Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 MAYIS 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Enis BATUR Gökkuşağında Sekizinci Renk umhuriyetin ilk kuşağını enine boyuna değerlendirebilmek için, öncesini iyi okuyabilmemiz gerekirdi. Ne yazık ki, "Osmanlı Münevveri" hakkında toparlayıcı bir yorum çalışması da, ayrıntılı bir döküm de yok elimizin altında. Daha gerilere gitmekten söz etmiyorum burada; on dokuzuncu yüzyılı, ana ve yan portrelerini kuşatmak, bir çözümleme çabasına girişmek yeterli olurdu ilk adımda. Klasik Osmanlı münevverinin, Batı'nın farklı uygarlık parametreleriyle tanıştıktan sonra yaşadığı dönüşüm, ortaya çıkan alaşımın temel özellikleri, Tanzimat sonrası ivme kazanan gelişmelerle koşutluk kurarak incelendiğinde, "Son Osmanlılar"ın karmaşık kimliğini aydınlatabilecekti. O kuşağın kimi temsilcileri, Cumhuriyet döneminde de belli ölçülerde ağırlıklarını duyurmuşlardır. Burada, her "Son Osmanlı"nın aynı geçiş gerçekliğini, aynı seçimleri tekrar etmediğini göstermek için, iki farklı güzergâhtan birer örneği anımsatmak yeterli olacaktır: 18701957 yılları arasında yaşayan İbnülemin Mahmut Kemal İnal gelenek zincirindeki sürekliliği, buna karşılık 18751971 yılları arasında yaşayan Celal Esad Arseven zincirdeki kırılmayı, kopuş değilse bile başkalaşışı simgeler. Her ikisinden de "şahmünevver" olarak söz edilebilir şüphesiz; ne ki, gerek metodoloji çerçevesinde, gerekse üslup bağlamında, neredeyse taban tabana zıt konumda yer almış iki kişilik çıkar karşımıza: Hayat ve Yazı dünyalarına baktığımızda. Cumhuriyet döneminin ilk kuşağının üyeleri, bir başka deyişe 1920'li yıllarda dünyaya gelmiş aydın kuşağı açısından bu paradoksal miras bana kalırsa canalıcı bir önem taşımışır. Yetişmelerinde, bir biçimde, iki kutbun özelliklerinin pay sahibi olduğuna inanıyorum; etki ölçeği herbirinde ayrı dağılımlara sahne olmuş olsa bile. Şu var ki, söz konusu kuşağın tek kaynağı bu değildi. 1920'li yıllarda doğmuş aydınlarımız için, tıpkı bir önceki kuşağın öncü isimleri için geçerli olduğu gibi, "evrensel klasik aydın"ların son örnekleriyle (sözgelimi Panofsky, Frazer, Warburg), "evrensel modern aydın"ın taze örnekleri (sözgelimi Russell, Sartre, Adorno) apayrı bir beslenme odağıydı. Yerli "model"lerle yabancı "model"ler arasından, her biri, kendi özgün serüvenlerini yaratırken bir tür bireşime varacaklardı ya, en azından işin başlarında o pusulaların yön tercihlerini biçimlendirmede etkili olduğu kolay kolay yadsınamazdı. ? Metin And'ın karakalem portresine girişirken biraz uzun bir peşrev faslına başvurmamın nedenini, ikide bir anmadan edemediğim "atalarım tanışmadan önce yüzümün hatları nasıldı?" sorucümlesinde aramak eldedir. 1927 doğumlu Metin beyi hüdainabit, çizgi dışı bir figür olarak konumlayamayız: Yetişiği çevreyi, ortamı, gördüğü eğitimi göz önünde tuttuğumuzda elbette sıradan birinden söz etmediğimizin farkında olmamız beklenir, gene de hepten Haliç Tersanesi’nin Ressamları C ayrıksı, benzersiz bir Cumhuriyet aydını değildir o: Kimi üniversitenin, akademik dünyanın merkezinde etkin olmuş (Boratav'dan, Berkes'ten Nermi Uygur'a), kimiyse özerk bir yol çizmiş (Şevket Süreyya Aydemir, Selahattin Hilav) benzerleriyle ortak bir bağlamı paylaşmış karşılıklı etkileşimde bulunmuş, hem ülkesinde hem de yurtdışında üretim ve ilişki ağını kurmuş, kendilerini kuşatan koşulların olumsuz boyutlarına ve yıpratıcılığına karşın bağımsız birer kuruma dönüşmüş çağdaşlarının arasında yaratıcı, kuşatıcı, eleşirel bilinci öne çıkaran, verimli, kalıcı işler ortaya koyan dört dörtlük bir kültür adamı kimliğiyle geçen yarım yüzyıla damgasını vurmuşur Metin And. Ana kitaplarını, araştırmalarını okur önüne çıkarmış olmasına karşın, bir buzdağı görünümü taşıyor Metin And'ın yapıtı; bu nedenle de, ona sokulurken, üzerinde yorum geliştirirken, yaklaşık 1500 makaleden oluşan bir bütünlüğün hiç değilse hayaletini akılda tutmakta yarar var. Bu pay, Metin And'ı tanımlama girişiminde de göz önünde tutulmalı; yoksa indirgenir Metin Bey’in kimliği, olduğundan dar görülmesi söz konusu olabilir. İyi bir örnek, Forum dergisinin sayfalarında bıraktığı, bir kitapta bir araya getirilmemiş edebiyat ve kitap eleşirileri; Turgut Uyar üzerine yazdıklarını okuduğumda, o yolu sürdürmemiş olmasına hayıflanmışım. Ne olursa olsun, bir temel eksenden dem vurulabilir Metin And'ın yapıtına kuşbakışı yöneldiğimizde: Oyun ve Seyir kültürü üzerinde yoğunlaşmış bir ilgi, araşırmacı ve yorumlayıcı perspektifinin belirleyici yanını oluşurur. Şunu unutmamak kaydıyla: Oyun'u da, Seyir'i de çok anlamlılığı içinde avucuna almışır. Öyle ki, bu çok merceklilik nedeniyle üretimini sanat tarihi, kültür tarihi ya da antropolojisi etiketleriyle sınıflandırıp rahat edemeyiz: Metin And, oyuncu ile seyirci arasında kurulan bağlantısal çoğulluğu mutlak bir bütünlük halinde okurken işin içine Felseyi, Ruhbilimi, Tarihi, Etnolojiyi, bambaşka alanları da katar, disiplinlerarası dokumayı yoğunlaşıtırır, "yüksek sanatlar"ın kurallarıyla zanaat evreninin ölçütlerini birbirilerine karıştırmaksızın devreye sokar, dahası, bütün bunları yaparken, yerel değerlerle evrensel olanları bir an için bile göz ardı etmez, bir opera bestecisiyle kundura esnafı arasında aynı aşinalık katsayısıyla mekik dokur. Metin And'ın yapıtında, Michel Foucault'nun "bilmenin arkeolojisi" olarak tanımladığı, geniş bir alanın yukarıdan aşağıya katmanlarının tek tek açığa çıkarıldığı ve birbirileriyle ölçülere dayalı biçimde ilişkilendirildiği bir kazı çalışması belirir. Orada, gerçekten de, Tanrı ayrıntılarda, onların bir düzenek kurmak üzere eksiksiz organize ediliş sürecindedir. Bu amansız derleme ve tasnif etme işleminde, çoğu kez, kıvrımlar arasında unutulmuş bekleyen bilgileri, dünya kütüphanelerinin kuytu raflarını tavaf ederek, birinci elden arşivlere gömülü duran belgelere ulaşarak toplamış olmanın payı küçümsenemez. ? Metin And'la ilk kez 1979'da, Ankara'da bir bekleme salonunda karşılaşmıştım. Herkes boş boş oturup sırasını beklerken, o küçük bir pilli radyodan müzik dinliyordu. Bende, hemen, uyurken bile bir şeyler yapmayı başardığından şüphe duyduğumuz özel insanlar türüne ait olduğu duygusu uyanmıştı. Sonraki yıllarda bu tuhaf izlenimim pek değişmedi açıkçası. Ama, bütün bu akıl sır ermez çalışmaları yapan kişinin arkasındaki insanı tanıdığımı söyleyemem. Bana güven ve yakınlık duyduğuna inanmama karşın, aldığım terbiye elvermediği için insanı kurcalamaya kalkışmadım, açıldığı kadarıyla yetinmek zorunda kaldım o da bende mahfuzdur. Bir tahmin yürüttüm oysa: Ciddi, ağırbaşlı kültür adamının arkasında, yüksek tutkuların dümen suyunda, ateşli ve muzip, tam bir Homo Ludens yattığını düşünüyorum. Kendisinden bile saklanarak sigara içmeyi bilen Metin And'ı tanımış olmak benim hayatıma delişmen bir renk kattı : Gökkuşağının sekizinci rengi. Ama asıl mühür, onun anıtsal yapıtından geliyor. llerimizdeki kılların sayısı arttıkça, kâğıttan gemi yapmasını unutur, çocukluğumuzun tersanesinden ayrılırız. Kâğıtlar artık bizim için bir resmi evrak, fatura ya da senede dönüşüvermiştir. Peki ama, ya tersanede işçi olarak çalışıyorsak?.. Denizcilik tarihimizin nice gemisini kollarına ilk kez alan suları barındıran Haliç’in hali hiç de iç açıcı değil!.. Çünkü 18 Nisan 2000 tarihinde çıkan kapatma kararıyla, Haliç ve Camialtı tersanelerinin kapılarına kilit vuruldu. Cemal Süreya bir şiirinde, Fatih’in gemilerini karadan yürüttüğü günden beri deniz kaçkını bir ulus olduğumuzu söyler. Evet, Fatih gemileri karadan yürütür, ama onların gönlünü almak için suya kavuştukları Haliç’e bir tersane kondurur. 15. yüzyılın sonlarında yapılan resimlere bakıldığında, Haliç’te kadırga ve kalyonların yüzdükleri göze çarpar. Bu görünüm, Galata Tersanesi’nin bir merkez olarak gelişmeye başladığının işaretidir. E ALİÇ’İN TARİHİ DOKUSU... Tersanei Amire’nin yıldızı, denizciliğe önem veren I. Selim döneminde parlar. Gemi pencerelerini andıran üç sıfırın yan yana geldiği 2000 yılına girildiğinde, tersane için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Üç tarafı da denizlerle çevrili ülkemize, denizcilik tarihi bakımından, üç sıfırı barındıran 2000 yılı hiç de uğurlu gelmemiştir. İşlerin ters gittiği, denizi doldurarak yol yapma politikalarından belliydi aslında!.. Tarihin hiçbir döneminde deniz kaçkını olduğumuz bu denli gözler önüne serilmemişti. Denizin bir kuyumcu gibi yüzyıllardır işlediği kıyıları yol yapmak için dozer kepçelerinin aç dişlerinin önüne attık. Üstelik, denizin bir yol olduğunu unutarak!.. “Gemilerde talim var” şarkısının yerini “Onun arabası var” şarkısı almıştı ne de olsa!.. Tersane işçileri, Haliç’in tarihi dokusuna da sahip çıkarak, işyerlerini kaybetmemek amacıyla eylemler başlattılar. Kasımpaşa halkı ve Perşembe Pazarı esnafına bildiriler dağıttılar, pankartlar astılar. Kabataş iskelesine bağlı “Ata Nutku” adlı araba vapuruna, kapatılan Haliç Tersanesi’nde yapıldığına dair pankart asarak İstanbulluları duyarlı olmaya çağırdılar... İşçiler, yürütmeyi durdurma kararının iptali için mahkemeye başvurmaya hazırlanırken ellerine boyaları, fırçaları alarak sokağa çıktılar. Haliç Tersanesi’nin Evliya Çelebi Caddesi’ne bakan 186 metre uzunluğundaki duvarına, gemileri bu sefer resim olarak çizmeye başladılar!.. İşçi ressamlar, denizcilik tarihimizin zenginliğini, önemini yaptıkları resimlerle halka anlatmak H amacındaydılar. “Borucu”, “Pervaneci”, “Vinççi”, “Gemi İnşayeci” ve “Sac Kesimcisi” diye adlandırılan işçiler, kadırga ve kalyon gibi gemilerin yanı sıra Çanakkale zaferinin kazanılmasında önemli bir pay sahibi olan Nusrat mayın gemisi ve Bandırma vapuru gibi unutulmaz gemileri de duvarda yaşattılar. İstanbul’un iki yakası arasında mekik dokuyan ünlü “67 baca No’lu” Kalender vapurunun resmini yapan arkadaşına bakan bir işçinin ağzından şu sözler döküldü: “Benim babam bu vapurda otuz beş yıl çalıştı!..” İstanbul, birçok işçi eylemi gördü. Ama işçiler bu kez, haklarını aramak için resim yapma yolunu seçmişlerdi. Bu eylem Brecht’in şu dizelerini anımsatıyor insana: “Ne oldu dersin, duvarcılar Çin Seddi bitince...” Kim bilir, belki onlar da seslerini duyurmak amacıyla Çin Seddi’ni boyamışlardı!.. İşçilerin, Haliç Tersanesi’nin Şişhane’den Kasımpaşa’ya inen Evliya Çelebi Caddesi’ne bakan duvarına yaptığı gemi resimleri, İstanbul tarihinde son derece önemliydi. Dedelerinin, hatta onların da babalarının tersanede çalıştığı işçilerin yaptığı gemi resimlerinden oluşan bir duvar, İstanbul’un mutlaka ziyaret edilecek yerlerinden biri olabilirdi… Ama buna olanak tanınmadı; koca duvar yeşile boyandı!.. Haliç Tersanesi’nde çalışan işçilerin yaptıkları son eser olan gemi resimleri, duyarsızlığın, sevgisizliğin, değerbilmezliğin bulanık, kirli sularında yok oldu gitti… ERSANENİN DUVARLARİNDAKİ RESİMLER Ne zaman o duvarın yanından geçsem, o işçilerden biri olan sevgili arkadaşım Necdet Çelen’in bir gün telaşla telefon açarak söylediği şu sözleri duyar gibi olurum: “Sunay kardeşim, tersanenin duvarlarına gemi resimleri yapacağız. Sende Bandırma’nın, Ankara gemisinin fotoğrafları var mı?..” Olmaz olur mu!?.. Hiç düşünmeden, üşenmeden eve gitmiştim… Kütüphanemden söz konusu gemilerin fotoğraflarını alarak tersanenin yolunu tutmuştum… Fatih’in kurduğu koca tersanede bir gemi yapımında emeğim geçmemişti… Ama tarihi mekânın yaşaması için çaba gösteren işçilerin son günlerinde yanlarında olmuştum… Boğaz Köprüsü ışıklandırıldı… İstanbullular asma köprünün ışıklı halini çok beğenmiş, her yerde köprüden söz ediliyor… Ben, İstanbul’un iki yakasını bir araya getirmeye çalışan vapurların ışıklı elbisesini seviyorum hâlâ… Onlara bu güzel kıyafetleri diken tersanedeki terzileri saygıyla anarak! T Şeffaf Mavi/ Ryu Murakami/ Çeviren: Cihan Arkın/ Doğan Kitap/ 144 s. Amerikan askeri üssünün bulunduğu bir Japon kasabası… Kasabada yaşayan gençlerin, seks, uyuşturucu ve rock’n roll etrafında dönen hayatları… Şiddet, uyuşturucu bağımlılığı, intiharlar ve tatminsizlikle dolu karanlık bir hikâye… Kitap, Japon yazarın 1970’lerdeki seks, uyuşturucu ve rock’n roll’la geçen gençliğinin anlatıldığı, egzotik tasvirlerle bezeli yarı biyografik bir roman. Küreselleşmeye Güney’den Tepkiler/ Haz.: Ceyhun Gürkan, Özlem Taştan, Oktar Türel/ Dipnot Yayınları/ 364 s. Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin (TSBD) 57 Eylül 2005te Ankara’da düzenlediği Küreselleşmeye Güney’den Tepkiler Sempozyumu tamamlandığında sadece TSBD sorumlularının değil, toplantıyı izleyenlerinde ortak görüşü, bu sempozyuma sunulan önemli ve değerli katkıların gecikmeden Türkiye’deki okurlara ulaştırılmasıydı. Bu çalışma, sempozyumda sunulan 22 bildirden 18’ini içeriyor. Bölümler: Yeni Mücadaele Biçimleri ve Meştulaştırma: “Teröre Karşı Savaş” ve Irak, Dünya Ekonomi: Emperyalizm ve Bunalımlar, Güney’de Neoliberal İktisat Politikalarına Karşı Seçenek Arayışları, Türkiye’de Neoliberal Dönüşümün Çeşitli Yanları, Toplumsal Dönüşüm ve Sınıf Mücadeleleri: Fırsatlar ve Engeller, Direniş ve Uyumun Yeni biçimleri: İdeolojik ve Sosyolojik Yönler. Akademisyenler ve Gerçek Dünya/ Gillian R. Evans/ Çeviren: Ebru Kılıç/ İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları/ 250 s. Cambridge Üniversitesi öğretim üyesi, Ortaçağ düşünce tarihi ve teolojisi üzerine araştırmaları olan, bunun yanı sıra yüksek öğrenimin özelleşmesi ve ticarileşmesi üzerine çalışmalarda da bulunan Gillian R. Evans’ın bu kitabı, üniversiteler ile toplum arasındaki ilişkilerin bugünün sosyal ve ekonomik koşullarına göre değişen doğasını ele alıyor. Evans’a göre her toplumda “düşünmesi için para verilen” bir kesim olan akademisyenler, kamu kaynaklarının azaltılması ya da tamamen geri çekilmesi durumunda ne yapacaktır? Düşüncenin ticari ya da başka mali kaynaklar tarafından ücretlendirilmesi nasıl bir anlam ifade edecektir? Bunun gerçekleşmesi halinde düşünmekte özgür olunabilir mi, yoksa tersine “düzene göre düşünmek” mi gerekir? Kitap, üniversitelerin temel değerleri, iktidarların üniversiteler üzerindeki baskısı, üniversitelerin şirketlerle, holdinglerle işbirliğinde, yürütülen araştırmaların tarafsızlığı ve bağımsızlığına yöneltilen tehditlere karşı bilimsel kimliklerini korumaya çalışırken karşılaştıkları sorunları irdeliyor, yanıtlar arıyor. Piyasa Ortamında Üniversiteler/ Derek Bok/ Çeviren: Barış Yıldırım/ İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları/ 212 s. Eğer gerçekçi ve doğru bir fiyat ödenirse, bir üniversitedeki her şey satılık mıdır? ABD’de üniversitelerin tek motivasyonu kâr mıdır? Amerikan üniversitelerinin önde gelen eğitimcilerinden, Harvard Üniversitesi öğretim üyesi, bir dönem Hukuk Fakültesi dekanlığı yapmış ve üniversite rektörlüğünde bulunmuş Derek Bok, bu kitabında özellikle 1975’ten bu yana üniversitelerin araştırma ve eğitim faaliyetlerinden nasıl para kazandıklarını; birçok üniversitenin patent sağlayan gelişkin programlardan, şirketler kurup kâr amacı güden uzaktan eğitim hizmetlerinden nasıl para kazandıklarını ele alıyor, ilginç örnekler veriyor. Türkİngiliz Siyasal İlişkileri (19291936)/ Elif Uyar/ Yeniden Anadolu ve Müdafaai Hukuk Yayınları/ 234 s. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı ve arkasından İstiklal Savaşı sırasında Türkiye’nin düşmanıydı, Lozan Antlaşması’nı ise istemeye istemeye imzalamak zorunda kalmıştı. Ancak, Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi gereğince Türkiye başta Yunanistan olmak üzere bütün komşuları ve İngiltere ile dostluk ilişkileri geliştirecekti. Fakat, İngiltere bir süre daha dostça olmayan tutumunu sürdürecek, Kürt sorununu gündemde tutacak, Musul konusunda diretecek ve Şeyh Sait isyanını kışkırtıp destekleyecekti. Ne var ki bu sorunlar aşıldıktan sonra, İngiltere de değişen dünya koşulları nedeniyle Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmeyi yeğleyecek, hatta Montrö Antlaşması’na giden yolda Türkiye’nin yanında olacaktı. Bu arada İngiliz ticari çıkarları ile Türkiye’nin çıkarlarını da bağdaştırmak gerekiyordu. Elif Uyar, bu gelişmelerle ilgili kaynaklara ve İngiliz arşiv belgelerine ve İngiliz büyükelçilerinin hükümetlerine verdiği raporlara da dayanarak 19291936 döneminde düşmanlıktan belirli bir dostluğa dönüşen Türkİngiliz siyasal ilişkilerini ele alıyor bu kitapta. Seçme Hikâyeler/ Mehmed Rauf/ Özgür Yayınları/ 436 s. Türk edebiyatında “Eylül” romanın yazarı olarak tanınan Mehmed Rauf, sayısı yüz otuzu aşan hikâye yazmıştır. Akademik düzeyde birçok çalışmaya konu olan ancak bu güne kadar yeni harflere aktarılmayan bu hikâyelerden Doç. Dr. Rahim Tarım tarafından titiz bir şekilde seçilen bir kısmı, ilköğretim son sınıftan üniversiteye kadar geniş bir kitle tarafından anlaşılabilecek şekilde yayıma hazırlanmış. Dünya Dostluk ve Barış Köyü NESCO tarafından “Dünya Dostluk ve Barış Köyü’’ ilan U edilen FethiyeKayaköy, yerli ve yabancı turistlerden ve fotoğraf sanatçılarından yoğun ilgi görüyor. Kayaköy’ün tanıtılması için yoğun çaba gösteren fotoğraf sanatçısı Faruk Akbaş, bölgedeki çarpık yapılaşmaya dikkat çekerek, “Kayaköy, sit alanı. Çevrede kaçak binalar hızla yükseliyor. Bölgede arazisi olanlarsa çaresiz. Olaya yasakçı bir mantıkla yaklaşmadan çözüm bulmak lazım’’ diye konuştu. (AA)