Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 8TEMMUZ 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Maç kaç kaç? Herkes televizyonda maç izliyordu. Ve ülkenin şehirleri, kasabaları, dağları, köyleri, ovaları cayır cayır yanıyordu. Herkes televizyonda maç izliyordu. Ve sahildeki köpekler onlar için bırakılmış etleri zehirli olduğunu bilmeden iştahla yiyordu. Herkes televizyonda maç izliyordu. Ülkelerinden kaçan bir sürü esmer insan kumsalın ortasında dev bir ateş yakmış, bilmediğimiz dilde, idrak edemediğimiz bir neşede ve büyük bir tehlikede şarkılar söylüyordu. Bazen gol oluyordu, bazen korner, bazen aut. Sanki elimizde büyümüş biriymiş gibi ülkece adıyla hitap ettiğimiz delikanlıların birbirine ardı ardına çalım attığı maç televizyon ekranına sığmıyor evlere, sokaklara taşıyordu. Gerçekler en derine gömüldü Kaybedenler de kazananlar da her daim şuursuzca ağlıyordu. Ülkenin solcuları bazen pür dikkat maça bakıyordu, bazen dağılmış bir sirkin terk edilmiş vahşi hayvanları gibi kendilerini buldukları köprülerden, şelalelerden, yalçınlardan, azmaklardan, mağaralardan aşağıya aşağıya atıyordu. “Gol” diye bağırdı spiker bir savaşın sonucunu ilan eder gibi. “Bu da mı gol değil” diye tısladı arabanın içine uzanıp sol memesini sağ elinin avcuna alarak sıkan travesti. O an yan sokakta bir kadını öldürdüler, üst katta bir çocuğu terk ettiler, her şeyi unutan bakımsız yaşlılar sokaklara dağıldılar, kavşaktaki ağaç birden bire öldü, denizlerde boğulanlar kıyılarda çürüdü. Şehirden kötü bir koku yükseldi. Suçlar cezalandırılmasın diye tüm gerçekler en derine gömüldü. Devlet... Sırtımızdaki o büyük bir yük; omuzumuza alıp taşıdığımız o yüksek yerden yine gerisin geriye alçaklara evrildi. Aslında hakemin cebinde hiç gösterilmeyen yedi renk kart var. Bıraksak hepsi kafesinden kaçan kuşlar gibi üzerimize neşeyle kanat çırpacaklar. Bıraksak stadın içinde gözlerini kısarak ve yumruklarını sıkarak hırsla koşturan futbolcular, ayakkabılarını atacak, çimlere çıplak ayak basacaklar. Bıraksak o ağzı küfürlü taraftar, gözünü gökyüzüne dikip şiir gibi cümleler kuracak. Bıraksak. Hakem düdük çalacak; maç tam ortasına nedensiz yere bitecek; herkes televizyonunu kapatıp derin bir nefes alacak. Biz bırakmıyoruz! Öldürülen kadınlar dirilecek; terk edilen çocuklar yataklarına geri dönecek; yaşlılar her şeyi baştan hatırlayacak; kavşaktaki ağaç yaprağa duracak; denizlerde boğulanlar terk etmek zorunda kaldıkları topraklarında yeniden doğacak. Ama biz bırakmıyoruz; asılıyoruz. Her şeye asılıyoruz ve incelte incelte her şeyi koparıyoruz. Buna kıyamet de dahil. O yüzden yaz oluyor, kış oluyor, bahar oluyor, günler bir uzayıp bir kısalıyor... Cemreler havada, suda ve toprakta ardı ardına asılı kalıyor. Bazen “Maç kaç kaç?” diye soruyoruz stadın önündeki kokoreççiye. Kokoreççi omuz silkiyor. Kaleci kucağında meşin top, stattan başını uzatıp bize “Kaç, çabuk kaç!” diyor. Kokoreçten bir lokma ısırıyoruz; meşin topa bir tekme atıyoruz; ne kaçıyoruz ne de kalıyoruz. Boş boş televizyona bakıyoruz. O kadar boş bakıyoruz ki; insanlığın olmasıyla ölmesi arasındaki tıkız mesafeye sıkışmış aklımız bu dünyayı döndürmeye değil anca yakmaya yetiyor. Kendi yaktığımız ateşin sıcağında alev alev ölüyoruz ve hâlâ nerede hata yaptığımızı bilmezden geliyoruz. Eski stat yıkıldı, yerine daha büyüğü