Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
rinkinden daha fazla olduğuna dair şüphelerim var.” diye de ekliyor. Sualtı kaynaklarına tehdit Bir diğer faaliyet alanı ise balık yetiştiriciliği. Hızlı bir şekilde artan Çin orta sınıfı deniz ürünlerine olan talebi de artırdı. Çin, vahşi balık avına bağımlılığını azaltmak için 2015 ile 2019 arasında su ürünleri yetiştiriciliğine 250 milyon dolardan fazla harcadı. Ancak bu karar da başka bir sorunu beraberinde getirmekte: Birçok balık çiftliği stoklarını artırmak için balık unu kullanıyor. Başka ülkelerin karasuları ya da uluslararası sularda avlanan vahşi balıklardan elde edilen protein bakımından zengin bu karışım çok yüksek miktarlarda tüketiliyor. Çiftlikte yetiştirilen bir ton balığı tezgâhta yerini almadan önce kendi ağırlığının on beş katı un tüketiyor. Okyanusları koruma dernekleri bu konuda tehlike çanlarını çalıyor. Sualtı kaynaklarının tükenmesini hızlandıran bu aşırı balık unu tüketimi yasa dışı balıkçılığı teşvik ederken, yoksul ülkelerin vatandaşlarının hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları protein kaynaklarına ulaşımını zorlaştırıyor ve tropikal deniz ağlarını istikrarsızlaştırıyor. National Geographic Society’de araştırmacı olarak çalışan Enric Sala’ya göre “çiftlik balığına olan talebi karşılamak için tüm bu vahşi balıkları avlamak absürd”. Bu avlar doğrudan nüfusu beslemek için kullanılabilirdi ve bu durum denizaltı çeşitliliğine daha az zarar verirdi. Balinaların temel besini olan krillerin başına gelenler çevrecileri de endişelendiriyor. 2015’te Çinli yetkililer, un ve balık yağı ihtiyaçlarını karşılamak için Güney Okyanusu’ndaki kril avını 32 bin tondan 2 milyon tona çıkaracaklarını açıkladı. Öte yandan “çevresel olarak kırılgan” bölgelere dokunmayacaklarını belirttiler. Yüksek gemi nüfusu, aşırı balık avı ve stokların tükenmesiyle çevreye zarar vermenin yanı sıra av bölgelerinin etrafındaki rekabetin artmasına, dolayısıyla diplomatik gerginliklere ve hatta şiddetli karşılaşmalara neden oluyor. 2016’da Güney Kore sahil güvenliği, devriyelerini Sarıdeniz’e çıkarmakla tehdit eden Çinli gemilere ateş açtı. Aynı yerde bir ay önce Güney Kore menşeli bir motorlu tekne benzer bir saldırıyla sulara gömülmüştü. Aynı sene Arjantin de kendi karasularında yasa dışı balık avladığı gerekçesiyle Çinli bir tekneyi batırdı. Endonezya, Güney Afrika ve Filipinler gibi ülkeler de özellikle kalamar avlayan gemilerle benzer çatışmaları yaşadı. Kalamar, Çin filosunun açık denizlerdeki balıkçılık faaliyetlerinin yarısından fazlasını oluşturuyor. ‘Gözleme’ faaliyetleri... Poling, okyanusu arşınlayan sayısız Çinli gemi arasında bazılarının yalnızca balık avlamadığını söylüyor. Bazıları hükümet tarafından gözetleme yapmaları amacıyla ihtilaflı bölgelere yollanmış “sivil milisler”. Amaçları ise yabancı balıkçı teknelerini ve polisleri korkutmak ya da yok etmek. Pekin, Çin Denizi’ndeki pozisyonunu sağlamlaştırmak için özel bir program çerçevesinde finansal teşvikler vererek balıkçıları oraya yönlendiriyor. Derin sularda avlanan diğer meslektaşlarından farklı olarak bu balıkçılar görece daha az kârlı olan bu bölgelerde kalmak için nakit yardımı alıyorlar. Balık bakımından zengin olduğu kadar petrol ve doğalgaz kaynakları açısından da potansiyeli olan Spratley Adaları etrafında iki yüzden fazla geminin oluşturduğu bir milis bulunmakta. Nitekim bölgenin konumu Çin, Filipinler, Vietnam ve Tayvan arasında bir çekişme konusu. Uydu görüntülerine göre, Çin filosu zamanının büyük kısmını sıkışık bir şekilde bu bölgede demirleyerek geçiriyor. Poling “şayet kendilerine ödeme yapılmıyor olsa bu küçük balıkçılar (Çinli) oraya gitmezlerdi” diyor. Buradaki varlıkları takımadalar çevresindeki balık nüfusunun hızla azalmasına neden oluyor. Öte yandan yabancı gemilerle olan çatışmalar da Çin’e bölgede askeri varlık göstermek için bahane yaratıyor. (*) Gazeteci. Çevre konuları ve deniz yasaları üzerine araştırmalar yapan The Outlaw Ocean Project’in yöneticisi. “La Jungle des océans: crimes impunis, esclavage, ultraviolence, pêche illégale (Okyanuslar Ormanı: Cezasız bırakılan suçlar, kölelik, aşırı şiddet, yasa dışı balık avı)” kitabının yazarı, Payot, Paris, 2019. Çeviri: Okan Urun (1) Kumlu zemine salınan ağ yöntemiyle balık avlayan gemiler. (2) “Galapagos Adaları açıklarında avlanan yaklaşık 340 Çin gemisi ”, MercoPress, MercoPress, 10 Ağustos 2020. (3) “Yasadışı balıkçılığın ardındaki ağları keşfetmek”, C4ADS, Washington, DC, 2019. (4) “Çin’in görünmez donanmasının ölümcül sırrı”, NBC News, 22 Temmuz 2020. (5) Açık denizdeki balıkçı tekneleri; münhasır ekonomik bölgeleri sınırlayan 200 deniz mili ötesinde. (6) Enric Sala et al., “Açık denizlerde balık tutma ekonomisi”, Science Advances, vol. 4, Washington, Haziran 2018. 3 2 KASIM 2020 Azerbaycan’ın Gence kenti roketli saldırıların hedefi oldu. RUSYA İLE BATI’NIN ÇIKARLARININ ÇOK FAZLA ÇELİŞMEDİĞİ TEK SORUN KARABAĞ Etnik gruplar arası ihtilaftan küresel jeopolitikaya S M ERGUEI ARKEDONOV * D ağlık Karabağ’da yakın zamanda alevlenen şiddet nedeniyle dikkatler yeniden Kafkasya’daki duruma çevrildi. Oysa Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki ihtilaf hiç de yeni değil. Güney Kafkasya’daki 4400 kilometre kare yüzölçümüne sahip bu küçük toprak üzerindeki etnopolitik bilek güreşi, Sovyet sonrası dönemde ortaya çıkan ilk ihtilaflardan biriydi. Tek devlet SSCB’nin halkları ve cumhuriyetleri arasındaki bu ihtilaf, yaklaşık otuz yıllık bir zaman zarfı içerisinde ufukta çözümü belirsiz görünen uluslararası bir çatışmaya dönüştü. Bu cepheleşmenin birinci evresi (19881991), iki federe cumhuriyet arasındaki bir iç anlaşmazlık olarak tanımlanabilir. O dönemde esas olarak miatsum (“birleşme”) iddiasını taşıyan Ermenistan, dönemin Sovyet Azerbaycanı’nın ayrılmaz bir parçası olan Dağlık Karabağ Özerk Oblastı’nın Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanmasını talep ediyordu. Azerbaycan’ın önceliği ise toprak bütünlüğünü korumaktı. Sovyet yönetim makamları hangi tarafı tutacakları konusunda kararsız kalmıştı: (Baku’nun yararına) statükonun sürdürülmesi mi ya da (Erivan’ın yararına) kendi kaderini tayin etme hakkının kabulü mü? Bu tereddütler şiddetin tırmanmasını kolaylaştırdı: 1988’deki Sumgayıt olayları (Azerbaycan) ve daha sonra 1990’da Baku’daki misilleme; halkların yer değiştirmeye zorlanması... Mevziler sertleşmekteydi. ‘Dondurulmuş ihtilaf’ İhtilaf, ikinci bir evrede (19911994), önce Baku ve (Azerbaycan’ın “ayrılıkçı” olarak nitelendirdiği) Karabağ Ermenileri arasında, daha sonra da 1993’te düzenli Ermeni ordusunun müdahalesiyle devletler arasında açık bir silahlı çatışmaya dönüştü. 1994 Mayıs ayında sınırsız bir ateşkes anlaşması yürürlüğe girdi. Taraflar arasındaki ihtilaf, bu tarihten sonra, barışçıl bir çözüme öncelik verilen politikdiplomatik olarak nitelendirilebilecek üçüncü evresine geçti. Bu amaçla, 1994 yılı Aralık ayında, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü bünyesinde Paris, Washington ve Moskova’nın üçlü eşbaşkanlığında Minsk Grubu oluşturuldu. O tarihten sonra barış sürecinin garantörlüğünü bu üç başkent üstlendi. Bu üçüncü safha, “Dört gün savaşıyla” birlikte 2016 yılının Nisan ayında son buldu. 1994’teki ateşkesten sonra ilk defa statükoda çatlaklar oluştu. Dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, 800 hektar büyüklüğünde bir toprağı kaybettiklerini kabul etti. Bu yenilgi sınırlı olmakla birlikte, bugün gözlemlenen toprakları güce başvurarak yeniden ele geçirme politikasının da habercisiydi (1). Bununla birlikte, müzakere çerçevesi değişmedi: Baku ve Erivan, askeri olaylarla ilgili karşılıklı bilgi değişimi haricinde daha geniş çaplı bir uzlaşmayı hâlâ reddetmekteler. Dağlık Karabağ ihtilafı, Sovyet sonrası alandaki “dondurulmuş” denilen ihtilafların oluşturduğu geniş bir ailenin parçası. SSCB, federe devletleri birer birer bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra 1991 yılında çöktü. Bu yeni devletlerin içindeki kimi bölgeler de aynı şekilde kendi kaderlerini tayin etme hakkını kullanmayı veya başka bir cumhuriyete bağlanmayı talep etti. Bu tip meydan okumalar Azerbaycan’da Dağlık Karabağ’la, Gürcistan’da Osetya ve Abhazya ya da Moldavya’da Transdinyester ile oldu. 2014 yılında Donbass’da iki cumhuriyetin (Lugansk ve Donetsk) fiili bağımsızlıklarını ilan etmesi, daha ileri bir tarihte yaşanmış olsa da yine de SSCB’nin dağılmasını izleyen aynı parçalanma sürecine bağlanabilir. Öte yandan, Dağlık Karabağ sorununun kendine has özellikleri bulunuyor. Burada, eski Sovyet sınırlarına denk düşen toprakların büyük bir bölümünü kontrolleri altına alan “ayrılıkçılar”, aynı zamanda, bu topraklara bitişik bölgelerin kontrolünü de ele geçirdi (beşi tamamen ve ikisi kısmen olmak üzere toplamda yedi bölge). Az nüfusa sahip bu dağlık topraklar, stratejik açıdan kritik bir öneme sahip. Laçin Koridoru Dağlık Karabağ’ı Ermenistan’a bağlarken kuzeydeki Kelbecer bölgesindeki su kaynakları da Dağlık Karabağ’ın su gereksinimini karşılamaktadır. Neticede Ermenistan silahlı güçleri, bu sonbaharda tırmanan gerilimin öncesinde “uluslararası topluluk” tarafından tanınan Azerbaycan topraklarının yaklaşık yüzde 13.4’ünü kontrol etmekteydi. O zamandan beri müzakerelerde üç parametrenin sırası ve koordinasyonuyla ilgili ilerleme sağlanamıyor. Eski özerk bölgenin statüsü, bitişik bölgelerdeki işgalin sonlandırılması ve Dağlık Karabağ toprağı ile Ermenistan arasında bir güvenlik koridoru oluşturulması. Topraklarla ilgili bu bilmecenin ötesinde, Azerbaycan ve Ermenistan kamuoylarının uzlaşma konusuna iyi gözle bakmadığını da kabul etmek gerekir. Bu yönde hareket ederek risk alan yöneticiler genellikle görevlerini bırakmak zorunda kaldılar. 1998’de göreve gelen ve kademeli bir barış planının kabul edilmesini öneren eski Ermenistan Devlet Başkanı Levon TerPetrosyan örneğinde olduğu gibi. 1999’da Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in ekibindeki, aralarında Dışişleri Bakanı Tevfik Zülfikarov’un da yer aldığı, birçok üst düzey görevli de istifa etmek zorunda kalmıştı. Üstelik Azerbaycan halkı kendilerini yöneticilerine hatırlatmayı iyi biliyor: 2020 Temmuz ayında AzerbaycanErmenistan sınırındaki gerilim tırmanırken parlamentoya gelen göstericiler askeri seferberlik ilan edilmesini talep ettiler (2). Paşinyan’ın savaşçı söylemi 2018’deki “kadife devrim” ile iktidara gelen Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, eski seçkinler nezdinde meşruluğunu sağlamak amacıyla savaşçı bir söylemi benimsedi. Örneğin, fiili bağımsızlığını ilan eden Dağlık Karabağ Cumhuriyeti temsilcilerinin barış sürecine katılmasını talep etti ve 6 Ağustos 2019’da PanErmeni Yaz Oyunları vesilesiyle Hankendi kentine yaptığı bir ziyarette “Artsakh (bölgenin Ermenice ismi), Ermenistan’dır” (3) diye bir beyanatta bulundu. Paşinyan, göreve gelmeden önce de dolaşımda olan bu fikirleri üstlenmek yönünde kendini mecbur hissetti. Başbakan 1990’lı yıllarda Karabağ’da savaşmamıştı; oysa bu o döneme dek devlet yöneticisi olarak kendini kabul ettirmek isteyen herkes için zorunlu bir askeri başarı sayılmaktaydı. Bu sonbahardaki çatışmaların büyüklüğü 2016 yılındaki “4 gün savaşını” geçti. Dağlık Karabağ şehirleri (başkent Hankendi’nin yanı sıra Şuşa ve Martuni) ilk kez bombardımana uğradı. Daha kötüsü, açılan ateşler Ermenistan topraklarına da taştı. Kuş uçuşuyla Erivan’dan seksen kilometre uzaklıkta olan Gegharkunik bölgesindeki Vardenis kenti yakınında olaylar meydana geldi. Azerbaycan’ın savaş alanının yüz kilometre uzaklığındaki Gence ve Mingeçevir kentleri Ermeni kuvvetlerince hedef alındı. İhtilafın uluslararası bir boyut kazanması tehdidi her zamankinden çok daha fazla, özellikle de eski etnopolitik çatışmanın olduğu iki yer (Karabağ ve sınır bölgesi) aynı anda dahil olursa. Ankara’nın rolünü anmadan anlaşmazlığın uluslararası boyutundan bahsetmek mümkün değil. Ankara’nın Baku’ya verdiği Pantürk dayanışmasından kaynaklanan destek yeni değil. Türkiye 1993’te Ermenistan ile kara sınırlarını kapadı. O tarihten bu yana iki ülke arasında karayolu üzerinden hiçbir bağlantı yok. Komşu ülkeler arasında veya Minsk Grubu içerisinde hiç kimse Baku’nun Erivan veya Hankendi karşısındaki mutlak zaferini bu kadar ısrarla savunmuyor. Gerçekte Ankara müzakere sürecinin tümü için bir ön şart önermekte: Ermeni güçlerinin sadece işgal edilen bölgelerden değil Karabağ’ın tamamından geri çekilmesi (4). Bu sonbaharda tırmanan olaylar, Ortadoğu’dan gelen cihatçı savaşçıların ve Türk yanlısı silahlı grupların rolünü de açığa çıkardı (5). Aralarından az sayıda bir bölümü 1990’ların başında Azerbaycan tarafında savaşmış olsalar da o dönemdeki rolleri ikinci derecede kalmıştı. Yeniden ve daha fazla sayıda savaşa dahil olmaları, (nüfusunun Müslüman çoğunluğu Şii ve Sünni olarak bölünmüş olan) Azerbaycan için olduğu kadar komşuları Gürcistan veya Rusya (ve özellikle de Rusya’nın Kuzey Kafkasya’daki Müslüman cumhuriyetleri) açısından da istikrarsızlık riskini artırıyor. Devlet Başkanı Vladimir Putin, 1992 yılından beri Rusya ve Ermenistan’ı birbirine bağlayan ortak güvenlik anlaşması gereği bir saldırı halinde Erivan’a verilmesi taahhüt edilen askeri desteğin sadece Ermenistan toprakları için geçerli olduğunu ve Dağlık Karabağ’ı içermediğini belirtti. Kremlin, 9 Ekim’de tarafları Moskova’ya davet ederek bir ilk arabuluculuk girişiminde bulunmuş olsa da o tarihte müzakere edilen ateşkes hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Rusya temkinli Rusya neden bu kadar temkinli bir tutum benimsiyor? Oysaki 2008’de Güney Osetya’yı güç kullanarak yeniden ele geçirmeye çalışan Gürcistan’a tanklarını yollarken hiç de tereddüt göstermemişti. Aslında Rusya Kafkasya’daki ihtilafları çözmek için tek bir strateji geliştirmek yerine daha ziyade alanın gerçeklerine göre tepki veriyor. Baku, Batı yanlısı bir tutum benimseyen Tiflis’in aksine, toprak birliğinin yeniden tesisini Rusya karşıtı bir söyleme dayandırmıyor. Azerbaycan ne NATO’ya ne de Avrupa Birliği’ne üye olmak için istekte bulundu; Sovyet deneyiminin toptan reddine veya (Nazi Almanyası’na karşı yürütülen) “büyük vatan savaşındaki” ortak zaferin sorgulanmasına dayalı “tarihsel bir siyaset” yürütmüyor. İki ülke ayrıca sınır ötesi güvenlik, enerji, Hazar Denizi kaynaklarının kullanımı veya taşımacılık gibi alanlarda birçok işbirliği anlaşmasıyla da birbirine bağlı. Kremlin Azerbaycan’ın ikinci bir Gürcistan’a dönüşmesini istemediği için Baku’yu savaş yoluna itecek hiçbir şey yapmıyor. Bununla birlikte, Azerbaycan ve Türkiye arasındaki stratejik işbirliğinin güçlendirilmesi, Rusya’yı bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor. Ankara, bundan böyle Güney Kafkasya’da bir çeşit “jeopolitik kondominiyum” uygulanması için Moskova’ya öneride bulundu. Bu öneri, çıkarların ve uyuşmazlıkların uzlaştırılmasından oluşan Suriye modelinin Rusya’nın “yakın dış çevresine” yayılması anlamına geliyor (5). Ankara şimdilik Moskova’ya herhangi bir uzlaşma çağrısında bulunmadı. Oysa Kremlin’in iki taraftan birinin yenilgisine göz yumması mümkün değil, özellikle de Türkiye’nin doğrudan baskısıyla. Bu, hem Güney Kafkasya’daki nüfuzuna karşı bir tehdit riski oluşturur, hem de Ortadoğu’daki istikrarsızlığın Kuzey Kafkasya’daki cumhuriyetlerine yayılması tehlikesi anlamına gelir. Bugün için Rusya ile Batı’nın çıkarlarının birbiriyle çok fazla çelişmediği tek sorun Karabağ’daki ihtilaftır. Donald Trump, Emmanuel Macron ve Vladimir Putin’in herhangi bir konuyla ilgili ortak bir bildiriye imza atabileceklerini düşünmek neredeyse imkânsızdır. Oysa Karabağ’daki askeri gerilimin tırmanmasının beşinci günü olan 1 Ekim 2020 tarihinde Amerikan, Fransız ve Rus devlet başkanları aynı belge üzerine yan yana imzalarını attılar (6). Washington, Paris ve Brüksel’in cihatçı tehlike karşısındaki ortak kaygıları ve Ankara’ya karşı duydukları giderek artan güvensizlik, görüşlerin aynı noktaya doğru yönelmesini kolaylaştırıyor. İradeleri, neredeyse diğer tüm konularla ilgili var olan güvensizliği aşmaya yetecek güçte olacak mı? Şu an için kesin olan bir şey varsa, o da jeopolitik borsasında Dağlık Karabağ ihtilafının çok açık biçimde piyasa değerini artırmakta olduğudur. (*) Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Moskova Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde araştırmacı, Analyses Internationales Dergisi Yazıişleri Müdürü Çeviri: Zeynep Peker (1) Sara Khojoyan ve Anthony Halpin, “Ermenistan Başbakanı uyardı: ‘Savaş her an kaldığı yerden devam edebilir’, Bloomberg Businessweek, New York, 24 Nisan 2016. (2) Lenta.ru, 15 Temmuz 2020 (Rusça). (3) Rosbalt, 8 Ağustos 2019 (Rusça). (4) “Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ermenistan’ın Azeri topraklarından çekilmesi gerektiğini söyledi”, Reuters, 28 Eylül 2020. (5) Eurasia Daily, 30 Eylül 2020. (6) “Dağlık Karabağ’da ateşkes çağrısında bulunan Minsk Grubu eşbaşkanları Fransız, Rus ve Amerikalı dışişleri bakanlarının ortak bildirisi”, Avrupa ve Dışişleri Bakanlığı, Paris, 5 Ekim 2020.