Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12Ağustos 2018, PAZAR Ahmet Tulgar ‘Can Yücel’i ölüm yıldönümünde sevgiyle, aşkla anıyoruz! Komünist hüznün müdanasız küfürbazlığı SAYFA 5 Saygı duruşu Can Yücel ile Yüksel Arslan’ın üretimlerinde bir paralellik saptarım; ötesi, bu iki sanatçıyı, biri şair, diğeri ressam, fiziksel olarak da birbirine benzetirim. Ama cüsseleri, görüntüleri işin cabasıdır, ya da “tuzu biberi” diyeyim, ancak her ikisinin de tutkulu birer Marksist olması konumuz itibarıyla önemli. Buna geleceğim. Can Yücel, şiirinde, Yüksel Arslan, resminde sıkça bıçak sırtında yol alıyor, her ikisi de sık sık erkek tenasül organı ile oynuyor, üstelik bunu yaparken organı bütün şairane ya da plastik imgelerinden sıyırıyor ve salt biyolojisini konu ediniyorlar. Yine de yaptıkları bir fallus yüceltimi olmuyor. Yüksel Arslan, salt işlev sahasında tuttuğu erkek tenasül organını tablosuna koymadan önce hayvanileştirerek diğer memelilerinkinin yanında doğa bilimleri dersliklerindeki gibi bir türler tableau’suna (tabela) yerleştirme yoluyla fallus yüceltimi tuzağından kurtarıyor kendini; Can Yücel ise kendi bireyselliğine, kendi bireysel yaşantısınatrajedisine katarak, yenilgilerin ertesinde yalnızlığıyla sıvazlayarak, tarih içinde bunca kudret atfedilmiş fallus’u şefkat uyandırıcı bir biçareliğin simgesi durumuna getiriyor. Konuya buradan girmemin sebebi, en az Can Yücel’e yöneltilen kimi maşizm suçlamalarından duyduğum rahatsızlık kadar, tam da buranın Can Yücel’in şiirindeki bütün o entelektüel başkaldırı ve müdanasız küfürbazlığın altında akan komünist hüznünü en bariz, en çıplak biçimiyle saptayabileceğimiz yer olmasıdır. Can Yücel’in organik uyanışı fallokratik bir iktidar kurmaz, şefkat uyandırır; Can Yücel’de fallus bir fatih değil, bir mültecidir; fethetmez, sığınır. İktidar kurucu değil, iktidar kırıcıdır. İnanmış komünistin onca tarihsel hayal kırıklığından sonra biçareliğini en fazla yakıştırdığı, elini üzerine her defasında şefkatle koyduğu, mahpusluk gecelerinin bir yareni. Her siyasi yenilgiden sonra bedeni üzerinden kendine dönüşün ve oradan yeniden hayata, dünyaya ve bunun sembolü kadına, kadınına açılışın uğrağı. “Erotizma” şiiri şöyledir: Kulağımın tozunda bir ağustosböceği Aşk Erkekler giyinmek için giyinir Kadınlar da soyunmak içinÖyleyse kadınların arzuları üzre Ben bütün kadınları anadan doğma görüyorum... Apışaramda yeni doğmuş bir kedi Hiçdurma yalıyor erkekliğimi Nabzım şakaklarımda atıyor Bir yaz yağmuru başlıyor Kan değil akçıl bir dem boşalıyor kamışımdan Ağustosböcekleri hâlâ ötüyor Şimdi biraz ıslaklar Bu şiirdeki kadar hüzünlü, iyicil ve şefkatli bir erkek cinselliği edebiyatta sık görülmüş bir şey değildir. Şiirsel erilliğin altındaki acı Marc Foster’ın 2001 yapımı ‘Monster’s Ball’ (Türkiye’de ‘Kesişen Yollar’ adıyla gösterildi.) filminde başkarakter kadın, oğlunu bir trafik kazasında kaybettiği gece tam da bir süre önce kocasının elektrikli sandalyede idamında görev almış bir infaz memurundan (diğer başkarakter) kendisiyle sevişmesini ister. Sevişirken kısa bir süre için de olsa katlanmakta zorlandığı acısını unutacaktır. Sinemada seyrettiğim en yürek yakıcı sahnelerden biridir bu. Can Yücel’in şiirsel erilliğinde de, ağız dolusu küfürlerinde de ben böylesi bir hüzün, bir acı bulurum. İnsana tensel haz dışında bir şeyin bırakılmadığı, o büyük tarihsel yenilgi ve kayıp anlarının derinliğini… Japonca edebiyatın en önemli romancılarından biri olan Yukio Mişima’nın ülkesinin tarihsel yenilgisinin (İkinci Dünya Savaşı) ardından kendi erkek bedenine dönüşü tam tersi bir yönde olmuştur. Mişima, Japon geleneksel savaş sporları ve vücut geliştirme teknikleri ile bedeninde faşist bir erkek estetiği inşa etmiş, tensel güzelliğini adeta bir Samuray kılıcına dönüştürmüştür. Hayatının sonunda kalkıştığı garnizon baskını, darbe girişimi ve harakiri ile intiharı, bu faşist erkek estetiğinin çıkmaz sokağındaki istasyonlar olmalı. Can Yücel ise bir komünist olarak Türkiye ve dünya ölçeğinde yaşadığı ya da tanık olduğu tarihsel yenilgilerin ardından döndüğü bedenini hoyratça bir hüzün dağına dönüştürdü zaman içinde. Onu bugün de koca cüssesi, davudi sesiyle hep o uğultulu hüzün dağı olarak hatırlarım. Evet, fotoğraflarına baktığımda onu yorgun, yığılmış bir adam olarak değil, görmüş geçirmiş, yerinde kararlı bir dağ olarak görürüm. 1980’li yıllarda o dağın eteklerinde oturmuşluğum, onu dinlemişliğim olmuştur. Elini yüzüme koymuş, çehremde gezdirmişti. 1980 darbesinin karanlığında onun şiirleri çehrelerimi ze bir gülümsemenin aydınlığını kondururdu. Bazı şiirleri yayımlanmaz, yayımlansa dergi ya da kitap toplatılacağı için kulaktan kulağa yayılırdı. Mesela: “Turkey”: “Kabaramazsın kel Fatma/Ata’n güzel Tersten esen sert rüzgâr... sen çirkin!” Sanırım, 1981 sonu ya da 1982 başında AKM’nin fuayesinde kulağıma fısıldanmıştı bu di Can Yücel solcuydu, Marksistti, haksızlığa ge den sonra, kardeşlerden biri bunu açıklamıştı. “Biz zeler. Onun hüzünlü hicvi, darbe sonrasının yaygın lemezdi, emekten yanaydı, sözünü de esirgemezdi içki satmıyoruz yalnızca Can Ağbi’ye veriyorduk” “yorgun demokrat” imgesine karşı bir ilaçtı o za yâni tersten esen sert rüzgârdı. Can Yücel’in şiir demişti. Bunlardan bir iki tane içiyor, kuşkusuz sa manlar. Müthiş bir isyan potansiyeli taşıyordu. leri, çevirileri yanı sıra anektotları da edebiyatımı baha kadar çoktan alkol duvarını aşmış sevgi du Bugünse kendi şiirlerinin yanı sıra SMS’ler, zın bir parçasıdır. Anlatıla anlatıla bitmez. Yaşım, varını aştığı gibi... tweet’ler ve sulu sepken edebiyat dergileri çağında anıları aktarmaya geldi sanırım; kırk yıldır yazdı Ününü biliyordum ama daha edebiyatın kapısı birçok ona ait olmayan “yorgun demokrat dizesi” ğıma göre… nı açmamıştım. 1978 yılında Konuk Yayınevi’nde dolanıyor ortalıkta. Can Ağbi ile çok yakın olmasak da hatırı sayılır çalışmaya başladığımda Bir Siyasinin Şiirleri, ya Tam da şimdi piyasa edebiyatı konformizmine biçimde, dostluğumuz oldu. Daha çok Kuzguncuk yınevinin kitaplarının içindeydi; kitabı hemen oku karşı bu büyük şairin koruyucu zırhı oluyor, onun onun mekânıyken, ben orada otururken, sabahları muş, ne yazık ki tanışamamıştım. Konuk’ta Can eril bedeniyle kurduğu açık, biyolojik ve hüzünlü Çınaraltı büfesinde... Büfe o zaman küçüktü; şimdi Yücel’i hiç anımsamıyorum, denk düşmemişti. ilişki, o şiirsel küfürler. büyüdü, kafe oldu. Aslında biraz da Can Ağbi’nin Yayınevi de o yıllar edebiyattan uzak yayın yapı Aforizmatik edebiyat erbabına ve yol açtığı gü adıyla büyüdü. yordu. Bir Siyasinin Şiirleri 1974’te yayınlanmış nümüz edebiyatındaki vecize enflasyonuna karşı Doksanlı yılların başı, sabah on buçuk civa tı, yanılmıyorsam ikinci basımını da aynı yıl yap ‘Götümser’i de buraya bırakayım: rı, yandaki fırından poğaça alıp Çınaraltı’na ge mıştı. Gün gidiyor limoni, bana kalsa da nezle liyorum, çay ve gazeteler. Can Ağbi de orada. İlk karşılaşma ünlü YAZKO dolayısıylaydı. He Sümüklü deniziyle, bulut mendilleriyle Babıâli’nin belini kırıyoruz; anılarını dinliyorum, nüz kurumda sürekli çalışmaya başlamamıştım, dı Hapşırdı hapşıracak burnu morarmış Kıble, kolej arkadaşlarından özellikle Ecevit’i; yazarla şarıdan iş yapıyorum. 12 Eylül faşizmi sürüyordu, Yaşıycağız demek ki bir eyyam daha böyle rı, olayları. Bilgisi besliyor, zekâsının kıvraklığına ülke de basınyayın da gözetim altında, baskı altın Dün gidiyor limoni, mükedder filleriyle hayran kalmamak olanaksız. Ama hiç belleğimden daydı. 1981 olmalı; YAZKO Kenter Tiyatrosu’nda Can Yücel’in komünist hüznünü, fallik iyicilli çıkmayan ve hiç tahmin edemeyeceğim gözyaşla bir imza günü düzenliyor. İmzacılar arasında Can ğini ve eril biçareliğini duyumsamayanlar şiirinin rıydı. Burada kısacık geçeyim; yaşanmış bir olayın Yücel de var; masalar fuayede, okurlar gelip soh uzağında kalmıştır. ardındaki üzüntüsüydü, son derece kişiseldi, baba bet edip kitaplarını imzalatıyor. Düzenlemede gö Can Yücel poetikası, sadece konformist eleştiri ve dede duygularıydı… revliyim. İmza saati çoktan bitmiş, yazarlar git nin, resmi edebiyat müfredatının, piyasa dergileri Çoğunlukla on bir civarı, orayı işleten kardeşler miş, okurlar gitmiş; bir tek Can Ağbi oturuyor. Sa nin değil Sol’un da ideolojik elbeziyle sterilize ede den “özel içkisi”ni istiyor. Bu, taze portakal suyu nırım biriki okuru da yanında, sohbet ediyor, tah meyeceği kadar verimli bir erbezidir Türkçe şiirde. na votka koyarak hazırlanıyor. Ona özel! Ölümün min edeceğiniz gibi içkisinden yudumluyor… Sa lonu terk etmemiz gerek, oyun saati yaklaşıyor, ti yatronun görevlileri homurdanıyor. Bir türlü Can Can Yücel bir komünist olarak Türkiye ve dünya ölçeğinde yaşadığı ya da tanık olduğu tarihsel yenilgilerin ardından döndüğü bedenini Ağbi’yi kaldıramıyorum, yazılarım daha yeni yeni, bir yazar olarak bilmiyor beni, bilse ne olacak, kalkar mı! Elimden geleni yapıyorum, YAZKO’nun hoyratça bir hüzün dağına dönüştürdü zaman içinde. genel müdürü Mustafa Kemal’i çok severdi, ger çi o yoktu ama onun adını falan kullananarak güç belâ kaldırabiliyorum. Ancak kalkmadan önce bir anısını anlatıyor. Birkaç yıl önce yine bir imzada, viskisini de içmiş, oturduğu yerden kalkmam de miş de sandalyesiyye alıp kamyona koymuşlar! Çok kısa bir süre sonra YAZKO’da çalışmaya başlıyorum; Can Ağbi’nin de kitapları çıkıyor. Bir gün matbaaya gittiğimde, kitabının provalarını son kez gözden geçirirken, kendi kendine gülerek şiir lerini düzeltirken yakalıyorum… YAZKO’da sık sık karşılaşmıştık; böylece Kuzguncuk yıllarının sohbet kapısı da açılmış oldu. ‘Ömrümce muhalif yaşadım’ Bu kez 1985 olmalı YAZKO’lu yıllar birçokları için bitmiş, yeni bir yayınevi kurmuşuz, bir görüşme için Gazeteciler Cemiyeti’nin lokalindeyim; ancak görüşeceğim kişi gelmiyor. Can Yücel, Mehmed Kemal ve Seyyit Nezir bir masada içiyor; beni de çağırıyorlar. Mehmed Kemal ile Can Yücel öğleden beri oradaymış, akşam da olmuş. Çocukluğundaki bir anısını paylaşıyor. Polis eve baskın yapmış, Hasan Âli Yücel’i alıp götürecek. Gecenin bir yarısı, herkes pijamalı. “Babam kapıyı açtırmadı anneme, bir dakika dedi” diyor Can Ağbi. “Sonra gitti pijamasını çıkarttı, kravatını taktı, ceketini giydi, gelip kapının tam karşısında durdu, şimdi aç dedi anneme. Kapı açıldı, polisler içeri doldu ama babam pantolonunu giymeyi unutmuş, donla.” Mehmed Kemal anlamadığımı sanıp, “altyapı yok, sosyal demokrasiye gönderme yapıyor diyor”! İkisi de o gün hem sevgi duvarını hem alkol duvarını aşmışlardı ama zihin, bellek yerindeydi. Can Ağbi ile, YAZKO, Kuzguncuk ve TYS dolayısıyla seksenlidoksanlı yıllarda sohbet şansını epeyce buldum. Dilden dile dolaşan anekdotların bir kısmını ondan dinlemiş oldum. Birkaç anım daha var da, biriyle bitireyim. Kavram dergisini yönetiyorum; kardeşim Armağan da ara sıra yardım ediyor. Bir gün arkadaşıyla Can Ağbi ile meyhanede karşılaşmış; Can Ağbi’den dergi için şiir istemiş, o da iki kısa şiiri hemen orada yazıp vermiş (elyazması hâlâ kardeşimdedir). Biz de bunları (“Acel” ile “Boz”) Temmuz 1989 sayına göğsümüzü gere gere koyduk. Ancak aynı ay, Adam Sanat’ta da bu iki şiir var. Can Ağbi oraya da vermiş; anlaşılan yeniden yazmış. “Boz” aynı da “Acel”de bir iki küçük değişiklik yapmış. Sonra bu iki şiiri kitaplarına aldı ama Kavram’da yayınladığımız “Acel” o hâliyle hiçbir kitabında yoktur. Onun da bize özel armağanı!.. Can Yücel’in “Özgeçmişim” adlı şiirini alıntılayarak, sevgi ve saygıyla: Ben ömrümce muhalif yaşadım Devletçe de menfi bir TİP sayıldım Onun için kan gurubum RH NEGATİF Atİlla Bİrkİye C MY B