yapıldı. Sonra o da yıkılacak ve daha daha da büyüğü yapılacak. Ne hakemler, ne oyuncular ne de seyirciler neden her şeyi yıka yıka var olduğumuzu ve neyi neden yıkıp neyi neden yeniden kurduğumuzu birbirine sormayacak. Öfkesini şu televizyonun karşısında yaşayan ve gece yatağına girip huzursuz uykular uyuyan tık nefesli halkların rüyaları kadarız. Tüm ölümcül hataları o rüyalarda yapmaktayız. minesogut@gmail.com Yalnız ve güzel ülkemde eşcinselleri ‘hasta’ sayan hekimler var hâlâ Hastalığın icadı Fermanlarıyla insan onurunun yasaklanacağını zannedenler 1 Temmuz’da hepimizi ülke çapında büyük bir utanca mahkum etti. “LGBTİ+ Onur Yürüyüşü” nedeniyle renkli kıyafet ve şort giymenin “şüpheli” sayılmak ve İstiklal Caddesi’nden uzaklaştırılmak için yeterli neden sayıldığı bu ülkede; herkesin, her kimliğin özgürleşmeden hiç birimizin özgür olamayacağı bilenler, “LGBT Onur Haftası” etkinliklerinde bir araya geldi. Hafta boyu süren etkinlikler çerçevesinde tıp ve hekimler de düzeni meşrulaştıran bir yapı olarak masaya yatırıldı ve kendi gerçekliğiyle yüzleşmeye davet edildi. Hastalık ve tıp kurumu Cenap Şehabettin, “Körler ülkesinde görmek idamlık suçtur” demiş... Körler ülkesi olsaydı görmek idamlık suç olur muydu bilmiyorum. Ama adım gibi eminim ki, körler ülkesinde görmek kesinlikle tedavi edilmesi gereken “hastalık” olarak kabul edilirdi. Çünkü hastalık, aslında o toplumda çoğunlukla görülen bir normun dışında kalmak olarak tanımlanır çoğu zaman: “A’norm” yani... Norm normali, anorm ise anormali belirler. Anormal de adı üstünde patolojidir. Patoloji ise antik Yunanca’da hastalık anlamındaki pathos’tan türetilmiştir ve hastalıkların bilimsel yöntemlerle incelenmesi anlamına gelmektedir. Gördünüz mü bakın nasıl iki adımda hastalığa vardık!.. ‘Kaçanköle’ hastalığı! Zaten tıp tarihini incelediğimizde normalanormal mantığıyla hastalık ve tedavilerin icat edildiğini görürüz. Örneğin; yıllar önce bir psikiyatrist, çalışma ortamlarının kötülüğünden (haklı olarak) bıkıp usanan ve bu nedenle zincirlerini kopararak kaçan kölelerde “Drapetomania” adını koyduğu bir hastalık “keşfetti”. Yoksa daha doğrusu “icat etti” mi demek gerek?.. Evet, icat etti demek gerekli. Çünkü dönemin koşulları gereği kölelik normaldi. Ama o norma uymayıp kaçan köleler vardı. O halde kaçan bu köleler anormaldi. Hastaydılar yani. Daha önemlisi dönemin bilimsel camiası da mevcut sosyal koşullar gereğince keşfedilen bu yeni hastalığa büyük bir ilgiyle yaklaştı. Bilimsel dergilerde uzun uzun hastalık ve tedavisi anlatıldı. Tıp bilimi eşcinselliği ve trans varoluşu hastalık olmaktan çıkardıysa bu, tıbbın insafa gelmesiyle olmadı. Tıbbın dayatması karşısında isyan eden bir avuç gey, lezbiyen, trans ve heteroseksüel tıptan daha inatçı ve direngen çıktıkları için oldu. Tıp tarihini incelediğimizde normalanormal mantığıyla hastalık ve tedavilerin icat edildiğini görürüz. Kuşkusuz bu da doğal (!). Öyle ya, hekimler de kendilerini düşünen bir sınıf olarak elbette köle sahiplerinin yanındaydılar. Beş parasız, nefesi açlıktan kokan, vücudu kırbaç darbeleriyle kanayan kölelerin yanında olacak değillerdi ya!.. Hem düşünsenize, kölelerin tamamı ya da büyük bir kısmı bu hastalığın pençesine düşüp kaçsalardı zenginlik nasıl birikirdi köle sahiplerinde? Neyse ki tıp var: Kaçmaya kalkışanlara hastalık tanısı koyarak kölelerin köleliğini ve köle sahiplerinin birikimini meşrulaştırdı. İşte “Drapetomania” hastalığını icat ederek insanlığa büyük hizmet yapan psikiyatristimiz, aynı zamanda hastalığın tedavisini de bulmuştu: Kölelerin her iki ayak başparmaklarının kesilmesi!.. Eşcinsellik ‘hastalığı’! Tıp paradigması açısından ortada hiç sorun yok. Hatta bir başarı hikâyesi bile mevcut. Ne de olsa bu yeni hastalığın tedavisi yüzde yüz sonuç veriyor: Ayak başparmakları kesilen köleler isteseler de koşamadıkları için kaçamıyorlar çünkü. Aslında her şey birbirine ne kadar çok benziyor değil mi? Tıpkı bir zamanlar psikiyatri camiası tarafından eşcinselliğin hastalık sayılması gibi. Tıpkı bir zamanlar bu hastalığın ameliyat, kusturma, hormon terapileri ve hatta elektrik verme (“elektrokonvulzif tedavi”) gibi yollarla tedavi edilmeye kalkışılması gibi. Tıpkı “yalnız ve güzel ülkem”de bugün bile bazı hekimlerin eşcinselliği hastalık ve eşcinselleri hasta görmesi ve tedavi etmeye kalkışması gibi. Tıpkı Siyah Pembe Üçgen Derneği Trans Aktivisti Demet Yanardağ’ın “(Hekimler) bize bakmıyorlar. Geçenlerde kolu kırık trans arkadaşımız tedavi edilmeden geri çevrildi” demesi gibi… Tıpkı bir daha utanmamak için tarihteki rezilliklerimizden dersler çıkarmak zorunda olmamız gibi... Kesme umudu gelecekten… Ama gelecekten umutlu olalım. Çünkü bilelim ki, bugün tıp bilimi eşcinselliği ve trans varoluşu hastalık olmaktan çıkardıysa bu durum tıbbın insafa gelmesiyle olmadı. Aksine o inatla direndi statükoyu korumaya… Ancak ne iyi ki tıbbın bu dayatmasına karşı çıkıp ona isyan eden bir avuç gey, lezbiyen, biseksüel, trans ve heteroseksüel vardı bu dünyada. Onlar tıptan daha inatçı ve daha direngendiler. Ve son sözü her zaman olduğu gibi bu bir avuç özgürlük sevdalısı söyledi. Normun dışına çıkan bu “sapkın” insanlar, tıbbın erilliğini kastre edip hayatı değiştirdiler. Tıpkı hafta boyunca bedeniyle, aklıyla, ruhuyla LGBTİ+ etkinliklerinde olanlar gibi. Tıpkı 1 Temmuz’da Mis Sokak’ta olanlar gibi. osmanelbek@gmail.com Barbaros Şansal Modacı Belediyede iş çaycıda, bakanlıkta iş odacıda bitirildiğinden midir bilemem ama şu cı’lı, cu’lu işler ve meslekler son zamanlarda Türkiye Cumhuriyeti’nde bayağı gündemdeler. Örneğin “Öğrenci”. Ne de güzel bir meslek değil mi? Nasıl bir ekonomik pazar, nasıl bir inşaat hammedesidir şaşırıyorum. Led ışıklı süslü ve gösterişli apartmanlarda bile okullar açıldığından beri öğrenci aslında en keriz ve en yağlı müşteri olmuş, ben sayamıyorum!.. Yurt, araçgereç, ulaşım, beslenme, sertifika toplama, sınav ve kimlik kartı harçları ve cep harçlıkları… Harca harca bitmiyor. Ülkenin her yerinde adı kampüs olmuş leş gibi çeşit çeşit yerleşkeler yükseliyor. Sonunda “diploması olmasa da olur’’dan başkan, diplomalıdan kaldırım mühendisi ya da tezgâhtar doğuruluyor. Ve hayaller plaza, gerçekler toplu konutta lambaya püf de gibi söndürülüyor!.. ^¡^ Boşver okumayı. “Arabacı” sür atları Aya Yorgi’ye, “faytoncu” furyası bitti şimdi elektrikli battaniye kaç kupona hediye?! Ne “yorgancı” kaldı ne “urgancı”, amele oldu bak artık hem “fayansçı”, hem “cam cı”, hem “sıvacı” hem de “boyacı”. “Dümenci”si, “büyücü”sü, “üfürükçü”sü mü istersin garanti diye, “muskacı”yla “duacı” arası yeni meslekler üstelik isteyen her kapıkuluna bedavaya cepte… Bir başka örnek. “Siyasetçi”! Boston, ABD’de bile ancak 1980’lerde sahnelenebilinen Venedikli Hayal Tacirleri gösterisi gibi… Aday adayı mı olacaksın? Yatır bakalım en az 10 bin! Aday mısın? Harca bakalım milyon milyon!.. At bakalım özgürlük, demokrasi, eşitlik, adalet falan filan, içinde mutlaka olsun biraz isot biraz kimyon… Sultanın yağcılığıyla gir hemen o listeye, yaz tahtaya al haftaya değil avantanın bini bir paraya beleşe… Seçilince kalkınan kalkınıyor da seçmen hep hapı yutup kandırılıyor nedense?! Kıyak meslek vallahi ve sonu her seçim gecesi hüsran billahi!.. Çalıntı zaman Sonra “Gazeteci” diye de bir meslek var. Günde 30 adet perakende haber adına size kâğıt satıp, “reklamcı”dan malı kapıp, yatında ve özel uçağında saltanat süren ve güce tapan ailelerden oluşan… Genelde asıl meslekleri muhbir olup her adımlarını yasalmış gibi kılıflayan… Elbette azıcık kalmış olsalar da doğru ve gerçek bilgi almaverme hakkından dolayı zülum gören de var, ama onların adları yazar ve muhabir önüne araştırmacı geldi mi işin rengi başka olur bunu mutlaka bil. Reklamcı demişken bir de “İnşaatçı” var. Kamu malını tahsisle kapıp, düşük faizli krediyi devletten araklayıp, bolca betona alüminyum Fransız balkon takıp, “bankacı” ile anlaştıktan sonra 20 yıl vadeli ipoteğe batırıp vatandaşı faize takan bir meslek. Hâl böyle olunca çoğu yurttaş soluğu işportacı, yankesici, tırnakçı, dolandırıcı, ihaleci, komisyoncu, emlakçı, kapkaççı olmakta almasın da ne yapsın felek.. Yoksa kavanoz dipli dünya yedirecek ona kavun yerine kelek. ^¡^ Neticede herkesin adalete ihtiyacı var ya, olmazsa nasıl yaşarsın? Avukat, savcı, mübaşir, yargıç, yerine koy bir tanım, toptan “hukukçu” adlansın... Karmaşa karıştıkça karardı adı olan tüm meslekler. Zengin metresini, muhabbet tellalını, sosyal medya kahramanını bize moda diyerek; biraz takı, biraz yakı, biraz da hazır giyim fasonu olarak gösterdiler. Cı’lı, ci’li furyasından sonunda biz de aldık nasibi, “Terzi” mesleğini aşağıladılar ya bakın sonunda “Modacı” dendi beybisi!.. ‘Anakökler’e dönen Burcu Yankın Haftanın albümü Kardeş Türküler, Grup Yorum gibi ‘mimli’ grupların yaptıkları işten bir gram anlayan devlet yetkilisi olsa bu isimlerin aslında yasaklanması değil tam terine ve inadına desteklenmesi gereken sanatçılar olduğunu dile getirirdi. Ama nerede o günler!.. Yine de enseyi karartmamak lazım. Zira kökleri bu gruplardan Kardeş Türküler’e dayanan Burcu Yankın, gönülleri ferahlatan bir ilk albümle karşımızda. Uzun yıllar Kardeş Türküler projesinde perküsyon çalan ve vokal yapan Burcu Yankın’ın bu ilk solo albümünün adı ‘Ji/Mother Root’. Türkçe “anakök” anlamına geliyor. Azeri ve Kürt bir ailede büyüyen Burcu Yankın, Kürtçeyi üniversite yıllarında öğrenmiş. Albüm, onun “kök”lerine inişinde doğru yolda ilerlediğini gösteriyor. Kardeş Türküler haricinde Birol Topaloğlu, Mikail Aslan, Erkan Oğur gibi usta müzisyenlerle de çalışma imkânı bulan Yankın’ın albümündeki Kürtçe şarkıların bestesi ve müzikleri kendine ait. İlk klibi “Meryem” ile kendisini takip edenler ta rafından olumlu geri dönüşler almış olan sanatçının albümündeki şarkılarda genelde aşk, ayrılık, hasret ön planda duruyor. Yankın’ın vokali, söylediği şarkıların diline çok iyi gitmiş. Ayrıca albümün gerçek bir “grup” albümü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yankın’ı takibe devam diyoruz. soyerbrk@gmail.com BURAK SOYER C MY B