22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 20 EYLÜL 2020 Korona günlerinde doğa aynaynın kucağında bol oksijen Sessizliğin İstikamet Yalova’nın Çınarcık ilçesine bağlı Teşvikiye köyü/Erikli Yaylası. İstanbul Doğa Sporları Kulübü Derneği’nin 14 kilometrelik bu parkurunda göl çevresinde yürüyüş de vardı, şelale göletinde ferahlama da... Oğuz Tekeraslan rehberliğinde, 14 kişilik grupla başlayan serüvenimizden günler öncesinde, kafamda sadece sıcak hava endişesi vardı. Ormanlık alanda, metrelerce uzunluktaki ağaçların gölgesindeki yürüyüşün daha ilk dakikalarında, bu endişemin yersiz olduğunu anladım. Doğal klimalı ortamımız gayet iyiydi. Serinlik veren derelerin hakkını da yemeyeyim. NİLÜFERÇİÇEKLERİ KARŞILADI Zaman zaman sadece keçilerin geçebileceği dar patikaları, yürümeyi engelleyen dikenlikleri, yaprak sellerini aştığımız rotamızda ilk durağımız Dipsiz Göl. İç içe geçen orman ve göl, yeşilin tüm tonlarıyla insanın hem ruhuna hem de gözlerine bayram ettiriyor. Etrafta birkaç kişi piknik yapıyor. Önce doğal güzelliği fotoğraflayıp ardın dan da çevresini dolaşıyoruz. Gölün bir ucunda nilüfer çiçekleri karşılıyor bizi... Yeşil ile beyazın harmanlandığı kartpostallık bu görüntüleri geride bırakarak, yolumuza devam ediyoruz. Kimi yerde metrelerce uzunluktaki ağaç köklerinin birbirini kucaklaması kimi yerde gövdesi üç beş metreyi bulan devasa ağaçlar... Böyle güzellikler arasında ilerliyoruz. Üç dört saatlik yürüyüşümüzün ardından toprak bir zeminde öğle yemeği molası veriyoruz. Yanımızda getirdiklerimizi yedikten sonra çay/kahve keyfi de (rehberimiz sayesinde) unutulmuyor. Molada sadece karnımızı değil ruhumuzu da doyuruyoruz. Nasıl mı? Tüm grup aynı anda beş dakikalık bir sessizliğe bürünerek. Kulağımızda sadece rüzgâr ile dans eden ağaç yapraklarının hışırtısı... Kısa bir an da olsa, sessizliğin sesini duymaya çabalıyoruz. Şehrin keşmekeşinden sonra insana kendini o kadar iyi hissettiriyor ki... Dönerken ise bunun tam tersini yapıyoruz, doğaya çığlıklarımızı, seslerimizi bırakıyoruz. Bir güzel hafifliyor, rahatlıyoruz... sesini duymak NEBAHAT KOÇ AKSİLİKLER DE OLABİLİYOR Doğanın sürprizleri bitmiyor. Karşımızda yeni bir dik yamaç daha... Dengenizi korumak, bir aksilik yaşamamak için tüm konsantrasyonunuzu bu noktaya veriyorsunuz. Ki böyle bir dik yamaçta, ne kadar çaba sarf etseniz de aksilikler olabiliyor. Kimi zaman bir ağacın gövdesine, kimi zaman bir dala tutanarak ilerlerken, ayağım burkuluyor. (Sonrasında ayak bileğimde çatlak olduğunu öğrenecek tim.) Bir süre dinlendikten sonra, ekip arkadaşlarımın büyük desteği ve yardımıyla yürüyüşüme devam ettim. Mecburdum... Yeri gelmişken, ayakkabımın doğa yürüyüşüne uygun olduğunu belirteyim. Bu işi bilenlerin ısrarla vurguladığı gibi biz de giyim ve malzemelerin önemine bir kez daha dikkat çekelim. Yola çıkmadan önce hazırlıklı olmalısınız. Hele de ilk kez deneyecekseniz... GÖLETte FERAHLAMA Bayır, dere tepe aşarak ilerliyoruz. Ekipteki arkadaşlar, yorgunluklarını Erikli şelalesinin göletinde ferahlayarak atıyor. Ben de soğuk suyun içinde, burkulan ayağımı dinlendiriyorum. Biraz zorlanarak yürüsem de (kimi dik yamaçları, oturup çocuklar gibi kayarak ilerledim) kısa bir süre sonra düz zemine ulaşıyoruz. Biraz ötede piknik yapan bir aile. Onlardan rica edip, Teşvikiye Mahallesi’nde bizle ri bekleyen otobüsümüzde soluğu alıyorum. Telefonuma göre çoğunluğu burkulma öncesi olmak üzere 10 kilometrelik bir yürüyüş yapmışım. Grubun diğer üyeleri yürümeye devam ederek parkuru tamamlıyor. Her şeye rağmen yürüyüşümüz, tüm gün yeşile doyduğumuz, dereleri aştığımız, sessizliğin keyfini sürdüğümüz, bol oksijenli bir yayla yürüyüşü olarak unutulmazlar listesindeki yerini çoktan alıyor. Minik kanyonları veya devrilmiş ağaçları kimi zaman da içinde büyük taşların olduğu su birikintilerini, dereleri aşıyoruz. Böğürtlenleri tadıyoruz. En zorlandığımız yerler dik yamaçlar. Aşk yorgunlarına bir eylül reçetesi 1 Çok sevdiğim bir arkadaşım aradı, “Eylül oldu, çevremde herkes âşık, gözleri dolu, ruhları ka ranlık, içli içli, hüzünlü öylece ba kıyorlar çevreye” dedi. “Ne yapalım” diye sorunca da, “edebiyat bu işlerin reçetesi de ğil mi, bırak başka meseleleri, ışık tut bu ke derli insanlara” diye ekledi. İlkin gırgır yapı yor sandım, meğer ciddiymiş, anlaşılan koro na günlerinde önce yalnızlık koymuş ahaliye, sonra da içsel hesaplaşmaya girmişler. Sosyal medyada, popüler gazetelerde “aşk doktoru” olarak çalışanlar pek revaçta. Ağ dalı, bayağı üç beş sözü şiir diye kakalayıp, ifadesiz buğulu gözlerle bakarak anlattıkça anlatıyorlar. Artık “aşk” hızlı olmak zorunda, hemen müşteri çıkmayınca eskiyor. “Piyasa ya uygun sevdalar” diyerek kötü mizah yapa yım. Böyle aşklara böyle mizah! 2 Ö teden beri mektuplara düşkünüm. Ataköy’de yaşarken, daha on beştim sanırım, mahallenin ortasından saçları rüzgârda savru lan, güzel gözleriyle tüm gençleri peşine dü şüren bir kız vardı. Çirkin bir ergendim, “ba na niye baksın” diye düşündüm ama umut fa kirin ekmeği, düştüm peşine. Kız Ankaralı çı kınca pek üzülmüştüm. Lakin nasılsa aramız da bir ilişkinin yeşermesi söz konusu olmadı ğından, uzaklara gitmesi genç şairliğime iyi gelecekti, bir de elbette mektuplar yazacaktım. 3 “M ektubun sahibi kimdir?” tartışmasını önemserim. Nesne olarak biriciktir ve aşklar tükenince geride sadece o sayfalar kalır. Mektubun başına oturan kişi ilkin ken di tınısını bulmak ister. Kendi sesi sinsin is ter kâğıda, ancak okuyan da nefes katar mek tuba, böylece iki kişinin sesi iç içe geçer; gerçi son kertede, mektubu kim elinde tutuyorsa, hatıraları ele geçirmiş olur. O yüzden ilişkiler bitince eskilerde mektupları iade etmek isteyen sevgililer olurdu. En güzeli kişinin hem yazdıklarını hem de kendine yazılanları elinde tutmasıdır. 4 M ektup yazmak başlı başına iştir; edebi metin kurgular gibi hazırlanır insan, sözcük lerin nasıl seçileceği, hatta han gi kalemle yazıldığı, el yazısının biçimi, kâğıdın rengi ve hatta kokusu, zarfın ebat ları, nasıl bir pulla süslendiği hep kişiyi ele verir. Diyeceğim, daha yazıya koyulmadan başlar hazırlık, yücelir duygu. Mektubun yola koyulmasıyla birlikte bu kez başka bir süreç başlar. Kaç günde sahibine ulaşacak tır “sevgili” eline alınca zarfı hemen açıp okuyacak mıdır, yanıt vermek isteyecek midir, eğer fikri olumluysa ne zaman yazacaktır, üşenmeden zarfı postaya verecek midir, diye içi içini yer insanın. Bu sırada duygular iyice dallanır budaklanır. 5 Beylik tartışmadır, “Aşk iki kişilik midir, yoksa kişinin kendiyle ilgili midir?” diye. Sanırım ikisi de doğrudur, birini tutkuyla sev mek, onu düşünmek için sadece kendimize ih tiyacımız vardır; düş kurmak için başka kim seye gereksinim duymayız. Öte yandan sev danın güzelliği karşılık bulunca iyice gösterir kendini. Tanpınar “Huzur”da “Bir kadının gü zel olması için saçlarının boğazın suyunda yı kanması yeter” demişti mesela. Aşk, şiire yak laştırır insanı. Süreya’nın “Kırmızı bir kuştur soluğum kumlar göklerinde saçlarının” dizesi yakışır aşka. Attila İlhan’sız da olmaz: “Ayrı lık da sevdaya dahil”dir, öğrenirsin... 6 M eyhane masalarında, kadehin dibini görünce aşk yarası derinleşir, birbirini ilk kez görenler sırdaş oluverir. Zamanında Beyoğlu’nda bir ocak başına takılırdık, ora dan çıkar, ruhumuzun zehrini akıtmak için gece kulüplerine giderdik. Aklımda sevdiğim vardı, dilimde Ahmet Kaya: “Sensiz geçmi yor bugünler biliyor musun, yüreğine beni soruyor musun” diye mırıldanırdım. Galiba gençlik aşka yakışıyor, ileri yaşlarda o bildiğimiz, maceracı tutkunun yerini, sanırım sığınacak liman gereksinimi alıyor. Ne yalan söyleyeyim, yaşlandıkça aşkı küçümser de oldum, bilgelikle arasında ters orantı var bu duygunun. Beklenen mektup yüzünü gösterir, daha posta kutusunda fark ettiğinde benzersiz heyecan kaplar içini. Alırsın eline, orasına burasına iyice bakarsın; tersyüz eder, içinde olanı tahmin etmeye çalışırsın. Kimi zarfla zaman yitirmek istemez, yırtar atar kenara. Oysa mektup bütündür, zarfsız mektup eksiktir. Nasıl bir pulla gönderildiği, ne vakit yola çıktığı, üstünde görünen yazının ne denli özen taşıdığı ilgilendirir kişiyi. Zarfı açmak cesaret işidir. İçinde saklanan giz, az sonra açığa çıkacaktır. Yürek ağızdadır artık. 7 Düşündüm de bu süreçten haberi olmayan kimseye ben ne diyebilirim. Kısa iletilerle kurulan ilişkiler, aynı hızla sonla nır. Söz yoksa duygu incelmez, söz incel memişse duygu derinleşmez. Aşk için uy gun mevsimdir elbette güz ve eylül pek yakışır. Gelgelelim giderek sözün gürültü ye döndüğü şu günlerde, bu bencillik ça ğında kişinin kendinden sıyrılıp sevgili ye tutunması pek o kadar kolay değildir. Herkes çok meşgul, demek aşk için zaman kalmıyor. En iyisi ben ona aşk üstüne ya zamayacağımı bildireyim, bu çağda ne be nim sözümü işitmek isteyecek kimse var ne de benim dert anlatacak halim. Nâzım “Çok yorgunum beni bekleme kaptan” di ye yazmıştı, hep Cem Karaca sesinden ku lağımda çınlar. ENVER AYSEVER KURŞUNKALEM Beylik tartışmadır; “Aşk iki kişilik midir, yoksa kişinin kendiyle ilgili midir?” diye. Sanırım ikisi de doğrudur, birini tutkuyla sevmek, onu düşünmek için sadece kendimize ihtiyacımız vardır; düş kurmak için başka kimseye gereksinim duymayız.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle