17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

26AĞUSTOS 2018, PAZAR SAYFA 5 Teşhis Ahmet Tulgar Dünden bugüne Türkiye burjuvazisinin hali pürmelâli Sanatsever dededen çapkın toruna Bir ailenin kuşaktan kuşağa gelişimi, aşama aşama yükseliş ve düşüşü, edebiyatın sevdiği bir temadır. Özellikle klasik romanın… Her ne kadar Amerikan popüler kültürünün yol açıcılığıyla sonradan bu “büyük ve zengin aile soyağacı” konuları en sabunlu, en yıvışık televizyon dizilerine kadar düştüyse de, örneğin Thomas Mann’ın yazarına Nobel getiren 1901 tarihli Buddenbrooks adlı kitabı, bir burjuva ailesinin epik hikâyesi olarak hâlâ dünya roman sanatının zirvesindeki yerini muhafaza etmekte. Bir başka Nobelli yazar, Orhan Pamuk’un Buddenbrooks’un Türkçe muadili diyebileceğimiz Cevdet Bey ve Oğulları romanı da aynı temadan yola çıkar, aynı temada yol alır. Bir üretici güç olarak parayla serpilip yükselen ve aynı hızla para yüzünden eskiyip çöken bir sosyolojik sınıf ve onun üretim ve insan ilişkileri epey dramatik ve trajik öğe barındırır kısa tarihinde ne de olsa. Thomas Mann, bir büyük burjuva ailesi olarak Buddenbrook’ları dört kuşak üzerinden anlatıyor. Romanın alt başlığı “Bir Ailenin Düşüşü (Verfall einer Familie)”. Tabii Thomas Mann, bir 19’uncu yüzyıl burjuva düşüşünden bahsediyor. Bir de 21’nci yüzyıl burjuva düşüşlerini görseydi!.. Marksist açıdan baktığımızda artık sadece yeni ve yenileyici üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin önünde bir engel teşkil eden ve bu yüzden de hızla çürüyen burjuvazi, üzerine dört kuşaklık bir roman yazılamayacak kadar gülünç ve basit durumlara düşürüyor artık kendini. Artık roman değil ‘fars’ olur! Bir meşruiyet çabası içinde sadakacı, fitreci hayır işleriyle başlayıp, okul inşaatlarından müze kuruluşlarına ve sanat koleksiyoner ve mesenliğine doğru yol alan, ama sonra bir dördüncü kuşak mensubunun yolu, mesela Cicişler’in kucağına çıkan, orada burada tanesi 50 liradan lahmacun yemenin meşruiyetine dair demeçler veren rol model sanayici ailenin… Ya da aynı yollardan geçip benzeri yerlere varan; üçüncü, hatta ikinci kuşak üyeleri dizi oyuncularına villalar hediye eden, otel odalarında popçu metresiyle çok satan albümler listesi yapan, ev içi tefecilikle iştigal eden çok sayıda başka sanayici ailesiyle… Topyekun Türkiye burjuvazisinin artık klasik romanda yeri olamaz; olsa olsa bu romanların bir parodisi olur, içinden de çıksa çıksa “fars” (incelikten yoksun güldürü) malzemesi çıkar. Boyner ne demişti? Yakından bakıldığında Türkiye kapitalist sınıfında hayırsever bilge dededen zevk ve bilgi sahibi oğul ya da kıza, oradan da mirasını harçlık etmiş zampara toruna doğru bir gidiş yok aslında. Sadece servetin kendisini meşrulaştırma zorunluluğunun biçimi değişiyor zaman içinde. Bu da görüntüye yansıyor. Sabancı ailesinin genç kuşak önde gelen simalarından Hacı Sabancı, aşklarıyla magazin basınının gündeminden hiç düşmüyor. Tabii Türkiye burjuva ailesinin tarihine çizgisel bir anlayışla bakıp, sonra da ahlakçı bir bakış açısıyla zaman içinde gelişen bir dejenerasyon saptamaya çalışmak da doğru değil. Yani daha yakından bakıldığında Türkiye kapitalist sınıfında “hayırsever bilge dede”den “zevk ve bilgi sahibi oğul ya da kız”a, oradan da mirasını harçlık etmiş “zampara torun”a doğru bir gidiş yok aslında. Sadece servetin kendisini meşrulaştırma zorunluluğunun biçimi değişiyor zaman içinde. Bu da görüntüye yansıyor. Bakın, Türkiye Cumhuriyeti’nin o pek yüceltilen, tevazusu ve hayırseverliği övüle övüle bitirilemeyen ilk sanayici kuşağını 2003 yılında Milliyet Pazar’da Cem Boyner nasıl anlatmış bana, kendi kuşağı ile karşılaştırarak: “Bir kere ‘genç kuşak’ dediğin için teşekkür ederim. Nerede genç kuşak, 50 yaşıma geldim. Bizim büyüklerimizde, babalarımızda bir sınıfsal varoluş kavgasını yürütme ve bunun yeterli olması anlayışı söz konusuydu. Bunun için çabalıyorlardı. Tutumları sınıfsaldı. İş âleminin varlığını kabul ettirmek savaşı söz konusuydu. Bir tarafta işveren sendikaları, diğer tarafta işçi sendikaları bulunuyordu. Devlet bulunuyordu. Şu anda Türkiye’de taşlar yerine oturdu. Bundan sonraki tercihler artık daha kişisel olacak. Sınıfsal değil. Bi zim kuşak artık kendisini siyasi partiler ya da TÜSİAD gibi derneklerle özdeşleştirmek yerine daha kişisel davaların peşinde. Mesela Güler (Sabancı) başka işlerden para kazanıyor ama üniversite kurdu, kendisini üniversiteye adadı. Şarapçılığa katkıda bulunmaya karar verdi. Yani bizim kuşak sınıfsal çıkar gruplarının davalarının değil, kişişel davaların peşinde. Mesela Hayrettin Abi (Karaca) gibi, Nihat Gökyiğit gibi, İbrahim Betil gibi. Yani kendilerini adıyorlar ve arkalarında büyük bir mürit topluluğu oluşuyor. Hepsi kişisel savaşlarını veriyor, bayraklarını dalgalandırıyorlar.” Devletten nasiplendi, devlete geri ödedi Genç Cumhuriyet’in geç kalmış kapitalist sınıfı bir üretici güç olarak kendi dinamiğiyle serpilip gelişmiş, sonrasında da sınıf rasyonelleri ile büyümüş bir sosyolojik ve ekonomik sınıf olmadı. Devletin kurucu statü grubunun beslemesi olarak yedekte oluşturuldu ve uluslaşma sürecinin ganimetçiliğinden de epey nasiplendirildi. Bu yüzden de ilk kuşak bir yandan kendisini topluma bir sınıf olarak dayatırken, bir yandan da toplum nezdinde bir meşrui yet çabası içinde oldu hep. İşçiler kölece çalıştırılır, kasalar oburca doldurulurken, sadaka nev’inden hayır işleriyle görüntü kurtarıldı. Sermaye, devletin kendisine açtığı bu geniş özgürlük ve sömürü alanına rağmen, devletin kodeks’ine, kodlamasına, düsturuna göre davranmak ve kârından bir parçayı geri ödemek zorundaydı. Cem Boyner, önceki kuşağın sınıfsal şovenizmini “kendilerini sınıf olarak kabul ettirme” zarureti ile açıklarken, kendi kuşağının durumundaki farklılığı ise “taşlar yerine oturdu” diyerek açıklıyor. Evet, taşlar yerine oturmuştu artık ve her taş kendi yerinde ağırdı. Devlet ile kapitalist sınıf arasındaki bağımlılık ilişkisi dengelendikçe, burjuvaların özgüvenleri arttı. Türkiye İşverenler Sendikası ya da TÜSİAD gibi patron örgütleri artık kapitalist sömürünün güvenli geleceği için hükümetlere ültimatom verebilir, hükümet düşürür, hükümet kurar hale gelmişti. Ancak yine de kapitalist sınıfın toplum nezdinde kendini meşrulaştırma zorunluluğu ve ihtiyacı sürüyordu. En Batıcıl olanlarının bile ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) sözleşmelerine imza atmaktan imtina ettiği, emekçi sınıfın dünya ölçeğindeki kazanımlarına dirsek çevirdiği, montaj sanayii ile tüketiciyi kalitesiz ürüne mahkum ettiği bu kuşaklar, bir yandan da kültür sanat yatırımları, eğitim harcamaları, sivil toplum faaliyetleri ile sempati kazanmaya çalışıyordu. Servet yine bir kodeks’e (düstur) bağımlı olarak hareket ediyor, kapitalistler emeğin uluslararası örgütlenmesinin insani ve ahlaki kazanımlarını, toplumsal muhalefetin durumunu göz önünde bulundurmak, dikkate almak zorunda kalıyordu. Düstursuz ve destursuz yeni kuşaklar Boyner’ler sonrası kuşak çok rahat. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın çoğu ülkesinde serma yenin bütük kodeks’lerden sıyrıldığı, düstursuz ve hatta destursuz, sadece kendi aksiyomuna (ön ka bul) göre hareket ettiği bir dönemdeyiz. Para, pa ra olarak ortaya çıktığı anda kendi meşruiyetini de kendi üzerinden temsil ediyor, ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak hesabını da veriyor artık. Sermaye bütün kodlardan kurtulurken burjuva ai lelerinin hikâyesi de bütün dramatik ve trajik öğe lerini kaybediyor ve romanlardan televizyon dizile rine taşınıyor. Para ise kendi kendisiyle kaldığında servet olmaktan çıkıp cep harçlığına dönüşüyor ve bazen bir futbolcu transferi, bazen de bir mankenin yeni sezon gardırobu için har vurup harman savru luyor. ([email protected]) Türkiye’de kapitalizm, devletin bağrından çıktı Bürokrasinin burjuvazisi Berat Albayrak Celal Bayar “ Biz size hizmet edeceğiz Fehmi Bey. İstiyoruz ki bankamızın gelişmesiyle birlikte tüccarımız da ilerlesin. Her zaman buyruğunuzda olduğumu bilmenizi isterim. Celal Bey, kalemi elinden bıraktı, ardına yaslandı, daldı bir an… (…) Bir kez bağımsızlığını kazanmış bir ülkenin bağrındayız biz. Biz, tüccar yaratacağız. (…) Türkiye’de, ülkesine yararlı kapitalistler yetiştireceğim. Madem kapital ve o kapitali yatırıma dönüştürecek kapitalist olmadan kalkınmak mümkün değildir. Biz de mümkün olduğunu yaratıcılığımızın tüm gücüyle isbatlarız.” Cumhuriyet’in başında varlık kazanmış İş Bankası’nın kurucusu Celal Bey ile şanlı Ankara tüccarı Çokzade Fehmi’nin bu diyaloğu, Erol Toy’un bir döneme damga vurmuş romanı “İmparator”dan (1973, s. 92, 96). Celal Bey, Celal Bayar’dır. Çokzade Fehmi de Vehbi Koç… Ve bu satırlar, Türkiye’de bürokrasi ile burjuvazi ilişkisini fazla söze hacet bırakmaksızın çarpıcı bir berraklıkla özetler. Biz yine de fazla söze ihtiyaç duyanların arzularını yerine getirelim!.. Batı’da ulusdevlet, burjuvazinin ürünüydü Batı Avrupa’da imparatorluk devletleri ardından “Modern Çağ”ın ayırt edici karakteristiği olarak doğuş bulmuş ulusdevletleri “burjuvazinin bürokrasisi” olarak tanımlamak da mümkündür. Ama Batıdışı coğrafyaların hemen hepsinde olduğu gibi Türkiye’de de ortaya çıkan ulusdevletler, böylesi bir “ekonomipolitik” dinamikle varlık bulmamıştır. Türkiye’de “bürokrasinin burjuvazisi” olmuştur. Başlangıcından bugüne önemli nüanslar söz Batı’da ulusdevlet bir sonuçtur; başlangıç ise tüccarburjuvazi. Bizde ise başlangıç ulusdevlet; sonuçlardan biri tüccarburjuvazi… Bugün Türkiye’de sermaye sınıfı deyince ilk akla gelen “3 büyükler”, Koç, Sabancı, Eczacıbaşı’nı devlete borçluyuz. konusu olsa da hâlâ öyledir. Aslında “modern” toplumu ayırt eden ne varsa; kapitalistleşme, şehirleşme, sanayileşme, bireyselleşme, sekülerleşme, meslekileşme, okullaşma (okuryazarlık), bunların hepsi siyasibürokratik marifetle, yukardan aşağıya var edildi Cumhuriyet Türkiye’sinde. Batı’da böyle değildir. Roma’nın Germen (Barbar) istilalarıyla tarihe gömülüşü sonrası, yaklaşık 500 yıl sönümlenmiş ticaretin 11’inci yüzyıldan itibaren “devrimsel” bir silkinişle, mekânı olan şehirleri de ğ(“burg”lar) canlandırması, beraberinde “şehirli tüccar”ı (“burgueoise”/burjuvazi) yepyeni bir hayatın itici gücü, öznesi kıldı. ‘3 Büyükler’iCumhuriyetvaretti Bunları ne kapitalizmi ne de burjuvaziyi fetişleştirme yolunda söylüyorum. Bir ekonomipolitik düzen olarak feodalizmin ve hâkim sınıf aristokrasinin çözülmesinin tespiti olarak zikrediyorum. 11’inci yüzyıldan 19’uncu yüzyıla kadar bir dizi demografik, teknolojik, kültürel, düşünsel, dinsel dönüşümün ardından bir de siyasi dönüşüm olarak modern ulusdevlete varıldı. Yüzlerce yıllık bu süreçte Batı Avrupa’da ulusdevlet bir sonuçtur. Başlangıç ise tüccarburjuvazi. Bizde ise Cumhuriyet’ten itibaren (elbette bunun ön hazırlığının geçOsmanlı dönemi olduğunu unutmamak kaydıyla) başlangıç, ulusdevlettir. Sonuçlardan biri, tüccarburjuvazi. Bugün Türkiye’de sermaye sınıfı deyince hâlâ ilk akla gelen “3 büyükler”i (“Koç, Sabancı, Eczacıbaşı) devlete borçluyuz. Marx, Batı’da ulusdevletlerin kapitalizmin bağrından çıktığını kaydetmiştir. Türkiye’de ise kapitalizm, ulusdevletin bağrından çıktı. İşte bu noktada yazımızın girişinde Erol Toy’un “İmparator” romanından yaptığımız alıntı yerini bulmuş oluyor!.. ‘Seküler’ burjuvaziden ‘Müslüman’ burjuvaziye Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye hâlâ “prekapitalist” bir köylü toplumudur. Nüfusun büyük çoğunluğu kırda, tarımda, geçimlik ekonomide, cemaat toplumsallığında (“gemeinschaft”), mesleksiz, “okumazyazmaz” halde yaşamaktadır. Osmanlı’daki “patrimonyalizm”i, yani devleti toplumun hamisi sayan anlayışı miras alan Cumhuriyet kurucuları, “modern toplum” olma yolunda ne eksikse (“cemaat” karşısında birey, köy karşısında şehir, tarım karşısında sanayi, tebaa karşısında yurttaş) onların yanı sıra burjuvaziyi de var etme yoluna gitti. Bu süreçte bürokratik marifetle doğuş bulan burjuvazi, siyaseten olduğu kadar “kültürel” olarak da devlete bağımlı yol aldı. 19’uncu yüzyıldan itibaren Batı’da burjuvazi, aristokrasinin “yüksek kültür”ünü kendi ölçülerince devralmış, ama bunu sanayileşmeyle dolup taşan şehirlerde emekçi kitlelerin kırsal kökenli (folk) kültürü ile de harmanlayarak popüler kültüre ön ayak olmuştur. Türkiye’de ise devletgüdümlü “seküler” burjuvazi, başlangıçtan itibaren Osmanlı sarayından esinli (“soylu”) alaturkalıkla Batı esinli alafrangalığı buluşturan bir kültür taşıyıcılığı içinde oldu. Bu tablo, 1980 sonrasında radikal bir değişmeye uğradı. Neoliberal Özal siyaseti ile kapi Vehbi Koç talizmin Batı metropolleriyle sınırlı olmaktan çıkıp taşraya yaygınlaştırılması zamanla kültürel yörüngesi farklı bir dindarmuhafazakâr (Müslüman) burjuvazi çıkardı ortaya. Bu aşamada Türkiye’de burjuvazi “kültürel” olarak ikiye bölündü (TÜSİADMÜSİAD). Ve ‘magazinel’ burjuvazi! 1990’lardan itibaren özel televizyonlarla, 2000’lerden itibaren de internetle yaygınlaşan MESH (medya, eğlence, şov) çağı ise özellikle “seküler” burjuvazimizi elit “yüksek kültür”le kendini sınırlayan bir sınıfsal kategori olmaktan çıkardı. “Sadberk Hanım Müzesi”ni açanların torunları, stadyumlarda Fenerbahçe aşkıyla kitlelerin önüne düştü. Kültürelentelektüel kredibilite peşinde “firstclass” üniversite kuranların ardılları, magazin basınının flaş ve kadrajları önünde çapkınlıklarıyla göz doldurur oldu. Ama bir şey hep aynı kaldı: Devlete, bürokrasiye, siyasi iradeye, Şef’e, Reis’e bağlılık… “Baba faktörü”, burjuvazimizin karakterinin asli belirleyicisi oldu hep. tayfun atay Güler Sabancı C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle