Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Cumhuriyet Ankara 281/20 Kasım 2009 AnkaraHacıyağıKokmasın! U ? Ali DÜNDAR lus’ta otobüse siyah/çember sakallı iki kişi bindi. Gelip benim önümdeki boş koltuklara, korkunç bir hacıyağı salarak, oturdular. Aralarında Arapça konuşuyorlar, sık sık da İngilizce yer ve kişiler hakkında çekiştirmelerde bulunuyorlardı. Ayak bileklerinden boğma, geniş basenli çağşır, devrikyakasız ceket ve bereliydiler. Çağşırdan tepeliklerine açık gri renk giyimliydiler. Giyimlerinden ve sesletimlerinden Musevi olabileceklerini düşünmüştüm. Arkadaşının konuşmasını hep onaylayarak dinleyen genç olanının, arada bir dönüp bana bakmasından yararlanarak sordum, “Müslümanız elhamdülillah, din ehliyiz” dediler. Diyanet İşleri’nde mi görevli olduklarını sordum, açık konuşmadılar, birbirlerine bakıştılar, “Eh öyle de sayılır” diye yanıtladılar sorumu. Ben de onlar da Kızılay’da indik. Ama onlar, kendilerini beklediğini sandığım, siyah, resmi plakalı bir otomobile binip hacıyağı kokutarak gittiler. ları, okunması gerekenler üstüne konuşan/tartışan insanlar, özellikle de yükseköğretim/bilimtay öğrencileriydi başımı döndüren. Özellikle de kapıları bulvara açılan Akba, Remzi, ABC ve Net vb. kitap satış yerlerinin, günün erken saatlerinden gecenin onikisine dek arıkovanı gibi işlemesine ağzım açık kalmıştım. Milli Eğitim Bakanlığı, Anadolu aydınlanmasının altyapısını oluşturacak belgeleri üreten Tercüme Bürosu da Sanayi Caddesi’ndeydi. Nurullah Ataç, Sabahattin Eyuboğlu, Melih Cevdet, Erol Güney, Vedat Günyol, Orhan Veli, C. Sıtkı Tarancı vb. aydınlanma öncülerini çeviri bürosunun bulunduğu Yüzbaşıoğlu İşhanı’nda görüp tanımıştım, Sakallı Celâl’i de. türme ayıbı işlerlerdi. O zaman da Ankara’da kurban kesilirdi. Ama kimse sığırları böğürte böğürte, keçileri koyunları melete melete caddelerde, sokaklarda ve apartman kapılarında kesip ne ortalığı kana bular, insanları rahatsız eder, ne kestiği kurbanın etini yemek için balkonlarda mangal sofraları kuracak denli ilkelleşirdi. Namaza çağrı metalikleştirilmezdi Yakın zamana dek Ankara’da cami minareleri kulaksızdı. Namaza çağrı metalikleştirilmez, insan sesinin kutsallığı ve sıcaklığıyla: “Tanrı uludur, Tanrı uludur/Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrıdan başka yoktur tapacak/Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrının elçisidir Muhammed/Haydin namaza/Haydin felaha/(salt sabah namazı için) Namaz uykudan hayırlıdır/Tanrı uludur/Tanrıdan başka yoktur tapacak!..” diye okunurdu. Bugün olduğu gibi, müezzinler halı minderlerde oturarak sesyükselticilerini sonuna dek açıp ortalığı metalik sese boğdurmazlar, minareye çıkıp ellerini kulaklarına atarak, inançta içtenliğin simgesi olurlardı. O zaman da okullar, öğrenciler, öğretmenler, eğitmenler/eğitimciler vardı. Kuşkusuz aralarında inanan, inanmanın ötesinde dindar olan da vardı. Fakat kimse çalışma yerlerinde, okullarda namaz için yer ayırmayı, saat ayırmayı, mescit yapmayı düşünmedi ve sorgulamadı. Çünkü onlar inanç tacirliğinin getirisini değil, Anadolu Müslümanlığının iç erincini taşıyorlardı benliklerinde. Çünkü yürüyüş: İnsanın insana kulluğundan yurttaşlığa/bireyliğeydi ve de “Hayatta en hakiki mürşid”in “bilim ve fen” olduğunu; bilimi dinden, düşünceyi/düşünüşü inançtan ayırarak kavramışlardı. Günümüzde: Cemaat, camia, cami ce maati, mahalle sakinleri. Hatta sivil toplum gibi, bütünselliği bozucu ulus kavramına ters düşüşen oluşumlardan söz ederek sözde “ortak akıl”dan dem vuruyorlar ya, oysa asıl ortak akıl, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözüyle kurumlaşmış olup dayancaları, göstergeleri ve gerekçeleri de yürürlükteki anayasanın 174. maddesinde ayrı ayrı adları sıralanan “Devrim Yasaları” ile içeriklendirilmiştir. Katiller, hırsızlar neden çoğaldı ? Hacıyağı kokan “din ehli” iki kişiyi düşünürken, çocukluk yıllarımdan kalma bir olayı anımsadım. İlkokulun 3. sınıfındayken aynı zamanda Kuran kursuna da gidiyordum. Kuran öğreticimiz Bekir Hoca, sevap ve günahın ne olduğunu, Tanrı katında neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlatırken, “Allah için niyet edip birini öldürseniz bile günah işlemiş olmazsınız. Allah bağışlayıcıdır...” diye kesip atınca ağlamış, ağlaya ağlaya eve gidip babama anlatınca da babam, beni kucağına alarak: “Ağlama. Tanrı insanı kendi hamurundan yaratmıştır. İnsanı yaralayan her şey, her acıtma Tanrıyı da yaralar ve acıtır...” diye beni avutmuş, bir daha da Kuran kursuna göndermemişti. Şimdi sormak gerekmez mi, günümüzde Kuran kursları, imam okulları, camiler, mescidler, namaz kılanlar, oruç tutanlar, hacca gidip hacı olanlar, kurban kesenler çığ gibi çoğalırken, neden bir yandan da hırsızlar, yankesiciler, anababaevlat, insan katil ve katillikler de çığ gibi kabarıp çoğalıyor?.. Ankara hacıyağı kokmasın. Ankara hacıyağı kokarsa bütün ülke hacıyağına bulanır!.. İnsanlar inançlarını içlerinde yaşardı Ankara’nın kâğıtkalemkitap ve kültür kokan havası, 1950 seçimlerinden sonra bozulmaya, hacıyağı kokmaya başladı. Oysa, değil caddelerinde, sokaklarında ve toplum taşıtlarında, camilerinde, namazlıklarında bile hacıyağı kokutulmazdı, kokmazdı Ankara’nın. Tarihsel ve geleneksel Anadolu Müslümanlığının gereği, insanlar inançlarını/Müslümanlıklarını ve kutsadıklarını içlerinde/özbenliklerinde yaşarlar, başkalarına, dışarıya yansıtmayı ar sayarlardı. O zaman da Ankara erkeklerinin sakalları bıyıkları vardı. Fakat sakallarını, bıyıklarını bir ayrıcalık öğesi, bir inanç/iman simgesi/belirteci olarak kullanmak saygısızlığında bulunmazlardı. O zaman da Ankara’da namaz kılar, oruç tutar, kurban keserlerdi. Ama, bugün olduğu gibi: Ne dükkânlarının/işyerlerinin kapıları önüne namazlık serip namaza dururlar ne halka açık yolları, geçitleri, metro giriş çıkış alanlarını, ne de hizmet bürolarını namazlıklara, cumalıklara dönüş Okuyan, tartışan insanlar burnumda tütüyor 1944 yılının eylül ayında, okumak için Ankara’ya geldiğimde, Ankara’nın o doyulmaz sonbaharında içimi açan kitap ve kültür kokuları hâlâ burnumda tüter durur. Sanayi Caddesi’nin girişinde ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın koltuğunda Atatürk anıtına bakan Kızılırmak Kıraathanesi, şimdiki Yüzüncü Yıl İşhanı’nın arkasındaki ve Vali Konağı önündeki bahçelerde, Meclis bahçesinde, ellerinde dergigazete, koltuklarında kitaplarla dolaşan, oturup okuyan, okuduk 2