16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 MAYIS 2020 6 EKONOMIK OLAN BU KRIZ KAPITALIZM TARIHINDE TANIK OLUNAN, BILINEN HIÇBIR ŞEYE BENZEMIYOR Borçları kim ödeyecek?.. ILO’ya göre, dünyada çalışma saatleri 2020 ikinci altı ayında yüzde 6.7 oranında azalma yaşayacak ve bu da tam zamanlı 195 milyon iş kaybına eşdeğer. BM tarafından yapılan bir çalışmaya göre, bu krizin getirdiği faaliyet azaltılması ve iş kaybı nedeniyle 500 milyon kişi fakirlik seviyesine düşecek. L C AURENT ORDONNIER* K rizin vurduğu darbenin etki sinde, kamu borçları dağının eteklerinde bulduk kendimizi, üstelik devletler ve sosyal sigorta sistemleri de bu şoku yaşayarak üretimin düşmesiyle ortaya çıkacak hasar ve yoksulluğu telafi etmeye çalışırken yüzleşecekler aynı kamu borçları dağı ile. Peki bunu kim ödeyecek? Kuşkusuz bu soru birincisi kadar ilginç ancak birinci faturayı görmediysek de ikincisi (devletlerin taşıdıkları borçlar) krizin gerçek maliyeti olarak ortaya çıkacak gibi. Aslında bu maliyet, devletlerin doğrudan taşıdıkları üretim sınırlamaları payı ile bahsi geçen ilk maliyetin, krizden etkilenen kurumsal temsilci kategorilerine yeniden paylaştırılmasının toplamı. Devlet de, şirket ve haneler gibi üretimin sınırlanmasının etkilerini doğrudan hissediyor ve bu kayıplardan payını vergi kazancı yokluğu şeklinde alıyor (kurumlar vergisi ve gelir vergisi, KDV ve petrol ürünleri vergileri vs.). İflaslar artabilir Dünyanın her yerinde şirketlerin vergi harcamaları ve sosyal harcamaları ertelendi, şirketlere kredi kolaylıkları ya da garantileri teklif edilirken haneler için (tam ya da kısmi) işsizlik tazminatı biçiminde gelir desteği sunularak destek önlemleri muhafaza ediliyor ya da güçlendiriliyor. Yarın, (üretim az çok işlemeye devam ederken) borçları gözle görülür şekilde artan zor durumdaki firmaları kurtarmak için kuşkusuz borç nakilleri, yeniden sermayelendirme, devletleştirmeler gerekli olacak. Koronavirüs öncesi zaten endişe verici bir seviyede olan borçlanma seviyesi, büyük iflasların da habercisi niteliğinde çok üst seviyelere çıkabilir. Ekim 2019’da bu durumun adeta habercisi gibi olan ve dünya genelinde GSYİH’nın 4 puan gerileyeceğini varsayan bir çalışmada IMF, riskli olarak nitelendirilen firmaların borç stokunun ani bir şekilde 19 trilyon dolara çıkarak 2021 yılında özel şirketlerin borç tutarının yüzde 40’ına erişeceğini varsayıyordu (3) . Mevcut krizde tahmin edilen üretim kaybının bu felaket senaryosundakine göre şimdiden iki katı fazla olması nedeniyle, hesaplamaların yeniden yapılması gerekecek. Devletler bu krizden birkaç ay öncesine göre daha da borçlu çıkacaklar. Böyle bir eklenmeyi kimin ödeyeceğine bakmadan önce, iki noktayı açığa kavuşturalım. Öncelikle, bir devletin üstlendiği borç maliyeti, alacaklılara gelecekte (beş, on ya da otuz yıl sonra) borçlarını iade edeceği anlamına gelmiyor. Devlet genellikle “borcunu uzatmayı” beceriyor ve alacaklılar eski kağıtları yenileri ile değiştiriyorlar. Yani bütün alacaklılara geri ödemeleri yapılıyor ama borcu ödenmiyor. Öte yandan, devletlerin borçlanma ihtiyacının zirve yapışını takip etmek için gerekli fonların mevcudiyeti konusunda endişelileri rahatlatmak gerekiyor. İktisatçı Bruno Tinel’in zarif bir şekilde ifade ettiği gibi; “Çok fazla borç olduğunu düşünüyorsak, tutarlı olmak adına çok fazla tasarruf olduğunu da söylemek gerekir (4)”. ‘Korku’ gücü... Devlet için borçluluğun gerçek maliyeti, borçlanılmış sermayesinin amortismanı değil çünkü gerçek maliyet aslında her yıl alacaklılarına ödemek zorunda olduğu faiz tutarı. Dolayısı ile burada sorulması gereken soru şu: Bu maliyet topluluk adına uzun vadeli olarak desteklenebilecek mi ve yoksa bundan kurtulabilir miyiz (ve nasıl)?.. Şu an için, OECD’ye üye başlıca devletlerin kamu borçlarının faiz oranları fırlamış değil. İspanya, Portekiz, Yunanistan ve İtalya hala yüzde 1 ila yüzde 2 arasında nominal faiz oranı üzerinden borç alabiliyor. ABD, Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere’de Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tahminlerine göre, dünya genelinde iş gücünün yüzde 38’ini temsil eden 1.25 milyar işçi bugünkü koşullarda ciddi bir üretim düşüşü ve işten çıkarma riski ile karşı karşıya olan sektörlerde istihdam ediliyor. Kilit sektörler arasında perakende ticareti, otelcilik, restoran ve imalat yer alıyor. oran yüzde 1’in altında. Enflasyon dikkate alındığında bütün bu devletler sıfıra yakın hatta eksi reel faiz oranında borç alabiliyor. Mali aktörler kamu borçlarının yükselmesi sonucu panik olmasalardı ve devletlerden korkunun ücretini talep etmeselerdi (bazen “risk sever” adı altında anmayı sevdiğimiz bu insanların ana gücü: korku) kamu borçlarının maliyeti desteklenebilir kalabilir ve kimse ödemek zorunda kalmazdı. Peki ama panik firmaların ve hanelerin tasarruflarını yöneten mali aktörleri (emeklilik fonları, yaşam sigortası fonları, karşılıklı sigorta fonları ve bankalar) esir alırsa ne olur, devletler ve para otoriteleri ne yapabilirler böyle bir durum karşısında? Bir panik olacaksa seçici olurdu ve Avro bölgesindeki farklı devletlerden talep edilen faiz oranları yelpazesi yeniden açılıverirdi. Güney kuzeye oranla daha fazla tehdit altında olurdu kuşkusuz. Böyle bir durumda, 2012 yılında Avrupa Merkez Bankası’nın açmış olduğu “şemsiye”o dönem kurumun başkanı olan M. Mario Draghi “Avrupa Merkez Bankası Avro bölgesini kurtarmak için gerekli olan her şeyi yapacaktır” açıklamasında bulunmuştu parasal genişleme olarak anılan politikanın uygulanmasında açık kaldığı gibi yine açık kalmaya devam edecektir. Avrupa Merkez Bankası’nın aşırı satışı söz konusu olan devlet borçlarını (aşırı satış bu borçların faiz oranlarının artmasına neden oluyor) ikincil pazarlardan satın almaya hazır olduğunu söylemesi ve bu vaatlerin inandırıcı eylemlerle doğrulanması belki halen yeterli olabilir. Ancak hiç kimse şu an için kamu borçlarının birikiminin ne olacağını ya da hangi miktardan itibaren (GSYİH’nın yüzde 120, yüzde 150, yüzde 200’ü?) bir güvensizlik oluşturacağını söyleyebilecek durumda değil. O kadar ki son çare bir alıcı olasılığı bile rahatlatma yaratamayacak. Bu kritik eşik, tasarruf sahibini teskin edecek uygun ve parlak seçenekler çok fazla olmadığından oldukça yukarıda olabilir. Öte yandan yeni bir zorunlu iflas senaryosu da göz ardı edilmemeli. Böyle bir durumda bu kamu borçlarının bir kısmından kurtulmanın ya da yükü etkisiz hale getirmenin yollarını düşünmek gerekecek. Kısacası “Kim ödeyecek?” sorusunu sormak gerekecek. Çıkmazlarla çevrili Krizin eriştiği bu şiddet seviyesinde herkesçe bilinen alet kutusunda halen eksik bir iki anahtar var. Les Echos gazetesinde yayınlanan bir makalede, neo klasik teorinin (elli yıldır hâkim olan ekonomik akım) önde gelen Fransız isimlerinden ve isim benzerliği nedeniyle yanlışlıkla Nobel ödülü olarak anılan ama asıl adı Alfred Nobel anısına ekonomik bilimler dalında İsveç Bankası Ödülü olan ödülün 2014 yılı kazananı Jean Tirole, kendi kuramının sınırlarını aşmak zorunda kalarak komşularından farklı enstrümanları ödünç almak durumunda kalıyor (5) . İktisatçı Tirole, kamu borçlarının pat lamasına yanıt olacak dört çözüm önerisini ele alıyor. Birinci öneri bu kamu borçlarının bir kısmının tanınmaması. Tirole aslında bu seçenekten onu ortadan kaldırmak için bahsediyor gibi: Bu işlemi “hassas” olarak nitelendiriyor zira bu seçeneği uygulayacak devletlerin şanına uzun süre leke sürecektir. Hemen yeniden borç alamayacaklarından bu devletler, bütçelerini bir an evvel dengelemek zorunda kalacaklardır ki bu da aslında ekonominin hiç de ihtiyacı olmayan bir dönemde negatif bir talep şokunu da beraberinde getirecektir. Yani Tirole’e göre, gerçek bir çıkmaz söz konusu. Zengin sınıfları ve rantı dahil eden bu icra yöntemi sanıldığı gibi her zaman zararlı olmadı. Bazı dönemlerde bu yönteme başvuran devletlere hızlı bir iyileşme imkânı sundu (6). İkinci çözüm yeni borçlanma ihtiyacını yavaşlatmak için, vergilerin artırılmasını ve harcamaların azaltılmasını içeriyor: “Devlet en zenginlerden varlık vergisi gibi istisnai vergiler alıyor ve de kamu maliyesinin yüksek ihtiyaçlarını karşılayabilmek için orta sınıftan vergi alıyor” diye yazıyor Tirole. Bir dönemin kemer sıkma politikasına geri dönüş gibi ama daha iyi paylaştırılarak diye yazarken yazar, bu konu hakkındaki düşüncesine yer vermiyor. Daha iyi paylaştırma seçeneği öyle görünüyor ki “uzun vadeli” kemer sıkma politikası ile yetinen Fransız Ekonomi ve Maliye Bakanı Bruno Le Maire’in seçenekleri arasında yer almıyor: “Uzun vadede sağlıklı kamu finansmanına sahip olmak ve borcu azaltmak gerekiyor” (7) diye konuşa Bakan, bunu gerçekleştirmek için kimlerin dahil edileceğine değinmiyor. Korona tahvil tartışması Üçüncü çözüm? Kamu borçlarının bir kısmının Avro bölgesi içinde ortaklaştırılması. Tirole’un makalesinin yayınlanmasından birkaç gün sonra kuzey ülkeleri tarafından itiraz edilen meşhur “korona tahvilleri”. Aslında faiz oranlarının artışı sınırlı sayıda ülkeyi ilgilendireceğinden ve bu ülkeler ortalama devlet borcu açısından yüksek güven puanına sahip olabileceklerinden, fikir o kadar da kötü bir fikir değildi. Kuşkusuz ki kamu borçlarına duyulan güvensizlik yaygınlaşsaydı bu çözüm hiçbir fayda sağlamazdı. Geriye dördüncü çözüm kalıyor, Tirole tercihinin bu çözümden yana olduğunu söylüyor: Borcun parasallaştırılması (ve sadece devletlerin borçları değil), yani merkez bankalarınca borçların yeniden satın alınması. Tirole’e göre, böylece geri ödeme söz konusu olmaz: “Devletlerin geri ödemesi için resmi bir son ödeme tarihi bulunmuyor; geçici olacağı varsayılan bir yeniden satın alma, fiiliyatta daimi olabilir.” ‘Sonsuz’ borç... Bir devlet, Avrupa Merkez Bankası’na borcunu geri öderken aynı zamanda mali aktörlere yeni bir borç verebilir (gerekli nakdi bulmak için), bu borç akabinde Avrupa Merkez Bankası tarafından ikincil pazarlarda satın alınır. Avrupa Merkez Bankası bün yesinde daimi olan, ad aeternam yani sonsuza kadar yenilenecek bir kredi miktarı gibi olan bir borç, bu elbette ki devletler için endişe edilecek bir konunun daha azalması demek olacak. Peki ama faiz ödemeleri ne olacak? Jean Tirole, bu konuya değinmiyor. Oysa bu konuda da bir yenilik getirmek gerekecek aksi takdirde kamu borcunun gerçek yükü olduğu gibi kalacaktır. En kolayı kuşkusuz Merkez Bankası tarafından yeniden satın alınan borçların silinmesidir. Kamu borçlarının tanınmamasının kararlaştırılması biçiminde. Böyle bir çözüm hiçbir özel temsilcinin kandırılmamasını (tahvillerin Avrupa Merkez Bankası tarafından yeniden satın alımı, bankanın fiyat koyması kaydıyla temsilcilerin onayından sonra gerçekleşir) ve devletlerdeki alacaklarını yeniden satın almak için özel temsilcilere sağlanan likiditenin hayali gelir yaratmayacak ve servetlerini artırmayacak şekilde olması kaydıyla, enflasyonun tetiklenmemesini sağlar (burada bahsi geçen para Milton Friedman’ın bir devletin ekonomiyi canlandırması umuduyla halkına dağıtacağı parayı tanımlamak için kullandığı imge olan “helikopter para” değil). Böyle büyük ölçekte yürütülen kararlaştırılmış kamu borçlarının tanınmaması işleyişi, Avrupa Merkez Bankası’na büyük aktif kaybı darbesi vurur ve kendi fonlarının aynı sersemletici darbe ile negatif olmasına da neden olur. Belki herkesin kendine şu soruyu soracağı bir gün de gelecektir: Bu gerçekten bir sorun yaratır mı? Devletler Avrupa Merkez Bankası’nı kurtarmak zorunda kalsalardı çıkmaz apaçık olurdu. Ancak şu an durum bu değil, en azından kurumsal bakış açısından bakıldığında. Bu yolu kesen engel, ekonomik, teknik ya da kurumsal bir neden olmaktan öte aslında siyasi: Günümüz liderleri hep imkânsız diye ileri sürdüklerine razı olmalılar. Ama şimdi kırılmalar zamanı değil mi? ‘Yumuşak enflasyon’ Tirole’un öngörmediği bir çözüm daha var aslında. Avrupa seviyesinde, nominal ücretlerin artışlarına yeni bir dinamizm getirecek şekilde (yani enflasyonu dikkate almadan) ücret politikalarımızı düzenleyerek “yumuşak enflasyon” rejimi oluşturmak (ya da yeniden yaratmak). En azından Avro bölgesi seviyesinde beraber çalışılarak (yönetenler, sendikalar, Avrupa Merkez Bankası) ücret kökenli bu enflasyon rejimi kontrol altında tutulabilir. Bu da nominal ücretlerin artış ritmini üye ülkelere göre farklılaştırarak kalibre etme fırsatı sunabilir (devalüasyon artık mümkün olmadığından birikmiş olan reel faiz oranlarının farklarını yeniden dengelemek için). Ve göreceli “maliyet rekabeti” yerleştirmek ve bunun sonucu olan ticari dengesizlikleri azaltmak amacıyla (8) bu gerçekleştirilmeli. Bu yumuşak enflasyon rejimi kamu borçlarının yükünü, en zengin borç verenlerin zararına olacak şekilde azaltacaktır. Bir savaştan çıkıldığında hep böyle yapılır zaten savaşta değil mi yiz?.. Hükümetler ilk başta silah harcamalarını finanse etmek üzere gelir sahiplerinden avans isterler ve birkaç yıl ya da birkaç on yıl sonra bu parayı iade ederler. Paranın alım gücü eriyip gitmiş olarak. Aynı hareket içerisinde fakirleri dolandırma korkusu yok zira onların paraları yok. Ücret kökenli yumuşak enflasyonun Avro bölgesi içerisinde düzenlenip farklılaştırılarak oluşturulması, gelir sahiplerini çok da şiddetli olmayacak şekilde ama (yılda yüzde 2 ila 3 arası bir parasal erozyon ritminde) genişletilmiş olarak dahil edilmesi birikmiş borçların yükünü almak için bir çözüm olabilir. Kamu borçlarını yok etmek için bir kısmını parasallaştırmak ya da yumuşak ücret enflasyon rejimi yaratmak yerleşmiş gelenekleri hiçe saymak olarak algılanabilir. Ancak, İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in vaktinde ülkesi için söylediği gibi, tanık olduğumuz kriz devam edecek ya da daha da kötü bir hal alacak ise “kriz, devlet adamlarını ve yöneticileri, pratikte ne alışılmış ne de geleneklere karşı olan kendi ilkeleri açısından neredeyse mantıksız denecek şeyler yaptırarak, onları biçimlendiren eğitimin hatalarının en ciddi sonuçlarını sınırlandırmaya itebilir; bazı işaretler bunu doğruluyor” (9). Bu işaretler arasında devletin aslında hiç geri ödemeyeceği daimi bir kamu borcu fikrini savunmaya başlayan Alain Minc’in ki gibi bazı beklenmeyen U dönüşleri yer alıyor (10). Ya da Jean Tirole’nin yan çizmesinden de söz edebiliriz. Tirole aslında pek de dile getirmeden Avrupa kurumlarından, yöneticilerinden ve “onları biçimlendiren eğitimden” çok şey talep ediyor. (*) İktisatçı, Lille Üniversitesi öğretim görevlisi. Çeviri Sedef Atam 1 “ILO Gözlemevi: Covid19 ve iş dünyası, 2. sayı”, Uluslararası Çalışma Örgütü, Cenevre, 7 Nisan 2020 2 Chris Hoy, Eduardo OrtizJuarez ve Andy Sumner, “Covid19’un küresel yoksulluğa tahmini etkisi”, çalışma belgesi, United Nations Üniversitesi Helsinki, Nisan 2020. 3 “Küresel finans istikrar raporu” IMF, Washington, DC, Ekim 2019. 4 Bruno Tinel, Kamu borcu: Kıyamet kuramından çıkmak, Raisons d’agir, Paris, 2016. 5 Jean Tirole: Krizin faturasını ödemek için dört senaryo”, Les Échos, Paris, 1 Nisan 2020. 6 Renaud Lambert’i okumak, “Kamu borcu, bir asırlık bilek güreşi”, Le Monde diplomatique, Mart 2015. 7 “Gérald Darmanin ve Bruno Le Maire : Yeniden düzenlenmiş 100 milyar Avro’luk acil eylem planı”, Les Échos, 9 Nisan 2020. 8 Bu ekonomik mekanizmaları daha iyi anlayabilmek için internet sitemizdeki (www. mondediplomatique.fr/61736) şu bölüme bkz., “maliyet rekabeti, reel faiz oranı ve ticari dengesizlikler” 9 John Maynard Keynes, Bolluk içinde yokluk, Gallimard, Paris, 2002. 10 “Alain Minc: Daimi bir kamu borcu için!”, Les Échos, 16 Nisan 2020
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle