02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Cumhuriyet Strateji 13 Ekim 2008/224 ST R A T E J İ c 9 Afganistan ve Irak’ı işgal etmiştir ama Türkiye çok daha haklı ve meşru olmasına karşın, Irak’ın kuzeyine operasyon yaptığında, ABD ve AB’nin tepkisiyle karşılaşmaktadır. İngiltere Güney Kıbrıs’taki iki üssünden de, yıllar önce Arjantin ile savaşmasına neden olan Falkland Adası’ndan da vazgeçmemektedir. Oysa Türkiye Kıbrıs’taki hak ve çıkarlarında ısrar edince, ne yazık ki adadaki Türklerin bir kısmı da dahil bazı çevrelerce ve AB ülkelerince işgalci olarak suçlanmaktadır. Burada mesele ödün üzerine ödün vermeye hazır olan, tek egemenlik ve tek vatandaşlığı kabul etmenin, Rumların yönetimini kabullenmek anlamına geldiğini göremeyen, Annan Planı’ndan bile geri bir çözüme “yes be annem” diyen KKTC yönetiminin liberalliği de, Türkiye’deki iktidarın Kıbrıs meselesini bir şart olarak sunan AB’ye verdiği sözler de değildir. Asıl sorun, Akdeniz’de doğal bir uçak gemisi olarak nitelenen Kıbrıs’ın stratejik önemidir. Çünkü adayı denetleyen, Ortadoğu ve Körfez’i de denetleyecek, ayrıca daha önemlisi enerji geçişi üzerinde söz sahibi olacaktır. Türkiye’nin sorunları bütüncül bir programla ele alıp, bütüncül bir yanıt vermesi gerekir. AB’nin, Bozcaada ve Gökçeada’yı Türkiye’nin idari ve hukuki sisteminin dışına çıkarmak istemesine yüksek sesle “hayır” diyemeyen, sözde Ermeni iddialarına karşı da Türkiye’yi savunamaz. Dahası, Washington istedi diye, Erivan’a da gider, Lübnan’a da... Çünkü burada mesele yapılan bir maç davetini kabul etmek ya da Türk ve Ermeni tarihçileri buluşturup, arşivleri açtırıp, tarihi tartışmak değildir. Sorun tarih biliminin değil siyasetin konusudur. Tarafları Türkiye ile Ermenistan ve Ermeni diasporası değil, gerçekte Türkiye ile Batı emperyalizmidir. Amacı da kısaca 3 T diye formüle edilen Ermenilerin tanıma, tazminat, toprak taleplerinin çok ötesinde, Türk tarihinin ve Cumhuriyet’in ideolojik ve psikolojik temellerini, meşruiyetini sorgulamak, Türkleri soykırım suçlusu göstermek ve Türkiye’nin Batı karşısındaki direncini kırmaktır. Bunun ekonomik altyapısı da büyük oranda hazırlanmış durumdadır… Türkiye’nin enerji açısından bağımlı olduğu Rusya, Almanya ile birlikte Türkiye’nin dış ticaretinde en tepede olan iki ülkeden biridir. Türkiye bu gerçeği dikkate almadan dış politikayı düşünemez. BaküTiflisCeyhan petrol boru hattı, Hazar havzasından dünyaya Rus denetimi olmadan uzanan tek enerji yoludur ama Türkiye’nin kullandığı doğalgazın yüzde 65’i de Rusya’dan gelmektedir. Merkel ve Berlusconi’nin bile, ABD’nin tüm baskılarına rağmen, Moskova’yı çok sert sözlerle kınamadığı düşünülürse, Irak’ta yaşananlardan ders alınırsa, Gürcistan meselesinde kraldan çok kralcı olmanın bir yarar getirmeyeceği görülür. Enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 72 olan ve 2009’dan itibaren ciddi bir enerji açığı bekleyen Türkiye’nin, strateji ve güvenliği, ekonomi ve enerjiyle birlikte ele alması gerekir. güvenliği çok boyutlu olarak düşünmek, ulusal önceliklerini doğru olarak saptamak ve her alanda kendi kendine yetebilmenin yollarını bulmaktır. Ekonomiyle, kaynakların akılcı ve verimli kullanılmasıyla, para, mal ve insan hareketlerinin denetimiyle, ekonomik güvenlikle ve ekonominin kayda alınmasıyla, terör örgütünün mali kaynaklarının kurutulmasıyla güvenlik arasındaki ilişkiyi kurmak gerekir. Dünya tarihi de, kendi tarihimiz de bunun örnekleriyle doludur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde, 1838 tarihli Balta Limanı Sözleşmesi’nin, 1854 yılında Kırım Savaşı nedeniyle alınan ilk dış borcun, 1881 tarihli Muharrem Kararnamesi ve buna göre kurulan Duyunu Umumiye’nin etkisi bilinir. Mali bağımlılık, siyasi, hukuki, idari bağımlılığı pekiştirmiştir. Çünkü borçlanmak demek, bağımsızlığı yitirmek demektir. Atatürk’ün ulusal ekonomiye büyük önem vermesi, sapanın süngüden kuvvetli olduğunu sık sık vurgulaması boşuna değildir. Ekonominin yaşamın, siyasetin, diplomasinin bağımsız yürütülmesinin temeli olduğu Türk tarihinde de sabit bir şekilde görülür. Osmanlı’nın borçlanma süreciyle çöküş sürecinin hızlandığı, Atatürk’ün buna karşı duruşu nettir. Türkiye strateji geliştirecekse, kendine yeter, güçlü bir ekonomisiz bu hedefini gerçekleştiremez… düşürmüştür. Kamu bankaları ve KİT’lerin hem kuruluş amaçlarından sapması, hem de tüccar bir anlayışla değil, partizanca yönetilmesi, özelleştirmelerde kamu yararı, toplumsal refah ve sermayenin tabana yayılmasının değil, eş, dost, yandaş hatırının gözetilmesi ya da dış baskılara boyun eğilmesi, Türkiye’ye sadece ekonomik olarak değil, politik olarak da pahalıyla malolmuştur. 1982 yılında 14 milyar dolar dış borcu olan ve hiç iç borcu bulunmayan Türkiye’nin, 24 Ocak kararlarını, onların uygulanmasını güvenceye alan 12 Eylül 1980 darbesini ve darbenin iktidar yaptığı Özal’ın politikalarını sorgulamadan, günümüzde 500 milyar doları bulan iç ve dış borç sarmalından kurtulamayacağı açıktır. IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin yarattığı tahribatı, yabancı tekellerin (kendilerince haklı olarak) hep karlı ve stratejik özelleştirmelere talip olmalarını dikkate almaksızın, siyaset de, güvenlik de ele alınamaz. Büyümenin, kalkınmanın, gelişmenin sağlıklı ve dengeli olmasını sağlamak ve bütüncül bir strateji belirlemek Türkiye’nin acil gereksinimidir. EKONOMİ SERBEST DEĞİL Türkiye’nin, Soğuk Savaş ezberlerinden kurtulması için, serbest piyasa rüyasından da uyanması gereklidir. Dünyanın hiçbir yerinde ekonominin, öyle söylendiği gibi serbest olmadığı, olamayacağı ve olmaması gerektiği, ABD’de yaşanan son bunalımla bir kez daha ortaya çıkmıştır. Sağ ve sol liberallerin (liberal solun ne olduğu, kimin değirmenine su taşıdığı da ayrı bir tartışma konusudur) dilinden düşmeyen “Devlet ekonomiden elini çeksin” sözünün ekonomik değil, ideolojik bir söylem olduğu, sonuçta da piyasa ekonomisini değil, piyasa toplumunu hedeflediği daha net görülür olmuştur. Devlet ekonomiye karışır ve karışmalıdır. Kişisel özgürlüklerin kullanılması için gereken asgari düzeyin tutturulması için de devletin ekonomiye müdahalesi şarttır. Türkiye özelinde bu, mazlum milletlere örnek olduğu gibi, Atatürk’ün devrim programında yer alan halkçılık ve devletçilik ilkeleriyle simgelenen ekonomik modeldir. Yani karma ekonomidir, toplumsal duyarlılığı olan bir piyasa ekonomisidir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda bir kez bile para basılmaması, İsmet Paşa’nın ülkenin sıkıştığı anlarda, birkaç milyonluk emisyon yapma önerilerine Atatürk’ün hep karşı çıkması, hükümetin ancak Atatürk ölüm döşeğindeyken 1938 yılında karşılıksız para basması, Gazi’nin ekonomi konusundaki tutumunu yansıtır. Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 bütçesi yüzde 8’lik açık vermiştir. Bunun dışında 1938 yılına dek bütçelerin 11’i denktir, 3’ü ise fazla vermiştir. Ekonomik bağımsızlıkla ulusal bağımsızlık arasındaki ilişkiyi çok iyi bilen Atatürk sonrasında ise Türkiye hem aldığı dış borçları doğru kullanamamış, hem de alınan bu borçlar, bağımsızlığa gölge TÜRKİYE’NİN AÇMAZI Türkiye ekonomik olarak zayıf olduğu ve her alanda olduğu gibi dış politikada da yön duygusunu yitirdiği için “hayır” diyememekte, kendi siyasetini geliştirip, uygulayamamaktadır. Türkiye elbette dünya dengelerini gözetmeli, yayılmacı, maceracı olmamalıdır. Ancak dünya ve bölge dengelerini gözetmek demek, kendine güvenmemek, hep çekingen, edilgen davranmak demek de değildir. Unutmamak gerekir ki, Sultan Abdülhamit de, II. Meşrutiyet’i yapan kadrolar da kendilerince dünya dengelerini gözetmişlerdir. Ama bu politika, imparatorluğun ömrünü uzatsa bile, yıkılmasını önleyememiştir. Tarihin bize verdiği ders, kendi gücü olmadan, sadece denge politikası gütmeye çalışmanın, ilelebet başarı şansının olmadığıdır. Örneğin; ABD, 11 Eylül’ü bahane ederek
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle