Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 Ekonomi Hayaldi 2015’te gerçek olabilir: Kiralık işçilik o Doç. Dr. AZİZ ÇELİK 2014 işçi sınıfı için en kanlı yıl oldu. Türkiye’de iş cinayetlerinde en çok ölümün yaşandığı yıllara baktığımızda, 1991’de 1631, 1992’de 1776, 1993’te 1516, 2006’da 1601, 2011’de 1710 ve 2014’ün ilk 11 ayında 1723 olarak gerçekleşti. Aralık ayında yaşanan ölümlerle birlikte 2014’ün Cumhuriyet tarihinin en ölümcül yılı olacağı neredeyse kesin. İş cinayetleri 2015’te de çalışma hayatının en önemli sorunu olmaya devam edecek.. Çünkü hükümet sorunu işçinin eğitimsizliği olarak görüyor. İşçi ve işverenlere yönelik ödülceza yöntemleri ile sorunu çözeceğini zannediyor. Oysa sorun çok daha köklü. Esnek, güvencesiz çalışma rejimi ve taşeron düzeni iş cinayetlerini körüklüyor. 2015’te yaklaşan bir diğer tehlike kiralık işçilik. Kiralık işçilik hükümetin tüm kısa vadeli hedefleri (Orta Vadeli Program, 2015 Programı ve 10. Kalkınma Planı) arasında yer alıyor. Kiralık işçilik ile işçi komisyonculuğu yasal hale gelecek ve özel istihdam büroları işçi kiralama faaliyeti üzerinden para kazanan kurumlar haline dönüşecek. Özel istihdam büroları ile işçi arasında işçiişveren ilişkisi kurulacak. Özel istihdam büroları kendi bünyesindeki işçileri talep eden işverenlere ihtiyaç duyduğu sürelerle kiralayabilecek. Kiralık işçilik sistemi ile bildiğimiz anlamda iş ilişkisi sona erecek. İşçiler kiralandıkları işyerinin işçisi olmayacak. İşçilerin işvereni onları kiraya veren özel istihdam bürosu olacak. İşçiler tıpkı kiralanan bir makine gibi, adeta leasing firmasından alınan bir araç gibi işlem görecek. Fiili işvereni işçinin haklarından sorumlu olmayacak. Kiralık işçilik uygulaması ile iş güvencesi ve işyeri kavramları da tarihe karışacak. Kiralık işçilik yoluyla iş bulma hizmeti bir kazanç konusu haline gelecek, işçi simsarlığı hortlayacak. Bu nedenle kiralık işçilik sistemi modern kölelikten başka bir şey değil. İşçiler özel istihdam büroları ile gerçek işveren arasında, ikisinin kar hırsı arasına sıkışacaktır. CUMHURİYET’İN GÖZÜNDEN 2015’E BAKIŞ 27 Aralık 2014 Cumartesi 2015’e Doğru Türkiye Ekonomisi: Sönmekte Olan Bir Balon u 2014’ün bu son günlerinde milli gelirin artış hızının yüzde 1.7 ile durgunluğa doğru itilmekte olduğunu gözlemekteyiz. Bu durgunluğun ardında yatan en önemli etkenin tüketim harcamalarındaki artış hızının yavaşlaması olduğunu söyleyebiliriz.. o ERİNÇ YELDAN On yılı aşkın bir süredir bir masal anlatılıyor: “Türkiye 2001 krizi sonrasında IMF tarafından önerilen yapısal reformları Kemal Derviş liderliğinde Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı adı altında uygulamaya koymuş; AKP hükümetleri de bu programı devralarak başarıyla sürdürmüştür. Böylelikle Türkiye ekonomisi 2008 krizine değin çok yüksek hızda büyümüş, fert başına geliri iki buçuk misli artarak 10 bin dolara ulaşmıştır. Ancak 2006’de IMF programı terk edildiği için reformlar geciktirilmiş, bu yüzden de şimdi orta gelir tuzağı diye anılan yapısal bir durgunluğa sürüklenilmiştir.” Türkiye’nin 2001 krizi sonrasında özellikle bankacılık kesimine yönelik önemli düzenlemeleri (regülasyonları) içeren yapısal reformları hayata geçirdiği doğrudur. Bu sayede bankacılık kesiminin özellikle 1990’lı yıllarda sürdürdüğü aşırı riskli borçlanma davranışlarının önüne geçilebilmiş ve ulusal ekonomide önemli bir kırılganlık unsuru olarak kabul edilen açık pozisyonları hafifletilebilmiştir. Ancak, Türkiye’nin 2002 sonrası büyüme hızı ne mucize boyutta; ne de diğer kalkınmakta olan yükselen piyasa ekonomilerinin makro ekonomik performanslarının ilerisindedir. Türkiye’nin 2002 sonrasında büyüme hızlarının ortalaması yüzde 4.9’dur. Bu oran tüm Cumhuriyet tarihi ortalamasını ancak tutturabilmektedir; dolayısıyla, Türkiye ekonomisinde yaşanan mu cizevi bir büyüme başarısı yoktur. Fert başına gelirin 3 bin 500 dolar düzeyinden 10 bin dolara çıkışı ise büyük ölçüde döviz kurundaki aşırı ucuzlamanın eseridir ve reel büyüme değil, kurların ucuzluğundan kaynaklanan sanal bir olgudur. Nitekim söz konusu dönemde “büyümenin” ardında yatan ana unsur “başarılı reformların uygulanmasından” ziyade küresel piyasalarda yaşanan döviz bolluğu ve dövizin olağandışı ucuzlaması idi. Türkiye bu dönemde tüm Cumhuriyet tarihi boyunca biriktirdiği dış borçların neredeyse üç mislini 12 senede biriktirmiş ve 2003 başında 129 milyar dolar olan dış borç stokunu, 2014’ün Haziran ayı itibariyle (elimizdeki en güncel veri) 401 milyar dolara çıkartmıştır. Türkiye’nin büyümesinin ardında uluslararası sermaye girişleri yatmaktadır. Yurt dışı sermaye girişlerinin arttığı dönemde ekonomik aktivite canlanmakta, sermaye girişleri yavaşladığında ise (dikkat ediniz sermaye çıkışı değil, girişlerin yavaşlaması altında dahi) büyüme hızı yavaşlamakta, hatta 2009’da olduğu gibi şiddetle daralma göstermektedir. Sermaye girişlerine bağımlılık 1980 sonrasında serbestleştirme altında küresel ekonomiye eklemlenmeye yönelik politikalar izlenmesinin doğrudan sonucudur. Türkiye’nin büyü me sürecini biraz daha teknik bir söylem aracılığıyla gösterelim: Sermaye girişleri => dış açık => büyüme... Oysa “başarılı reformların” ivmelendirdiği bir ekonomide mantıksal süreç bunun tam tersi olmalıydı: Uyarılan büyüme => dış açık (yatırımların artması ve ulusal tasarrufların yetersiz kalması) => sermaye girişlerine ihtiyaç duyulması. Türkiye 2001 krizi sonrasında bilinçli bir tercihle yüksek reel faiz uygulamasına geçmiş ve yurt dışı piyasalara yüzde 3050 arasında finansal arbitraj geliri sunmuştur. Bu sayede çekilen sıcak para akımlarına 2006 sonrasında özelleştirmeler, gayrı menkul ve şirket satışlarına dayalı doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından kaynaklanan döviz bolluğu eklenmiş ve dış açık (cari işlemler açığı) milli gelirin yüzde 10’una değin yükselmiştir. Bu arada Türkiye giderek dış borçlara bağımlı yapısını sürdürmüştür. Bu konuda aşağıdaki tablo büyüme ile dış borçlanma arasındaki bağlantıları açık olarak göstermektedir. Türkiye kriz öncesi 2008’de 281 milyar dolar dış borcu olan ve dolar bazında milli geliri 742 milyarlık milli gelire sahip bir ekonomi idi. 2009’da milli gelirimiz 616 milyar dolara geriledi. Daha sonra 2010 ve 2011’de Türkiye Çin’den sonra en hızlı büyüyen ekonomi olarak ilan edildi. 2013’e gelindiğinde Türkiye’nin milli geliri 823 milyar dolara ulaşmıştı. Ancak dikkat ediniz, söz konusu dönemde Türkiye’nin dış borç stoku daha da hızlı tempoda büyümüş ve 2013 sonunda 329 milyar dolara ulaşmıştır. 20082013 arasında milli gelirdeki artış 80.9 milyar dolar; dış borç stokundaki artış ise 108.2 milyar dolar olup, milli gelir artışının da üstündedir! Bu borçların 76.7 milyar doları ise kısa vadelidir. Türkiye bu dönemde mucize büyüme değil, olsa olsa mucize dış borçlanma yaratmıştır. Unutmayalım ki dış borçlanma sadece teknik bir kırılganlık sorunu değil, aynı zamanda siyasi bağımsızlığımızı tehlikeye atan bir tehdittir. HHH 2014’ün bu son günlerinde milli gelirin artış hızının yüzde 1.7 ile durgunluğa doğru itilmekte olduğunu gözlemekteyiz. Bu durgunluğun ardında yatan en önemli etkenin tüketim harcamalarındaki artış hızının yavaşlaması olduğu görülmektedir. Yatırımlar ise yüzde 5.1 ile ciddi bir daralma içindedir. Sadece yüzde 1.6 oranında artış gösteren net ihracat ise gerekli ivmelenmeyi sağlamaktan uzaktır. Bütün bu gözlemler ışığında Türkiye ekonomisini 2015’te ne bekliyor? Yanıtı çok zor bir soru; zira yerel ve uluslararası finansal spekülatörlerin kaprislerine bağlı bir ekonomide iktisadi verilere dayalı gerçekçi bir analiz yapmanın güçlükleri çok açık. Bu koşullar altında o ünlü Kızılderili atasözünü anımsamakta yarar var: “sönmekte olan bir balonun düzenli hareket etmesi beklenemez”. Ama geçmiş deneyimlerimizden şunu da çok iyi biliyoruz: “yeni bir krize en yatkın ekonomi, uluslararası finans sermayesinin en gözde konumunda olan ekonomidir”. Çiftçi umutlu olmak istiyor ama... u Çiftçi, 2015’te de en pahalı mazotu, gübreyi, tarım ilacını kullanacak, aracıya ucuza satmak zorunda kaldığı ürününün ne yazık ki faydasını ne kendisi ne de son tüketici görecek. o ABDULLAH AYSU Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Her yeni yıl, yeni bir umuttur. Türkiye’de yaşayan ve üreten çiftçiler de umutlanmak istiyor her ne kadar geçmiş yıllarda umutları boşa çıkmış olsa bile. Halkımız, “perşembenin geleceği, çarşambadan belli olur” der. Geçmiş on yıla (çarşambaya) bakarsak, 2015’te (perşembede) biz çiftçileri neyin beklediğini anlarız. Geçmiş 10 yılı kısaca özetleyecek olursak; 4 Buğday ülkesi Türkiye, 18 milyar lira ödeyerek, 27,5 milyon ton ithal etmiş. Aynı süre zarfında buğday ekim alanları daralmış; 2002’de 93 milyon dönüm (9,3 milyon hektar) alanda buğday ekimi yapılmakta iken, 2013’te ekim alanları 77 milyon dönüme (7,7 milyon hektara) kadar daralmış. 4 Yani çiftçiler buğday üretiminden vazgeçirilmiş. 4 Mısıra 5 milyar lira ödeyip, 9 milyon ton ithalat yapılmış. 4 Tarım ülkesi Türkiye, tarım ve gıda ithalatına 10 yılda toplam 267 milyar lira ödemiş. Çiftçisine ise, 10 yılda toplam 59 milyar lira destek vermiş. Görüldüğü üzere, çiftçiye verilen destek, toplam ithalatın yaklaşık beşte biri. 4 Aslına baktığımızda çiftçilerin desteklenmeyip vergilendirildiği görülüyor. Şöyle ki; çiftçiler bir litre mazotu 4 lira 60 kuruş ödeyerek alıyor. Bu fiyatın 1 lira 71 kuruşu Özel Tüketim Vergisi (ÖTV), 70 kuruşu KDV olmak üzere, 2 lira 41 kuruşunu dolaylı vergi olarak devlete geri ödeniyor. 4 Yine 10 yıllık bir periyot için buğday mazot ilişkisinde çiftçinin durumunun kötüleşmesine veriler şöyle tanıklık ediyor: 2002’de 1 lirte mazot 1,09 TL iken 1 kg buğdayın fiyatı 23 kuruş idi. Günümüzde ise 1 lt mazot 4,60 TL iken 1 kg buğday fiyatı 71 kuruş’tur. Bugün, 1 lt mazot satın alabilmek için 6,47 kg. buğday satmak gerekiyor. 4 Bu negatif durum, buğday–gübre, buğdayilaç, buğdaytohum için de geçerli. 4 Bir de, çiftçinin bu koşullarda ürettiği ürünü para etmezken, aracılar kasalarını şişirirler. Kuru fasulyeyi çiftçiden 3 lira/kg’a alan marketler 10 liradan satar. Çiftçiden 2,5 lira/kg’a aldığı nohudu marketçi 9 lira/kg’a satar. Zeytinyağını 7 lira/litre çiftçiden alır 18 lira/litreye, domatesi 0,60 liraya alır 33,5 Lira/kg’a satarlar. Uzatmayalım, aracılar çiftçiden aldıkları ürünleri alışı fiyatının 56 katına satar. 4 On yıllık tarımın çarşambası, perşembe (2015) için pek de umut vermiyor. Zira, 2015’te çitçiyi daralan ekim alanları, ellerinden alınmak istenen zeytinlikler bekliyor. Vaktinde çıkarılmış tütün ve şeker yasaları ile daralmış tütün ve şeker pancarı ekim alanları nedeniyle mevsimlik tarım işçisine dönüşmüş üretici ailelere şimdi zeytin üreticileri de eklenmek zorunda kalacak. 4 Çiftçi, 2015’te de en pahalı mazotu, gübreyi, tarım ilacını kullanacak, aracıya ya da bedelini bir yıl önceden aldığı için ucuza satmak zorunda kaldığı ürününün ne yazık ki faydasını ne kendisi ne de son tüketici görecek... Kısacası 2015 umut vermiyor. Çünkü bizim çöküyor dediğimiz tarım için 10 yıldır politika belirleyen ve uygulayanlar, “Biz, tarımda Avrupa birincisi, dünya yedincisiyiz” diyorlar. Anlayacağınız çiftçiler olarak Hükümetle aynı yere, aynı yönden bakmıyoruz. C MY B