Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ADIM ADIM İSTANBUL Turgay Tuna tunaturgay?yahoo.fr 10 KÜLTÜR LANETLİ LAHİT Bundan 2 bin 500 yıl kadar önce, Fenike Kralı Tabnit öldüğünde, bir güzel mumyalamışlar bedenini, aynen eski Mısırlıların ölülerine yaptıkları gibi; ama, ölü beden Sidon’daki Krallar Mezarlığı’na bırakılmadan önce, kralın vasiyetine uyularak, eski Mısırlı kumandanlardan birine ait olan bir lahdin içine yerleştirilmiş. Aslında, Mısırlı general Peneptah’ın diorit taşından yapılmış “antropoit” adı verilen insan tipi lahdi, eski Mısır lahitlerinin birçoğunun üzerinde yazılı olduğu gibi lanet duaları içeriyormuş. Bu dualar genelde, mezar soyguncularını kötü emellerinden vazgeçirmek için yazılmış yazılar.” Beni rahatsız etme, lahdimi açacak olursan, şöyle ol, böyle ol….” türünden beddualar… Fenike kralı, bu bedduaları önemsemiyor ki, Mısırlı kumandanın lahdini çok beğeniyor ve öldüğünde bu lahdin kendisi için kullanılmasını emrediyor; Mısırlı generalin mumyası yerinden çıkartılıyor, Tabnit ölünce de, mumyalanarak bu lahdin içine yerleştiriliyor. Ama, işin ilginç tarafı, lahdin ayak kısmında General Peneptah tarafından hiyeroglifle yazdırılmış olan lanet duası kazınıyor yerine de, Tabnit’in ağzından Fenike yazısıyla yazdırılmış yeni bir lanet duası ekleniyor. Söz konusu beddua şöyle: “Ben Tabnit, Astarte’nin rahibi ve Saydalıların Kralı. Bu lahit içinde gömülüyüm. Ey benim mezarımı bulan kimse, her kim olursan ol benim lahdimi açma ve benim huzurumu bozma. Çünkü yanımda ne altın, ne gümüş, ne de define vardır. Bu lahitte yalnızca yatmaktayım. Bana mezar olan bu lahdi açma, bu tür hareket Astarte’ye karşı büyük bir hakarettir. Eğer, uyarımın aksine mezarımı açar ve benim huzurumu bozacak olursan yaşayan insanlar arasında ve güneş altında nesepten mahrum kal, ölüler arasında da yatacak yer bulma..” Bütün bunları öğrendikten sonra, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye sormadan edemiyorsunuz!.. Tabnit’in lahdini gün ışığına çıkartan, bizim dünyaca ünlü aydınımız Osman Hamdi Bey’dir. Ressam, yazar, fotoğrafçı, tarihçi, arkeolog, müzeci. Aynı zamanda bizlere İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ni kazandıran, tarihi eserlerimizin dışarıya kaçırılmasını önleyen insan. Toprağı bol olsun, Osman Hamdi Bey öteki tarafta ne durumdadır onu bilemeyiz, ama, bedduayı yazdıran Tabnit, maalesef pek rahat değil gibi. Müzede lahdinin hemen arkasında, yıllardan beri cam bir vitrinin içinde sergilenen mumyası her geçen gün biraz daha bozulup dökülüyor ve her halde binlerce ziyaretçinin bakışları altında ebedi uykusunu dilediği gibi rahat uyuyamıyor.. Eh! ne demişler: “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste”… Adana Müzesi Şengül Aydıngün Fotoğraflar: Haldun Aydıngün erlin müzelerini dolaştıkB tan sonra ülkemiz müzelerini gezmek, aradaki uçurumu daha iyi anlatıyor. Aslında İstanbul, Ankara ve batıdaki bazı müzeler dışındaki müzelerimiz oldukça sorunlu. Yetersiz binalar, çok eski vitrinler, dökülen duvar sıvaları, akan çatılar... Üst üste eser yığılmış sağlıksız depolar. Onarım bekleyen eserler, güvenlik sorunları. En önemlisi ise ziyaretçi ile kurulamayan sıcaklık. Sergilemedeki yetersizlik yanında, soğuk salonlar, ısınmak için bir bardak sıcak bir içecek bile alamadığınız kafeteryadan yoksun müzelerinizi tabi ki kimse ziyaret etmez. Hatta önünden sürekli geçtiği müzenin her nasılsa bir gün kapısına kadar gelip içerde ne var diye sorduktan sonra, “çanak çömlek” cevabı alınca gerek yok diye döner yerel halk. Aslında onu içeri çekememek “çanak çömlek” cevabı değildir. Yıllardır müzenin önünde hiçbir hareket, farklı bir değişiklik görmediğindendir. Adana Müzesi’ni 2000 yılında ziyaret etmiştim. Ara dan geçen yıllar içinde hiçbir yenilik olmamış hatta o günden beri müzenin vitrinlerinin tozu bile alınmamış gibiydi. Bir yalnızlık, terk edilmişlik hissi içinde müzeyi gezerken içiniz eziliyordu. Oysa o Adana Müzesi bir dönem bölge müzesi olmuştu. Tüm güneyin eserleri burada toplanıyordu. Müzede dünya çapında birkaç eser vardı. Bunlardan bir tanesi dağ kristalinden yapılma Hititlerin bir tanrı heykelciğiydi. Bu heykelcik başka bir müzede olsa öylesine ön plana çıkarılır öyle tanıtılırdı ki. Kristal tanrı, üst kattaki vitrinin bir köşesinde pek de zavallı duruyordu. Müzenin üst katında bir başka önemli heykel daha vardı. Bronzdan yapılmış milattan önce ikinci yüzyılda yaşamış bir senatöre ait heykel Karataş açıklarında 15 metre derinlikte balıkçıların ağlarlarına takılmış.Yüzlerce yıl su altında kaldıktan ve korozyona uğradıktan sonra uzun süre konservasyona alınmış. Bronz heykeller mermer heykellere göre çok daha az ele geçtiklerinden nadir eserlerdir. Bir kısmı zamanla bozulmuştur veya eritilerek silah yapılmış ya da başka bir biçime girmiştir. Müzedeki en önemli eser, 1990’lı yılların başında