22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 Kitapçılarda, dükkânlarda Papa ve Vatikan temalı ürünler... Kapitalizmden kim kaçabilmiş? Papa da bir obje olmuş, vitrinleri süslüyor. FİGEN ATALAY 15 ARALIK 2019 Kutsa bizi Papa!Vatikan’da önce Papa’nın vaazını dinliyor sonra ayracını alıyoruz Roma’ya gelmişiz. Üstelik gezimiz pazar gününe denk gelmiş. “O zaman Vatikan’a gidelim, Papa bizi de kutsasın!” dedik kızımla ve Termini istasyonuna yakın otelimizden Vatikan’a doğru düştük yollara. Yol uzun, şehir çok güzel, “yanımızda sanat tarihçisi bir arkadaşımız olsaydı da onu dinleyerek yürüseydik” diye diye, binalara, tarihi kalıntılara, sokaklara, köprülere hayran hayran bakarak Vatikan’a doğru gidiyoruz. “Ülke içindeki ülke”ye yürürken saat de 12’ye yaklaşıyor, büyük bir kalabalıkla birlikte Vatikan’ın meydanına ulaşıyoruz. Binlerce insan toplanmış, vaaz başlamak üzere. Bilet alıp meydana girmeye kalksak kuyrukta dakikalar geçecek, vaazı kaçıracağız korkusuyla İtalya Kolezyum ile Vatikan’ı ayıran parmaklıkların önüne yerleşiyoruz, karşımızda dev ekranlar var. Ve beklenen an geliyor, Katoliklerin ruhani lideri Papa Françesko, 12 dakikalık konuşmasına başlıyor. Papa’yı ekranda görüyoruz ama nereden seslendiğini bulmamız biraz zaman alıyor. Sonunda çok uzaktan, resmi konutunun penceresinde beyazlar içindeki Papa’yı görünce nedense pek seviniyoruz! Kalabalık Papa’yı sessizce dinliyor, vaaz bittiğinde saygılı bir alkış kopuyor o kadar. Papa Françesko’nun konuşmasını merak edenler için birkaç cümle aktarayım: “Tanrı ölülerin değil yaşayanlarındır. Ebedi yaşam bizim kaderimizdir. Diriliş, sadece ölümden sonra dirilmek demek değil, aynı zamanda şu an yaşarken tecrübe edebileceğimiz yeni bir yaşam şeklidir. Ebedi yaşama, seçimlerimizle hazırlanmamız için çağrılıyoruz.” AH KAPITALIZM! Konuşma bitti, pazar günü müzeleri de kapalı olduğu için Vatikan’dan ayrılma zamanı geldi. Yol boyu dizi dizi hediyelik eşya stantlarını görmeden geçmek imkânsız. Az önce ruhunuza seslenen Papa’nın gülen yüzü, magnet, takvim, poster, anahtarlık, kalem, ayraç olarak karşınızda! Nedense çok şaşırtıyor beni, tuhaf geliyor. Roma seyahati boyunca kitapçılarda, dükkânlarda sürekli Papa ve Vatikan temalı ürünleri gördükçe duruma alışmaya başlıyorum! Kapitalizmden kim kaçabilmiş? Papa da bir obje ol muş, vitrinleri süslüyor. Roma’dan ayrılırken havaalanındaki “Vatikan Müze Mağazası” artık çok normal geliyor. Michelangelo’nun dört yılda tamamladığı Sistine Şapeli’nin tavanı puzzle olmuş, Vatikan manzarası kül tablası, Papa’nın yüzü kitap ayracı! Cüzdanlar, çantalar, yastık yüzleri, kalemler, boyama kitapları, takılar... Ne ararsanız var, harcayacak parası olana tabii. ‘YOKSUL ADAMIN YEMEĞI’ Roma yazısını, makarnasız, tiramisusuz bitirmek olmaz! Önce “Culturetrip” sitesinde Roma mutfağı üzerine okuduğum bir yazıdan alıntı: “Roma mutfağı çok lezzetli, sade ve tatmin edici olduğu için sevilir. Başkentteki yemeklerin kökenini, yüzyıllardır devam eden okul gelenekleri temelindeki ‘yoksul adamın yemeği’ oluşturur. Yemekler, çoğunlukla az malzeme kullanılarak, yaratıcı yöntemlerle hazırlanır.” Makarna, pizza, dondurma ve tiramisu hemen her yerde çok lezzetli, fiyat Papa’nın konuşmasını ekrandan dinleyenler. lar birbirine yakın ama iki yer var ki, lezzeti ve fiyatları nedeniyle mutlaka gidilmesi gerek. İspanyol merdivenlerine yakın Pastificio’yu zaten fark etmemek imkânsız. Öğle saatlerinde önünde başlayan kuyruk uzun süre azalmıyor. Roma’nın en ucuz yemek seçeneği olan bu dükkânda günlük üretilen makarnalar, iki çeşit olarak servis ediliyor. Bir tabağı 4 Avro ve çok doyurucu, çok lezzetli, çok aç olmayan iki kişi bile rahatlıkla doyabilir. Makarnamızı yedikten sonra hemen çaprazda başka bir kalabalık gözümüze çarpıyor. Burası da ünlü tatlıcı Pompi. Roma’nın en lezzetli tiramisuları burada ve fiyatı 4 Avro. İki kişi bir tiramisu alıyorsanız, siz istemeden ikinci kaşığı da uzatıyorlar ve dilim o kadar büyük ki fazlasıyla yetiyor. Vatikan’a doğru giderken önce karşımıza Roma’nın en önemli tarihi yapılarından biri olan Castel Sant’Angelo (Kutsal Melek Kalesi) çıkıyor. Hadrian Mozolesi olarak da bilinen kale ile Vatikan arasında, 1277’de Papa’nın tehlike anında kaçabilmesi için yapılmış 800 metrelik bir ‘kaçış koridoru’ da bulunuyor. Fotoğraflar: Zeynep Sağanak Sürgün mağdurları ve hakikat! 1 Juan Gabriel Vâsquez’in “çarpıtma sanatı” adlı kitabının son iki denemesini bitirdim. Kitabı sevmedim. Kimi tartıştığı konular ilgimi çektiyse de, dağınık buldum yapıtı. Yalnız “Kiracıların Edebiyatı” adlı deneme tam da üzerinde düşündüğüm bir sorunu tartışıyor. Yazarın savına göre “XX. yüzyılda sürgünlük bir tür kutsallık göstergesi halini alıyor.” Buna şaşkınlıkla bakıyor yazar ve dahası “kendi insanını görerek yazmak” ya da “bildiğin konuda yazmak” türü söylemlerin şişirilmiş tezler olduğunu dillendiriyor. 2 Kurgucu kişinin iyi bildiği konuda yazmasının yararına inanırım. Ancak becerisi yüksek, hayal gücü tarifsiz biri çıkıp: “benim gözleme, deneyime gereksinimim yok” diyebilir. Buna neden itiraz edelim? Eleştirmen, okur karar verir. Göçmen olmanın kutsanmasına gelince, burada söylenecek çok şey var elbette. Özellikle bizim gibi ülkelerde zorunlu olarak yurdundan uzak kalmak zorunda olan kimselerin durumunu kutsamasak da, anlamak zorundayız. Kim yerinden yurdundan zorla gönderilmeyi makul sayabilir? Bu durumun sanat, edebiyat dünyasından olanak sağladığı koşullar olabilir. Yine de sürgünde olan kişiye sormak gerekir, “Sanatsal iktidar mı/şöhret mi, yoksa yurdunda olmayı mı tercih edersin” diye. 3 Bizde en sarsıcı örnek Nâzım Hikmet olmuştur. Ardından sayısız kimse benzer yazgıyı paylaşıp, sürgün yaşamı sürmek zorunda kaldı. Geçenlerde yazışarak söyleştiğimiz Demir Özlü’den anladığım kadarıyla, bu durumu yaşamayan birinin tam olarak kavraması mümkün görünmüyor. Sürgün hali, bir tür kaçaklık! Ancak yazar Vâsquez’in şu tezine katılmamak elde değil. “Kişi eğer kendi tercihiyle yurdundan uzak bir yaşam sürüyorsa, Nâzım Hikmet buradan neden, nasıl bir mağduriyet devşirilebilir?” Kendi örneğinden hareketle, üç ayrı ülkede yaşadığından ve hayli mutlu, verimli günler geçirdiğinden de söz ediyor. Yurdundan ayrı kalmış kişi için “mecburiyet” ölçü olmalıdır. Eğer dileği dışında, siyasal gerekçelerle yurdunu terk etme zorunda kalırsa yazar (ya da herhangi biri) elbette hüzünlü, düşündürücü, yaralayıcı bir tablo çıkar ortaya. Yok eğer, yeni olanaklar peşinde koşmak, bir de piyasaya açılmak için yurdunu geride bırakıyorsa kişi, aynı ölçü söz konusu olamaz. Nâzım Hikmet’le Elif Şafak’ı, eşitlemek kimin haddinedir? 4 T üm dünyada özgür olmak, sadece kendi ülkene girememek, tersten, tuhaf bir tutsaklıktır. “Bundan kötüsü ne olur?” diye düşünürsek, sanırım “kendi ülkende sürgün olmaktır” yanıtı verilebilir. Ayağı nı bastığın toprak, aynı dili konuştuğun insanlar yabancıysa, yara derindir. Eğer yazarsanız, özgürlük istersiniz. Dilediğini söylemek, yazmak, tartışmak, kurgulamak, öyküler anlatDemir mak ister. Kendi Özlü ülkesinde özgür olmayan biri dünyanın başka yerinde de olamaz! Yazar, kendi insanına seslenmediği takdirde kimseye konuşamaz. Juan Gabriel Vâsquez’in bu söylediklerimi umursamadığını anlıyorum. Ona göre yerkürenin neresinde olursa olsun kişi, kime yazarsa yazsın, önemli olan yazmanın kendisi. Oysa yazar kendini ancak coğrafyasının insanında görebilir. Yurdunda sürgün olunca kimsesizlik, yalnızlık, derin uçsuz bucaksız tenhalık hisseder. Bir dili vardır ama dilsizdir. 5 Yazarlık, yalnızlık işidir, kabul. Peki, bencillik işidir diyebilir miyiz? Yazarın yaratısı dışında sorumlu olduğu herhangi bir konu yok mudur? Bu sorun üzerine kafa patlatmak zorundayız. Yazarlık mesleğinin görünen yararlarından söz edemesek de, birçok tartışmayı içeren, zihinsel yararları olduğunu gözden kaçırmak mümkün mü? İçi boşalmış edebiyatın kime ne yararı var? Ucuz, popüler toplumculuktan söz etmiyorum. İnsansızlık çağında, sosyal medyanın bunca baskın kültür belirlediği süreçte kitaplar, özelde edebiyat üstüne düşünmek gerekir. “Ben kendi kuleme çekilir, kapımı kaparım” diyen Montaigne’nin koşullarına sahip değiliz, piyasa koşulları her yandan bastırıyor. Kaldı ki o kulede ne yazıldığı çok önemli. Salt kendi için kalem oynattığını savlayan Montaigne doğruyu söylemiyordu. Öyle olsa bunca yıldır peşine düşmezdik. 6 Bir diğer sorun da üçüncü dünya ülkelerine uygun görülen “sürgün filozof” hali. Batı kitapçılarında boy göstermek için, salt onların izin verdiği liberal tezleri güzelleme yaparak varlığını sürdüren yazar tipiyle karşı karşıyayız. İlkin coğrafyanı, ülkeni “şarkiyatçı” bir dille masaya yatıracaksın. Nasıl buradan giden her yazarın kitap kapağını camili, fesli görmek istiyorlarsa; düşünür/yazarlarını da liberal tezlerin tetikçisi olarak vitrine koymak istiyorlar. Uçucu bir ün için bu türden ödün vermek, hadi gerçeği diyeyim, etik zaaf göstermek benimsenebilir mi? Üstelik kendi dilinde vasatı yakalayamayan biri için bunca alkış boşuna değildir elbette! 7 Demir Özlü ile bitireyim. Gerçekten mecbur kalarak yurdundan uzağa düşmenin ne demek olduğunu anlamaya hakkımız var. “İşte Senin Hayatın” anlatısında diyor ki; “Zenginleşerek modernleşmiş, konforlu hale gelmiş kentte zenginleşmenin nedenlerinden biri olan denetimli kapitalizme (çünkü eski kuşaklar ulusal bir sanayi kurmayı başarmışlardı), onun sonucu olarak da güncel dünyada yaşanan vurdumduymazlığa gözlerini kapatabilirdin. Bu yüzden bu yeni ülkede hiç tanınmayan biri olarak yaşamayı seçtin. Kendi ülkende o güne değin en az üç defa seni gözaltına almak için kapını çalan siyasi polis ya da asker asla yoklamayacaktı seni. Her an tevkif edilebilme tehdidi altında yaşamıyordun artık. Böylece bütün zamanın en değerli olan şey kuşkusuz senin kendi zamanındı sana kalacaktı.” ENVER AYSEVER KURŞUNKALEM Ucuz, popüler toplumculuktan söz etmiyorum. İnsansızlık çağında, sosyal medyanın bunca baskın kültür belirlediği süreçte kitaplar, özelde edebiyat üstüne düşünmek gerekir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle