Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
üretiyordu her gün, kısa adımlı gitgellerle. Hızlı gitgelinsan ilişkileri onu sabırsızlandırıyordu biraz. Ama ördu ki başladığı yoldan bir yerlere ulaşması, kazaya uğlerle “İnsan Manzaraları”na girişiyordu beriki 1941 neğin Balzac babanın sosyal bir durumu kıskıvrak yan ramadan, sınıfsal barajlarda eriyip gitmeden... yılında. 15 yıl boyunca voltalarını, mapusane yürüyüşsıtması, onu etkilemiyor değildi, ya da Stendhal’ın kaBir de filinta gibi acı bir delikanlı daha katılmıştı çevlerini ölçecek olsak, uç uca koysak voltalarını, kalıbımı dınları... remize, Bursa Hapishanesi tornasından geçen Orhan basarım ki birkaç kez dünyayı sarar aldığı yol... Bana da sorular soruyordu hiç durmadan, ben de akKemal. Böylece “Adana Okulu” oluştu, tamamlanGöğceli, nâmı diğer Yaşar Kemal de az yürümüyorlımın erdiği kadar Gogol’dan, Babel’den, Gertrumış bulundu. Bursa’dakinden haberler getiriyordu Ordu. Ona “Türküler Müfettişi” adını takmıştım. Bu sede Stein’dan, Tzara’dan söz ediyordum rasgele. Bir han Kemalî, taptaze yazılmış dizeler getirmişti ezbefer de işi azıttı, kendi düzdüğü şiirleri getirmeye başde Sabahattin Ali vardı ortada... Çarçabuk fark etmişrinde. Nâzım Hikmet’in imgeleri ile, insanları ile, kalamıştı, tazı gibi koşup Kadirli ’den. Osmaniye’den, tim ki, Kemal Sadık’ın beğeni ve seçenek gücü sözlabalıkları, bozkırları, destanları ile, köylüleri ile... NaSeyhan’dan Ceyhan’dan kopup gelerek... cüklerin ötesine varıyordu. Saat Kulesi taraflarında kisıl da dinliyordu Göğceli, Nâzım’ı: “O, topraktan öğYeni çeşit bir âşıktı, sazsız. Çağdaş şairlerden halim satan bir dükkânda en güzel kilimi saniye yitirmerenip / kitapsız bilendir.” beri yoktu sanılmasın, Çukurova’ya gelmemizden önden gösteriyordu bana. Diyelim ki bu kendi köylü alaYeni şiirler geldikçe Bursa Cezaevi’nden, köylü dece İstanbul’da çıkardığımız tüm dergileri, dergiciklenıydı, özbeöz kültürü idi. Pekâlâ, ya yirmi otuz çizgimi likanlı kamçılanmış bir at gibi tozutuyordu yolları ri bulmuş okumuştu. Herkesi tanıyordu. Düzyazıya da serdiğim zaman önüne, nasıl da hemen en iyisini göste Toros’un dibinde, türküler çığıra çığıra. (Nâzım’la karşı merakı vardı ama, kendini daha denememişti bu yolriyordu hiç şaşmadan! Picasso’nun, Matisse’in, Henry karşıya gelinceye dek, ne çok zaman geçecekti daha...) da. İlk şiirlerinde, anımsadığım kadarı ile, Bir süre sonra başımıza gelenler, darmadağın doğa ağır basıyordu. Bunun böyle olmaedilmemizin hikâyesi uzun sürer, Göğceli’nin Şimdi bugünlerde, her gün Paris’te sı, Çukurova’yı, Toros’u bilenleri şaşırtkarakollara düşmesi... Hayrola, neden başı deryürüyüşler başladı yine, Yaşar yürüyor maz. Burda doğanın ezici bir baskısı varde girdi (daha doğrusu ayakları) diyebilirsiniz dır insanoğlunun üstünde. Karacaoğlan’ın belki... Ayrıntıların önemi yok, başka türlü olabütün gün, Eyfel Kulesi senin, SaintMichel bunca doğaya banmış dizeleri nerden fışmazdı sadece. Evet, işin kökeninde sınıfsal basMeydanı benim, fır dolanıyor. kırıyorlardı? kı yatıyordu. “Ayaktakımından bir köylü Öyle bir doğa ki, efsanelere göre ölüparçası”, köylüler namına konuşup yazmaya me bile çare bulunurdu; Lokman Hekim kalkışıyordu, falakalara, “çifte ay”lı dosyalabu bölge otlarından faydalanıp hastaları ra yeter de artar da böylesi bir çıkış... iyi etmişti, Lokman Hekim’den önce DiNeyse ki günün birinde kapağı İstanbul’a oskorides buralarda aynı işi yapmış, ölüatacaktı tutuklar evinden çıkınca. Buğday me oyunlar oynamıştı. harmanına bir tane gibi karışıp İstanbul’a, Hem de, bitkiler nasıl gür fışkırıyorsa kalabalıkta yitecek, hem de ne olur ne olToros eteklerinde, Çukur’da sözcükler maz isim değiştirecekti. Bir ara “Gaz de öyledir, öyle fışkırır silme güzel. BiŞirketi”nde kontrol işlerinde çalıştı, gaz saliyorum, doğa bir yana, tarihsel nedenatlerini denetliyordu elde defter ve cep feleri var bu birikimin, insan selleri kelineri. Kent dimdik ve kaskatı idi ve delikanlı me tortularını bırakmış ve bunlar Tobasamakları çıktıkça bin bir yaşantı ile karşılaşıyordu aralanan her kapıda. Bütün gün ros imbiklerinden süzüle süzüle en arı merdivenler çıkıyor, iniyordu ve Balzac’ın Türkçeyi meydana getirmiş. Bir zamanromanlarını ansıyordu ya da Flaubert’i. lar şakamsı öğütlediğim “Çardak köBeyoğlu’nun beşinci katları Toros’a tırmanyü Türkçesi”nin nedeni bu. Benimsenmaktan bile zordu, ayakkabılar bir haftada mesinin nedeni bu. Örneğin dil sevdalıeriyordu... Derken Cumhuriyet’e girdi, Nası her Fransızın daima söylediği “en güdir Bey, Cevat Fehmi, Babıâli... Kebapçızel Fransızca, Loire ırmağı çevresinlar, İzmirli’nin şerbeti... dedir” sözü, hiç de yadırganmaz PaŞimdi bugünlerde, her gün Paris’te yürislilerce... İstanbul’da Süleymaniye rüyüşler başladı yine, Yaşar yürüyor büMahallesi’nde ya da Beykoz’da (Orhan tün gün, Eyfel Kulesi senin, SaintMichel Veli’nin köyünde) Türkçe az mı güzel? Meydanı benim, fırdolanıyor. Nedeni, yeDeğil, ama, Türkmenlerden gelme sözni bir kitaba başladı da ondan, bir de Paris cük ve tümce kuruluşu da yabana atılaÜniversitesi’nde destan üstüne bir seminemaz. Hem İstanbul Türkçesi dediğimiz re katılması var işin içinde. Manas’ı, Dede dil, 1453’ten sonra Fatih’in tüm AnadoKorkut’u, Köroğlu’nu tartışıyor etnologlar, lu bölgelerinden getirdiği toplulukların öğrencilerle birlikte. lehçeler kaynaşmasından, bileşiminden Ortalık kararınca bize uğruyor: “İyi gitti meydana gelmedi mi? bugün” diyor. Ne gitti, kim gitti, nereye gitti Diyeceğim şu ki, yaman süzgeçlerden demek gereksiz, biliyorum ki roman “iyi yügeçerek oluşmuş bir dilden faydalanıyorAbidin Dino ile Paris’te 1982. rüdü” demektir o, çünkü romanlar da yürür, du Göğceli. İyi bir taban... yürür de Paris’e kadar gelir, başını alır dünAylar geçiyordu. Bata çıka, düşe kalyayı dolaşır... “Yürü yâ kulum...” Fakat yeka sözcük avına devam ediyordu kan ter ni başlanan romanı bitirmek için Menekşe’de, Şile’de, içinde delikanlı. Arada bir, az “harçlık” edinmek için Moore’un renkli baskılarını görünce derhal sihirlerine şurda burda, pirinç tarlalarında ya da biçerdöverde, dakapılıyor, günlerce sözünü ediyordu. Dikkat kesilip din Bolu’da, Bor’da, Niğde’de bol bol yürümesi lazımmış Yaşar’ın... ha olmazsa mahkeme kapılarında “yazıcılık” ediyor, liyordu Eisenstein’in kamera ile yaptığı biçim istifleriYaşar bir Paris köylüsü, Paris de iri bir köy ama, beş on kuruş kazanıyor, son hızla tükettiği ayakkabıları ni ya da kurgu uyaklarını... Bilgiçlik taslıyordum, anlaParis kaldırımları doğadan kesik, bizim illere benzenı yeniliyordu. yacağınız... Bir de piyes yazmayı denemiş, Orta Anadomez, buralar başka türlü. Doğru. Beteri var: Türk gaBöylece Adana’ya gelebiliyordu bir süre. Köylü istilu dilini kullanmıştım ilk kez. Çok sarmıştı onu bu mezeteleri sis ya da kar yüzünden Paris’e erişememekte daları yazmak belki “şiirsel” değildi, fakat dinledikleri tin ve yeni yayımladığım bu kitapçık. Bir iki hafta sonkimi gün ve bu yüzden bir telaş, bir telaş alıyor ki bini yazıya dökmek, kupkuru ve edebiyatsız yazmak öğra “Heyeti Vekile” kararı ile toplatılınca, öfkelenip küzimkini... O zaman Yaşar, havasız kalmış bir dalgıca reticiydi; ayak basıyordu kuru gerçeğe, olaylara, kuralsüp gitmişti. Acayip bir yönü vardı: Kimse onun kabenziyor deryalar dibinde... lara, direnç ve baskılara. Gün geçtikçe aklı yatıyordu dar sevgi dolu değildi dünyaya karşı, ama birdenbire Bugün Yaşar’ın romanlarında doğainsan sorundüzyazıya. Gerçeğin şiirine giriyor, erişiyordu. de ölesiye küserdi insana doğaya, dünyaya. Öylesi günsalından söz etmeye niyetliydim. Derken gevezeliğe Şiirden düzyazıya geçişte, belki bir ölçüde başka etlerde içine çöken karartı yüzüne vurur, acayip bir rendaldım, kusura bakmayın... Ayın 31’inde sayın Clakenler de vardı. Hemite’nin arka dağlarında rastlage bürünür, büzülür, eğrilir kalır, ya da kaçardı bir süude Gallimard roman ödülünü sunacak, Yaşar’la tonan kimi iri heykellere benziyordu Arif Dino ve bu bilre. Daha tam karar verememişti sevgi ile öfke arasında. kalaşacaklar, fotoğrafçıların “flaş”ları patlayacak, bir ge adam, Göğceli’ye Don Kişot romanını örnek alKafası kızınca tabanları ağrıyıncaya, yarılıncaya kadar gürültü patırtıdır gidecek ve bizlerden, Thilda’dan, masını öğütlüyordu, roman yazmasını istiyordu. Rokaçıyordu rasgele, sonra da uzun, korkulu düşlere dalıkitabı çeviren Münevver Andaç’tan başka kimman türünün anababasıydı Arife göre Cervantes’in yordu 48 saat yumulup bir kenarda. se bilmeyecek Yaşar’ın o kalabalık içinde tek özDon Kişot’u. Arifin yorumları Lukacs’ın yorumlaGünün birinde tam hızla çakıldı karşımıza, yarışlemini: Her şeyi oracıkta yüzüstü bırakıp, Menekrından pek farklı değildi. Göğceli’ye “Kederli Surattan sonra bir koşu atı gibi titriyordu her tarafı, ayaküsşe bayırlarında uçurtma tokuşturmak, ya da daha iyisi lı Şövalye”nin çağ değişimi niteliğini anlatıyor, bölüm tü “Bebek” hikâyesini okudu bize; Arif’e, Güzin’e ve Hemite’de şekerkamışı çiğnemek dururken... Ne diye bölüm yorumluyordu. İstanbul Edebiyat Fakültesi’ndede bana. Söylenecek fazla bir şey yoktu, “oldu”, deburalara kadar gelmiştir sanki... ki asistanlığını yüzüstü bırakıp Adana’ya gelen Güzin dik, “tamam”, dedik, “arkasını getir”, dedik yüreğiDino (yeni evlenmiştik) Göğceli’ye Stendhal, Balzac, miz çarparak. Aslına bakarsanız ne malumdu arkasını * Bu yazı 5 Şubat 1979 tarihinde Milliyet Sanat Flaubert’i bağıra çağıra okutuyor ya da anlatıyordu getirebileceği? Öylesine güzel, yemyeşil bir filiz yetişizorla. Sevmediğinden değil o yazarları, fakat Çukuroyordu ki Çukurova’da, ne malumdu mandaların ayakla Dergisi’nde yayımlanmıştır, ayrıca “Ağıtlar” kitabında yer alır. Ağıtlar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, valı delikanlı o kadar doluydu ki, Fransa’nın 19. yüzyıl rı altında ezilip yitmeyeceği? O kadar zor, o kadar zor284 sayfa. 7