konuşmak gerekiyor. Yamız bu yazıya son vermeden güreş meselelerinde ne hazin ihmallerimiz olduğuna dair ufak bir misal söyleyeyim. Belde belde idman salonlarının çoğaltılması güreş gelişmesinin en esash ihtiyaçlarından biridir. Öyleyken devlet merkezimiz Ankara idman salonu bakımından korkunç bir yoksulluk içinde bulunuyor. Celâl Atik, Yaşar Doğu gibi dünya şampiyonlarımız, vazifeleri icabı Ankarada bu!unduklan için idmanlarını Halkevinin bodrum katında yaptılar. Bilirim o bodrumun ne olduğunu. Rutubetten ve taaffünden kafanızı sokup bir dakika nefes alamazsınız. Şampiyonlarımıza alkışlar, onlan omuzlarda taşıyışlar, onlara şükran borcu için çırpınışlar... Hepsi iyi, fakat dünyaya diz çöktürenleri öyle bir bodrum katının ufuneti içinde çürütmekten daha ayıb ne olabilir?. Anialya lıklı yazıda şunlan söylemiştik: «... Siz büyük şehirlerde çocuklarımızın top arkasmdan koşmasına bakmaymız. Onda dokuzu köylü ve kasabah olan bu memleketin büyük kalabalığında bugün dahi en köklü spor gureştir... Çocukta olan iliğimizde olandır. Milletler iliklerinde olanla millet olurlar. Güreşimiz ne yalnız bir spor, ne yalnız bir eglence; ona biz oluşumuzun davası diye bakmahyız. Böyle davalarda bir bayrak heybeti bulunur.» *** Güreş sporlann hem en sıhhî, hem de en bütün clanıdır. İnsan güreşte bütün bedenini kullanır. Futbol bacağın, voleybol kolun, boks yumruğun, fakat güreş; kol, bacak, bel, ense ve kafayla bütün vücudündur. Yuzmek de bir bakıma öyle ama senenin ancak bir kaç ayma mahsus. Güreş her vakit. her yerde yapılabilir. Güreşin en sıhhî bir spor oluşu yalnız bütün vücudü geliştirmesinden ileri gelmiyor. Bizde yılın yedi sekiz ayında, gerek yağlı, gerek karakucak, açık yerlerde yapılan güreşlerle vücudlerin derileri güneş vitaminile beslenir. Hep kapalı yerlerde idman yapan Avrupalılar gibi değil bizım güreşte ayrıca gökten gıdalanış var. Bu, garba karşı en mühim avantajımızdır. Sonra güreş bizde, yalnız en ucuz değil, en bedava bir spordur da. bütün sermayesi donla meydandan ibaret. Anadolu genci düğün demez, bayram demez, avlu olsun, tarla olsun, harman yerinde veya kıyı kumluğunda, ister mektebe gitsin, ister kışlaya, her yerde her zaman güreşir. Garbhlara karşı en rekabet edilemez tarafımız bundan ileri geliyor. Bütün köylerimiî ve kasabalarımız baştanbaşa birer güreş sahasıdır. Yüz btnlerle Anadolu çocuğu vatan toprağı üstünde sarma ve kündeyle haşir neşir olup duruyor. Onlar güreşimizin sonsuz eleman deposu. Hem de garblılar gibi tonik gıdalarla değil, daha ziyade sebzeyle beslendikleri için vücudleri daha elâstikî, bu yüzden kilo inmelerinde A%Tupalılara nazaran daha elverişlidirler. *** Güreşimizin istikbali için esas unsurlar nelerdir? En başta «millî sevği» geliyor. Bu unsur hiç bir millette bizden daha derin olamaz. sonra «kuvvet». Dünyaya «Türk gibi kuvvetli» «özünü mesel yapmış bir milletiz. Son Avrupa tumesinde bile Belçika gazeteleri: «Bir Türkten kuvvetli kim vardır? Bu, ancak iki Türktür» diye nükteler yaptılar. Fakat bugünkü, gerek serbest, gerek greko, Avrupalı güreşte kuvvetin tek başına işe yaramıyacağı Mustafa Çakmak, Saim, ve Bektaş gibi sad^ee kuvvetlerine güvenen güresçilerimizin başansızlıklarile bellidir. Kuvvet, bizim kahramanlık gibi damanmızda ama, bugünün cenğinde kahramanlık nasıl teknik vasıtaların kullanıhp bilinmesine bağlıysa güreş de tekniğe muhtac. Çok şükür teknik de, tıpkı kuvvet gibi, bizim damanmızda ve iliğimizde bulunuyor. 19 undaki Ali Yücelin o yaman sarmalarile kündelerinde asırların yaşı var. Milletlerarası Federasyon Başkanı Finlandiyalı Smets, bu sefer Spor Sarayında bizim Türkiye Güreş Fesabah köy kahvesinde, Murad dayının Kıbrıs eşeğinden bahsedüdi. Ondan sonra da köy mektebine yeni tayin edilen kadm öğretmenden... Osmanların Mertek Hasan: Ben burçak biçiyordum. Görünmeden çalılar aTasından gözetliyordum. Dogrusunu söylemek lâzımsa yeni hoca kadını pek gözüm tutmadı. Yedibenli Huriyeyi mektebin önünde gördüm. Kaltak karı allığı. rastığı sürmüş surüştürmüş^ o piçini mektebe koymak için yeni gelen hoca hanıma yalvanp yakanyordu. «Ben sizinle konuşamıyacak kadar kötü olduğumu biliyorum», diyordu. Ama ne yapayım ki size yalvaracak bir kimsem yok. Günah benim. Çocuğun ne kabahati var? Köylüler çocuğumun kendi çocuklarile beraber yömeşmesini istemiyorlardı. Sizden önceki hoca hanım da çocuğu mektebe almadı. Zavalhcağızla hiç bir çocuk konuşmuyor. Yanlanna yanaştığı için geçen gün taş atıp, kafasım yardılar. Çocak başından kanlar akarak ağlaya ağ' laya geldi» diye ağlamaya koyuldu. Göz yaşları yanaklanndaki allıkları yol yol eritip akıtıyordu.» Mertek İîasan sözünün burasında, «Tuh, ne kerahat şey!» diye >ere tükürdü Yerden kalkan sineklerin zırıltıs) arasında, «ben hoca hanımın kaltağı kovacağmı sanıyordum. Ne yapsın beğenirsiniz? Huriyenin başını iki avucunun arasına alınca bağrına bastı. Hem de az daha o da ağlayacaktı. Ehıdaklarmın titrediğıni gördı*n. Bu doğrusu pek kötü. Sakın Huriyenin takımmdan olmasın? Gencliğine, şahbazlığına yanarıro doğrusu», diye anlattı. Haf ızalı hesab makinesinin Ticarethanelerde kullanılan hesab makineleri artık harcı âlem bir şey oldu. Üzerinde rakamların yazıh bulunduğu düğmelere basarak ve cem, tarh, darb veya taksim manivelâsmı harekete getirerek netıceyi bir iki saniyede almak mümkün. İşin en muhim tarafı, tabiat yapısı insan dimağınm hata etmesi ihtimaline karşı bu insan yapısı makinenin böyle bir kusur işlemek tehlikesi yok. Makine bozulabihr; fakat o zaman yanlış netice vermez. «Ben bu hesabı yapamıyacam» der gibi zıngadak durur! Hesab makinelerinin gerek bu bakımdan, gerek çabukluk temin etmesinden ticaret hayatmda çok faydalı bir rol oynadığı muhakkak. Fakat «hafızalı» hesab makinesi onu kat kat geçiyor. İlk defa olarak İngılterede Manchester üniversitesinde kurulan bu makine, şimdiki halde büyük bir salonu işgal ediyor Lâkin ileride daha küçük tipleri yapıldığı takdirde bunu yazıhanelere kadar almak kabil olacaktır. Hafızalı hesab makinesinin yeniliği ve üstünlüğü muhtelif ameliyelerin neticelerini zaptetmesi, istenildiği kadar saklaması ve istenildiği zaman vermesidir. Alelâde hesab makinelerinde aynı anda yalnız bir ameliye yapılır ve bunu gene insan eli idare eder. Meselâ 145 ile 14 ü darb edeceğiniz zaman sıra ile evvelâ 1, 4, 5 rakamlarma, sonra 1 ve 4 rakamına basar, daha sonra X işaretli duğmeyi harekete getirirsiniz, Çıkacak yekuna 132 ra kamım ilâve etmek istiyorsanız evvelâ mazrubun neticesini alırsmız: 2030; sonra ikisini ayrı ayrı, makine üzerindeki düğmelere basarak kaydeder, j işaretine dokunursunuz, sonra kolu çevirip, neticeyi gösteren levhaya bakarsınız. Diğer ameliyelerde de böyledir. Hafızalı makinede ise aynı anda bir çok ameliyeleri yapmak kabildir. Istediğiniz rakamları yapacağınız ameliyeleri arka arkaya kayde, makineyi harekete getırirsinizMakine bunlardan evvelâ birini yapar, neticeyi kayıd ve hıfzeder, ondan sonra ötcki rakam ve ameliyeere geçer, size umumi neticeyi bildirir. Fakat bu, kolay bir iş değıldir. Hafızalı hesab makinesi boyu yerden tavana kadar varan ve eni bir merteyi geçen 15 bloktan müteşekkildir. Bunların uzerinde bir alay düğme, manivelâ, ibre ve tel vardır. Makine elektrikle isler ve 1300 valf, 8 katod çuaı tüpü, binlerce mukavemet ve kondensatör bobininden mürekkebdir. Bu kadar karışık bir makineyi kurmak, her halde çok zor bir iştir. Fakat kullanmak gayet kolaydır. Büyük bir salonu kaplayan bu tertibat ve teçhizatın ortasrnda küçük bir masaya geçen her hangi bir insan, muayyen düğmelere basarak ve önündeki levhava bakarak en blokuııdan biri uzun sayılı hesabların neticesini bir lâhzada öğrenebilir. Hafızalı hesab makinesi, elektrikle işlediği için, son derece büyüi bir süratle çalışır: 13 haneli iki rakamı birbirile cemetmesi bir sanlyenin binde ikisi kadar kısa bir zaman alır. Bu makine riyaziyecilerin ve heyet âlimlerinin işlerini çok kolaylaştırmıştır. Rasadhanelerde yüdızlarm mesafelerıni, ışıklarının süratini, hareketlerinin hızını ölçerken on, on beş haneli rakamları elle vs adi hesab makinelerile kaydetmek çok uzun zaman alır. Halbuki bazı tetkiklerde hesabın gayet çabuk yapıhnası ve aletlerin ona göre ayarlanması lâzımdır. *** Hafızah hesab makinesi son se nelerin en büyük keşiflerinden ve asnmızm harikalarından bıri olarak kabul ediliyor. Bu sahadaki a raştırmalara İngiltere ve Amerikada hemen hemen aynı sıralarda baş lanmıştı. İngilterede Teddington Devlet FizLk lâboratuarlarmdai Cambridge ve Manchester üniversitelerinde Amerikada da Princeton üniversitesinin ileri arastırmalar müessesesinde uzun zamandanberi bu iş üzerinde uğraşılıyordu. Nihayet, bu mühim makineyi icad ve imal şerefi tngiliz âlimlerinden Prof. Williams'a müyesser oldu. Prof. Williams şimdi hafızalı h sab makinesini daha basitleştirmeyı ve küçü4tmeyi düşünmektedir. Zira bu mühim keşıf. şimdiki hali ile, gerek masraf, gerek kullanış bakımmdan, ancak lâboratuar, rasadhane vesaire gibi büyük ilim müesseselerinin kapısından içeri girebiliyor. Halbuki bir icadrn umumî hayatta yer alabilmesi için her keseye ve her kapıya elverişli olması lâzımdır. Prof. Williams bu hususta ümidli bulunuyor. Ona göre, bütün icadlaı başlangıcda büyük eb'adlar üzerine hazırlanır. Çünkü mucidin, cserıni bir an evvçl ortaya çıkarmak a r r ı su, işi ince bir şekle getirmek düşüncesinden üstündür. Bundan başka, her şeyin incesi hem uzun emek, hem de tecrübe eseridir. Iık numunenin muhtelif kısımlan j a vaş yavaş daha ufak şekle konulur! bazı parçalar daha basitleştirilir. bu suretle, en mütekâmil ve kullam;lı şekil ortaya çıkar. Profesör, hafızalı hesab maKinesinin de bir gün o safhaya geleceğini ve en fazla büyük bir buz dolabı hacmine kadar ineceğini ümid etmektedir. Fakat, bu icad o kadar mürnmdir ki daha şimdiden bir çok büyuk ticarethaneler, fabrıkalar ve sanayi müesseseleri, makıneyi bugünkü şeklile almaya ve ona binalarında bir oda tahsis etmeye hazırdırlar. Çünkü, bu harika makine bir çok memurun emeğinden tısarruf etmeye imkân verecektir. O Küçük Hikâye Parmak Damgası Yazan: Halikarnas Balıkcisı = 5 diye tekrarladı. Makinenin tiresi çat diye koptu. Makinenin gürültüsü apansızın kesiliverince, çocuk bütün hıziyle sahverip de tutamadığı sesinin sükut içinde çınlayışından korkarak durdu. Seniha, «durma oku kızım», dedi. Makinenin mekiğini düzeltti. Tirenin ucunu dudaklan nın arasında ıslatıp sivriltti. Iğne deliğinden geçirdikten sonra makineyi gene işletti. Makinenin gürleyişi çocuğa emniyet verdi. Bu>ük bir dağı tırmanıp aşanlara has gururla, «Gel Cin... Cin... Cingözüm», diye bağırdı. Seniha, «hah, iyi!» dedi. Çocuk, «güzel kürlü kür... kür... kü» diye haykırdı. Seniha, «kürlü dekil kürklü», derken makine gene bozuldu. Seniha, «Allah belâsını versin!» dedi. Çocuk da kitabda öyle yazılmış olduğunu sanarak bütün Süleyman böyle anlatırken mek bir muamma, her çalı kümesi fırrr, tebde bir gürültü, kıyamettir kop cakcak ötüşlerüe keklik uçurabiletu. cek olan bir mucize, ve her çiçek, Horuz ötüjleri, kuzu melemeleri, toprağm mahremiyetini bildiren keklik cakcakaları, köpek havla bir müjde olmuştu. Ne var ki bazan pek açık mavi yışları, kedi miyavlayışları mektebin açık pencerelerinden, yekpare havalarda peri masalları da kâr etkürültü halinde çıkıyordu. Kahve miyordu. İjte o zaman Seniha dekilerin, çocuklar akıllarını mı «haydin çocukkr, hepimiz de alaoynattılar diye ağızîarı açık kaldı. bildiğimize şarkı söyleyip gürültü Mesele şu idi. Öğretmen Seniha, yapalım» diyordu. Bunun üzerine çocukları, hayvanı natık sayıyor kızıl kıyamet kopuyordu. du. Yani söz söyler, konuşur çeşidBir gün Seniha kendi odasında, den canlı bir mahluk. Ve işte bun mektebe geç girdiği için pek geri dan dolayı çocukların saatlerce ses kalmış olan Kezbana (yani Yedisiz olarak yanyana durmak zorunda benli Huriyenin kızına) ders veribırakılmalannı gayritabiî buluyor yor, aynı zamarda eski bir dikiş du.. Onlann artık sıkıntıdan patla makinesinde, kasabadan getirtmiş mak üzere olduklarmı anlayınca olduğu Amerikan bezinden kendionlara peri masalları okuyordu. sine don dikiyordu. Dikiş makinesi Çocuklar, gözler faltaşları gibi açık, tam yolla işleyen bir fabrika kadar kulaklar gerili, pürmerak dinler gümbürdüyordu. Çocuk, sesini dulerdi. Bu masallar sayesinde kup yurabilmek için olanca soluğile, kuru köyün her beş kuytuluğu ço «psigelpısipisi» diye bağırdı. Secuklarda tecessüs uyandıran hoş niha da, «Evet! «pisipisipiâijjel», gücü kuvvetile «Allah belâsını versuı», diye haykırdı. Bu sefer Seniha makaraları salıverdi. Onun güldüğünü görünce çocuk da gülüyordu Fakat odaya birisinin girdiğini görmemiş oldukları halde duymuş olacaklardı ki Seniha ile çocuk dönüp baktılar. Kapıda yirmi seKiz yaşında çam yarması bir delikarJı, yani balıkçı Mahmud, elinde beş okkalık koca bir sinagrit tutarak duruyordu. Sanki odanın yamyassJ tabanı, dalgalarla sallanan kayık farslarıymış gibi, bacaklanru birbirinden açık tutarak ve omuzlarını sağa sola sallayarak yürüdü. Yalpaîı yürüyüşüne sanki oda dar geliyor, geniş omuzlarile bir dolabı veyahud bir masayı devireceğinden korkuyordu. Bu deniz yürüyuşünün münasebetsizliğinden doia>n, yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Alrutıda boncuk boncuk ter damlalan kabarıyordu. Senihanın önünde durdu, «sİ2e bir balık getirdim, dedi Seniha, Mollalarm Süleyman, köyiin kır sakal, çankh erkânıharblerindend:. Askerliğinde karısı tarlayı sürecek parası olmadığını yazmıştı. O ds mektubunun sansür edileceğini bilerek, kansına tarlâda gömülü martin tüfeğuıi çıkarıp satmasmı yazmıştı. Askerlik daıresi kadına msrtini çıkarmasını söyleyince, lcadın bütün raasumiyetile ne martıra,, ne de gömülu bulunduğu yeri bilmediği cevabını vermişti. Martini bulmak için tarlayı sürülünce, Süleyman karısma, «artık toprak süruldü tohumu bas», diye yazmıştı Mollalarm Süleyman, nargilesini tokurdatarak lâfa kanştı: Sizlere de hoca beğendirmek güç! Bundan öncekinden çektiklerimizi unuttunuz galiba. Çocuklara baktığı yoktu. Hk yıl Yahşiler köyünün hocasile aşna fişnaya daldı. Genclik hali bu ya! Bülbül zamanında öter. Bunların da çağı şimdidır. dedik. Hele hayırlısile başgöz olup dünya evine bir girsinler, ondan sonra selânıetle çocuklanmıza okuma öğretirler, dedik. Eh, evlendiler. Ertesi sene muallime hanım gebe kaldı. Biz bile gebe eşeğe fazla yük sarmayız. İnsan hali bu, gebe kalır da, kalmaz da, hele hayırlısiyle sıpalasın da sonra çocuklara ders belletir, dedik. Neyse duamız kabul olundu ki kadın kazasız belâsız doğurdu. Bu sefer de ortaya çocuğu emzirmek meselesi çıktı. Bizim çocuklar meme emeı de onunkisi emmez olur mu? dedik. H t M çocuğu memeden kessin de sıra«mzim çocukların okumasına gelir, dedik. Fakat ne gezer? Bu sefer de kocasile dalaşmaya koy'.ldu. Allah için söyleyiniz. Bacılarla hırgür her erkeğin nasibidir. Allah böyle kısmet etmiş. Fakat bacılarla kavgalıyız diye tarlayı sünnekttn geri kalmayız ya? Vay anasını! Kadın öfkesini çocukların kulaklarından aldı. Kör Hüseyinin oğlunun kulaklarmı görmüyor musun? Ikisi de uzun marula döndü. Akşamın alaca karanlığında oğlan önüme çıkınca hâlâ bu sıpa acaba kimin, diye merak ederim. Şimdi güz«iiın hocayı buldunuz, tertemiz kızcağızda kusur ararsınız...» Yedibenli Huriyenin çocuğu için yapılan dedikoduları duymuş oiduğundan, ve çocuk da yanında görüldüğünden utandı, Mahmuda «çrk büyük, kim bilir ne kadar pahalıdır,» dedi. Öteki, «parayla değil hoca abla. Avımız bereketli oldu. Fakir fukara çocuklanna ders veriyorsunuz da...» dedi. Ötesini getiremedi. Yüzü büsbütün kızardı. Balığı bir yere asınca odadan âdeta kaçtı. iki, üç gün sonra Seniha çocuklan kır gezisine çıkardı. Orada kimseler yok diye cak.. cak.. çak ederek keklik taklidi yapıp sekerken önüne gene balıkçı Mahmud çıktı. Elinde bir sepet tutuyorrhı. İçinde fındık büyüklüğünde ve lâciverd mersinler ve bir de dağ çiçeği demeti vardı. «Bugün a'ladan size getirdim hoca abla» dedi, kızardı. Kız kuş gibi hoplayıp sekerken görüldüğü için Mahmuddan fazla kızardı. Aradrn bir hafta geçince balıkçı Mahmudun bir akrabası, Zeyneb ka dın, Senihaya gidip balıkçı Mahmud namma kendisini zevceliğe istedi. Ona, «okuması, yazması olmıyan bir balıkçıya varmıyacağınızı b;liyorum. Ama ne yapayım, adam çok yalvardı. Ona dönüp varmıyacağınızı diyeceğim değil mi?» dedi. Kız gene kızardı, «hayır git :ana varıyor de» dedi. Mahmuda, «sen o kıza . . a, cahilin birisisin, bir gün kar.icahilliğini yüzüne çarpar» iediler. Mahmud «hayır, çarpmazl» diye cevab verdi. Kasabada nikâhlan kıyıhyordu. Nikâh memurunun önündeydiler. Nikâh memuru Mahmudun jkuma yazması ofeıadığını bildiği için j j kâh defterinde imza yerini göstererek «parmağınızı basınız» dedi. Sonra kalemi hokkaya bmdırarak Senihaya sundu. Kız, «istemem \eşekkür ederim» dedi ve kocasjrun parmak izinin yanına, kendi parmağını basü. parkm cazib köşelerine çeken asfalt yollar... Etraf o derece güzel kı insan, sırf akşam üstleri bu parkta oturup lâtıf kokuları içine çekebilmek için Antalyab olmağa razı olurdu. Fakat beni asıl cezbeden şey parkm yüksek kayalıklarından denizi seyretmek oldu. Buranın denizi koyu lâcivert renklere bürünmüştü. Muntazam fasılalarla beyazlaşarak Antalyanın sarp kayaları ile oynaşmaktan da kendini alamıyordu. Karşı sahılde yüksek mor dağlar, diplennde uzanan uçsuz bucaksız tabiî plâjlarla büyük bir kavis çiziyorlardı. Parkın hemen sağ köşesinde şirin bir balıkçı köyünü andıran, liman görülüyor. Ufak motörler, alacah bulacalı kayıklar, sedler halinde tepeye doğru yükselen evler ve sakin sakin konuşan, ağ ören, şakalaşan balıkçıları ile bu ufacık liman apayrı bir âlem... Cenneti, hem de kehmemn tam mânasile cenneti yeryüzunde bulamıyan bedbahtlara Antalyayı gördükten sonra acımamak elden gelmiyor. Antalyada susuz bir köşe, şelâlesız bir sahıl bulmak ımkânsız gibi. İşin asıl garıb tarafı da suyu bu kadar bol ve meydanda olan bir şehrin ne içecek, ne da kullanılabilecek bir suyu bulunmasıdır. Halk bu yüzden büyük sıkmtılar çekmekte ve hastalıklara uğramaktadır. Zavallılar sabahtan akşama kadar su şırıltılan içinde susuzluktan kırılıyorlar. Halbuki Antalya bu gibi' işlerde ihmal edilemiyecek kadar ehemmiyetli bir vilâyetimizdir. Gönül ister ki memleketimjzin bu güzel köşesi bir an evvel susuzluk derdinden kurtulsun ve muntazam yollarla Türkıyenin her tarafına bağlanarak mükemmel bir turist şehri olsun... Eeee ümid dünyası bu... Haldun Parmen Şişü H. Gazi caddesi
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear