22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EGE’NİN İMBATI Serdar Kızık serdarkizik?cumhuriyet.com.tr 12 ARJANTİN ARJANTİN 13 GEZEKALIN Mustafa Balbay ankcum@cumhuriyet.com.tr AYAYORGİ’DE YILDIZLAR DÜŞMEYE HAZIRLANIYOR Ertesi gün Gündoğdu’da cumhuriyet mitingi var. Narlıdere’de denizin dibinde bir masadayız. Hikmet Çetinkaya, Deniz Som, Ümit Zileli İstanbul’dan gelmiş. Özlem Güç ve Bülent Gülcen’le tanıştım. Gün batımında denizin kokusunu, dalgaların sesini, cumhuriyet mitinglerinin yükselen çoşkusunu paylaştık. Ege mutfağını, zeytinyağlı otları ve mezeleri, Özlem ve Bülent’in önerileriyle tattık. Memleket meselelerini konuştuk. Yaşama sevincimiz çoğaldı. Ülkemize, insanlarımıza umudumuz arttı. Tam bir dost sohbetiydi, gece boyu sürdü. Memleket sevdalısı, doğa, deniz tutkunu, keşfetme coşkusu yüksek, yeni iki güzel insan, iki arkadaşımız daha oldu böylece. Çeşme Ayayorgi Koyu’nda 23 yıldır Paparazzi’yi işletiyorlar. Düşündüm, kaç yıl oldu Ayayorgi’ye gitmeyeli? Akvaryum berraklığında, ağaç dallarının üstüne uzandığı, yalnızlığını birkaç yapının paylaştığı, gerdanlık misali, enfes bir koydu bıraktığımda. Ya şimdi? Hikmet Ağabey’le yaz başı, akşam geceye koşarken davetliyiz Paparazzi’ye. Sahi, niye adı Türkçe değil de, Ayayorgi? Çeşme sevdalısı Yaşar Aksoy dostumuz anlattı. Yıllar önce keşişlerin güzergaında, manastırlarla çevreliymiş. Oradan geliyor... Her bir yanından özen yansıyan, ağacı, kuşu, çiçekleri, çalışanlarının içtenliğiyle doğaya ve insana saygılı, denize kucak açmış bu mekan, güler yüzüyle, alçak perdeden bir Latin şarkısıyla karşıladı bizi. İskelenin ucuna oturduk. Halk danslarımızı yeryüzünün dört bir yanında sahneleyen, Anadolu ateşini insanlara taşıyan, bu uğraşının mimarlarından Ali Erten ve eşi Zeynep Erten’le masamız ve sohbetimiz büyüdü. İnsan, insanla çoğalıyor. Mavi bayraklı deniz, suya yansıyan ışıklarla her renkten balığın dans ettiği, devasa bir akvaryum misali. Etkileyici bir sahne. Lavanta, hanımeli, yasemin... Rüzgar, bin bir usare taşıyor. Ayın çevresinde yıldızlar, sanki az sonra masamıza düşecekmiş gibi, hazırlık yapıyorlar. İşletmelerini tanıtan, 23 yıllık emeklerini anlatan Bülent ve Özlem’in neredeyse her cümlesi, doğa ve insan sevgisini işliyor. Bu yaklaşım müziğe, enfes yemeklere, şaraplara, özenli servise, çevrenin temizliğine, her güzelliğe yansıyor. Diyor ki Bülent: “Burada mehtap denizden doğar, aşk dolu gönüllerde batar... Mekanımız bir paylaşımın adıdır aslında. Huzurun, samimi birlikteliklerin, hayatı seven, her dakikasını öngörülü ve narin yaşayan nezih insanların kaynaştığı bir aile bahçesidir.” Mutluluğun ayakları suya değer mi? Burada değiyor anlaşılan... ŞEYH BEDRETTİN’LE TORLAK’TA Güzel havalar kentinde tango Yazı ve fotoğraflar: Mustafa Andıç rezilya, Paraguay ve Arjantin topraklarının B kesiştiği yerde bulunan dünyaca ünlü İguaçu Şelaleri’ni gezdikten sonra bindiğim otobüsle çok rahat ve konforlu geçen bir gece yolculuğunun ardından ertesi sabah Latin Amerika’nın en prestijli kenti olan ve bu yüzden de, kıtanın Paris’i diye adlandırılan “güzel havalar kenti” Buenos Aires’e ayak bastım. İlk iş olarak bir turizm ofisi bulup başkentle ilgili bir kucak dolusu broşür ve harita aldım. Ardından Av. De Mayo Caddesi’nin arka sokaklarından birine otuz peso karşılığında yerleştim. İlgili tüm dokümanları inceleyip görmem gereken yerleri not alarak, beni heyecanlandıran bu kentle bir an önce yüz göz olmak için kendimi şehrin kucağına attım. 16. yüzyılın başlarında her bir yandan Latin Amerika’nın karalarına demir atan İspanyol gemilerinden biri bu defa dünyanın en geniş akarsu ağzını oluşturan ve renginden dolayı “Gümüş Irmağı” denilen Rio de la Plata’dan geçip kıyıya demirlediğinde, belki de o anlara özgü güzel havadan etkilenerek buraya ”St Maria del Buen Aire” adını takmışlar. Gel zaman git zaman Buenos Aires denmeye başlanmış. Şehri gezmeye ilk iş olarak 9 Temmuz Caddesi ile başlıyorum. Niye 9 Temmuz demeyin, dünyanın en geniş caddesi burası. Bir ucundan diğerine tam 140 metre genişliğinde. Bir süre şaşarak caddenin genişliğine bakakaldım. Caddenin hemen ortasında ülkenin bağımsızlık simgesi olan dikilitaş bulunuyor. Bizdeki Taksim Anıtı neyse buradaki dikilitaş da aynı özelliği taşıyor. Yani ülkenin kalbinin attığı, sevgililerin buluştuğu, gösterilerin yapıldığı, konserlerin verildiği bir nokta. Buenos Aireslilerin, yaşadıkları kentten dolayı burunlarının biraz havada olduğu ve kendilerini Arjantin’den çok Buenos Airesli olarak gördükleri söylenir. Meydanın tam karşısında devasa bir tabela üzerinde Maradona’nın 1986 yılında Meksika’da adeta tek başına aldığı Dünya Kupası’nın öperken görüldüğü dev bir fotoğraf asılmış. Arjantin deyince akla ilk gelenlerden biri de kuşkusuz Evita ve Peron ailesi. İnsanlar Peron’lara ya aşıklar ya da nefret ediyorlar, ortası yok. Bende bu durumu daha iyi anlayabilmek için haritada yerini işaretlediğim Evita Müzesi’nin yolunu tutuyorum. Pek de gösterişli olmaya bir müze ile karşılaşıyorum. Sokak sokak tango Tabana kuvvet bütün kenti alt üst ederek tangonun doğduğu mahalle olan şehrin eski semti La Boca’ya ulaştım. Fakir İtalyan göçmenlerin ilk ayak bastığı limana yerleşmesi sanki ilk günlerinden kalma fakir ve bakımsızlığının izlerini taşıyordu. İtalyanlar burayı La Plata Irmağı’nın ağız kısmı olarak gördükleri için “ağız” anlamına gelen “La Boca” demişler. Böylece şehir ilk olarak buradan gelişmeye başlamış. Şimdiki sakinleri, yılların birikimini taşıyamayıp dökülmeye yüz tutmuş evleri rengarenk boyasalar da bu döküntülüğü tamamen gizleyememişler. Tango’nun doğduğu bu sokaklarda kabadayıların, külhan beylerin, bıçkın delikanlıların, fahişelerin mekanı olan batakhaneler kapanmış ve onların yerini şimdilerde küçük eşyalar satan dükkanlar almış. Önceleri yalnız gitar, flüt ve keman eşliğinde söylenen tangolara, bir Almanın icadı olan, akordeona benzeyen “Bandaneon” eklenince tangolar daha da etkili olmaya başlamış. Başlangıçta limandaki barlarda, pavyonlarda, “aşağı tabakanın” eğlencesi olan tangolar, yavaş yavaş şehirde homurtulara yol açmış. Koyu katolik olan Buenos Airesliler; kadın erkek birbirine yapışık, bacaklar birbirinin arasında kıvrılan bedenlerin oluşturduğu dansı “ahlaksızlık” diye reddetmeye çalışmış ama pek direnememiş. Bazı girişimciler ve müzisyenler tangoları liman dan, kent kahvelerine taşımakta gecikmemiş. 1917’de Carlos Gardel, ilk tangosu “Mi Noche Triste” (Hüzünlü Gecem) şarkısını besteleyip söylediğinde limana sıkışan tango şehrin tüm sokakları ve barlarına yayılmaya başlar. Aradan on yıl geçtiğinde bu kez Gardel tangoyu tüm Latin Amerika’ya ve Hollywood aracılığıyla dünyaya tanıtacaktır. Bu sırada ülkede özellikle kiliseye yakın çevrelerin baskısıyla “ahlaksızlık”la bir tutulan tango yasaklanmaya çalışılmış. Bu gelişmeler Arjantin’de tango’nun herkes tarafından benimsenmesine ve hatta milli bir kimliğe dönüşmesine neden olmuş. Bir haftalık bu başkent gezimin ardından geriye, dünyanın en güzel biftekleri, güzel kafeteryaları, modern giyimli insanları, sayısız köpek gezdiriciler, Gardel’den kalma tango ezgileri ve Boca Juniors ile River Plate takımlarının dillere destan rekabetleri kalıyordu. mustafa.andic@eyuboglu.com Balkan gezilerimde en çok “insan sıcaklığını” sevdiğimi yeri geldikçegelmedikçe vurgularım. Elbet o güzelim coğrafyaya o güzelim insan sıcaklığı yakışır... Bugünkü durağımız Torlak kasabası. Bulgaristan’ın Deliorman bölgesinde güzelim bir kasaba. Kırmızı ev çatıları ve onları çevreleyen yemyeşil ağaçlarla çukurca bir vadide yaşanılası bir yer. Pek çok yolculuğumu tarihin izinde yaptım. Balkan gezim ise tümüyle tarihin izindeydi. Şeyh Bedrettin’in asıldığı Serez, Mustafa Kemal’in ve Nazım Hikmet’in doğduğu Selanik ve adını Şeyh Bedrettin’in yoldaşı Torlak Kemal’den alan Torlak kasabası. Kasabanın belediye binasına gittiğimde ilk karşılaştığım görevlilere derdimi Türkçe anlattım. Doğal olarak hiç zorluk çekmedim. Çevremi kuşatanlar birbirleriyle kasabanın tarihini en iyi kimin bildiği yarışmasına girdiler. Sonuçta çoğunun birleştiği isim Müzekka Dayı oldu. Kasabanın ileri gelenlerinden emekli bir tarih öğretmeni... Evini tarif ettiler. Bulmakta zorluk çekeceğimi anlayınca yanıma birini verdiler. Bir yamacın başında bir yanı yeşilliklerle dolu bahçesinde tavukların yemlendiği iki katlı bir ev. Kapıyı açan Müzekka Dayı’nın gelini. Beni ikinci kata, misafir odasına aldılar. Müzekka Dayı; bilge kişiliği, alçak gönüllü tavırlarıyla beni karşılayıp yanına oturttu. Az sonra eşi geldi. Elini uzatırken ilk tümcesi şu oldu: “Nerede kaldın sen!” Sanki ben beklenen bir misafirmişim de onları çok bekletmişim, ama beklenmeye de değermişim... Ee, Şeyh Bedrettin’in ardıllarının köyü de böyle olur. Konu geniş, zaman dar, Müzekka Dayı’ya köyün tarihçesini sordum. Uzun sohbetin özeti şöyle anlattı: “Şimdi oğlum, bir zamanlar burada Şeyh Bedrettin yanlıları yaşamış. Onlardan biri Torlak Kemal’miş. İşte adını oradan alıyor. Bunlar ne düşünürmüş diye sorarsan diyelim ki iki gömleğin varsa birini olmayana vereceksin...” Müzekka Dayı, Bulgaristan’da 80’li 90’lı yıllarda yaşananları o kadar güzel anlattı ki, eşinin önüme koyduklarına dokunamadım bile. Bunu gören eşi beni dürttü, şöyle seslendi: “Oğlum, arada yemeğini ye. Müzekka Dayın tarih dedin mi susmaz...” Yolunuz Balkan ülkelerine düştüğünde doğasını görün gezin, kentlerinde yaşayın, ama mutlaka insanlarıyla da tanışın... Sonrasını da sorgulamayın, mutlaka güzel bir dostluk gelişecektir... Gezekalın...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle