20 Haziran 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 4 THERAPIA ALPER HASANOĞLU Hİlal Bebek 8TEMMUZ 2018, PAZAR Şeker gibi yazılar Yar bana bir kimlik… Kendilerine Türk demeye çok geç başladı Türkler. Bize önce Çinliler, sonra bütün dünya Türk dedi, bizse hangi boydan geliyorsak o boyun adıyla anıyorduk kendimizi Oğuzlar, Kırgızlar, Atçekenler vs. ya da İslam dinini kabul ettikten sonra, sen kimsin diye sorana Müslüman olduğumuzu söylüyorduk. Osmanlı zamanında da Osmanlıydık ama kesinlikle Türk değildik. Osmanlı İmparatorluğu’nun da bir Türk imparatorluğu olduğu biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının geriye dönük olarak yaptığı bir tanımlamaydı. Dünya, Türk devleti olarak adlandırıyordu Osmanlı’yı ama biz değil. Hatta Türk, Anadolu’daki göçebe ve cahil Türkmenler için kullanılıyordu ve bu tanımın aşağılayıcı bir yanı da vardı. Yerleşik düzene geçmiş Türklerse kendilerini Türk olarak adlandırmaktan imtina ediyorlardı. Gerçi göçebeler de yerleşik düzene geçenleri ‘yatuk’ olarak adlandırıyordu. Yani tembel, işe yaramaz filan. Osmanlı birçok etnisitenin barındığı bir imparatorluktu. Türkler de bu etnik grupların arasında, pek de sevilmeyen bir tanesiydi. ‘Türk’sek nasıl bir Türk’tük? Millet yoktu ümmet vardı. Fransız ihtilalinden sonra gelişti millet olma bilinci. Bulgarlar bulgarlıklarını, Yunanlar Yunanlıklarını keşfettiler. Osmanlı’nın ekonomik ve askeri olarak zayıfladığı bir dönem olan 19. yüzyılda Hıristiyan milletlerin bağımsızlıklarına kavuşmaları, Avrupa devletlerinin desteğiyle de çok kolay oldu. Osmanlı entelektüeli Osmanlı ve Müslüman kimliğiyle imparatorluğun ayakta tutulamayacağını görmüş ama yeni bir kimlik yaratma konusunda da çaresiz hissediyordu kendini. Türklük böyle bir atmosferde, 1908 sonrası telaffuz edilmeye başladı. 1. Dünya Savaşı yenilgisi sonrasında Osmanlı’nın gideceği, döneceği bir yurdu yoktu. Sömürgelerinden kovulunca Fransız Fransa topraklarına, İngiliz adaya dönmüştü. Ama Orta Asya’dan göç etmiş boylardan doğan Osmanlı nereye geri dönecekti? O nereye aitti? Kimdi? Müslüman mı, Osmanlı mı, yoksa Türk mü? “Türk”sek nasıl bir Türktük? Müslümanlığı ön planda olan bir Türk mü, ırkıyla ve geldiği Orta Asya’yla övünen bir Türk mü? Yoksa Anadolu topraklarını kendine anayurt belleyip bu topraklardaki eski uygarlıkları sahiplenen bir Türk mü? Ya da batılı değerleri benimseyen, kendini Avrupa’da konumlandıran laik bir Türk mü? Bu görüşler politik ve entelektüel düzlemde bir mücadele içine girdiler ve Kurtuluş Savaşı sonrasında, kendini Batılı değerlere bağlı hisseden, ilerlemeci, laik Türk savaşı kazandı. Evet bu Türk olmaya karar verilmişti ama kendini böyle tanımlamak yeterli değildi, bir de gerçekten öyle olmak gerekiyordu. Oysa yıllarca süren savaşlardan sonra Misakı Milli sınırları içinde elde kalan, genç erkeklerin büyük çoğunluğunun öldüğü, kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan mesleksiz, cahil bir halktı. Ve onlar Türk olduklarının henüz farkında bile değillerdi. Yeni Türk kimliğini ‘yaratmak’ gerekiyordu. Kimliğin belli özellikleri olmalıydı ve bu özellikler bir zamk gibi bu halkı birbirine yapıştırmalıydı. Kimlik dediğimiz bir aidiyet duygusuydu aslında. Dile, vatana, yüce ortak bir geçmişe ve ideallere ihtiyaç vardı. Mustafa Kemal kendisine Türklerin atası, Atatürk adını aldı ve Türkü şöyle tanımladı: Bütün dillerin köken aldığı bir dili, Türkçeyi konuşan, tarihteki ilk en büyük uygarlığı yaratmış ve ardından peş peşe birçok büyük uygarlık kurmuş olan, vatanı artık Misakı Milli sınırları içindeki, şehit kanlarıyla sulanmış topraklar olan, en kısa sürede de tekrar muasır medeniyetler seviyesine tırmanacak olan laik bir millet. ‘Türk’sek nasıl bir Türktük? Müslümanlığı ön planda olan bir Türk mü, ırkıyla ve geldiği Orta Asya’yla övünen bir Türk mü? Narsistlik, öfkeli, kafası karışık bir toplum Bu tanım bir arzunun ifadesi olarak çok hoştu ama pek de gerçeğe uygun değildi maalesef. Ama Misaki Milli sınırları içindeki toprakları bir vatan olarak sahiplenebilmek, hedef olarak konulan Batı uygarlığı değerlerinin içselleştirilmesini sağlayabilmek ve yaratılan bu Türk kimliğini benimsetebilmek için belli bir düzeyde bu değerlerin dayatılması gerekiyordu ve bu da uzun süre düşe kalka, devlet zoruyla yapılabildi. Ama Türk maalesef bu değildi. Bu olmadığımız gerçeği kimse tarafından seslendirilmese de ve aslında seslendirilmediği için, narsistik, öfkeli ve kafası karışık bir toplum doğurdu. Yaptığını iddia ettiği şeyleri yapmamış olan, yapabileceğini iddia ettiği şeyleri yapamayacak olma gerçeğiyle boş boş büyüklenen, hırçın ve kendine durmadan yalan söyleyen bir milletçik… Denizi geç, bana kabından bahset! Kabın doluyor mu? ‘Kapitalist patron’ içimize kaçtı! Sürekli bir şeylere yetişmek gerektiğini, hep bir şeylerin yetersiz olduğunu, anca eksikleri giderirsek “tamam” hissedeceğimizi düşünüyoruz. Düşman, artık dışarıda değil. Faşist bir yöneticiye, açgözlü bir patrona, sömürgeci bir lidere, kölesini kırbaçlayan bir efendiye ihtiyacımız yok. Zekice örülen bir algı mühendisliği ile zaaflarımızın ve arzularımızın kaçak yaptığı yerden içeri sızdılar çünkü. Üstelik her biri “makul” görünen “ulvi” gerekçelerle kamufle oldular dolayısıyla radara takılmadılar ve bu nedenle bağışıklık tepkilerimizi canlandırmadılar. Yani artık dış mihraklardan daha tehlikeli bir iç düşmanımız var: Kendi kendini istismar eden “özsömürücü” zihniyetimiz. Üstelik isyan etmek, savaşmak, muhalif olmak gibi dış sömürgecilere kullanılabildiğimiz türden bağışıklık reaksiyonlarımız da devre dışı. Devre dışı, çünkü tüm başarılı zulümler gibi “kendini sömürme felsefesi” de masumiyet kılığında içeri sızdı. Devre dışı, çünkü kaleyi içten fethedip önce bizim inançlarımızı avladı. Çalışkanlık, girişimcilik, gelişim, sosyallik, yükselme, daha güzel bir yaşam, vb. gibi “değerlerle” örtündü. Böyle olunca iç sistemimiz tarafından “dost” hücre gibi algılanıp antikora maruz kalmadı. Sinsi bir kanser hücresi gibi beslenip büyütüldü hem de bizzat kendi ellerimizle. Kusursuzluk şiddeti Şiddetin de istismarın da anatomik yapısı değişiyor. Şiddet; kıyaslama, daha güzeli ile rekabet, kusursuza övgü, olumsuz hisse yergi, sürekli tüketimi kutsama, her zaman görünür olma, hep ses getirme, mütemadiyen gençlik ve süreğen bir başarı dayatması gibi zorbalıklar aracılığı ile bizi darp eden kılıklara bürünüyor. Bu yükü taşımaya arzulu olan insanın söz konusu istismara gönüllülüğü, bunun bir istismar olmadığını düşünmesinden ve mutluluğun buradan geçtiğine inan(dırıl)masından kaynaklanıyor. Sevme bahanesiyle taciz eden adamlara inanmış küçük bir kız çocuğundaki gibi. Bağlamsal ve fenomenolojik yapı, her şeyin rengini değiştiriyor. Meraktan değil “zorlantı”dan gelen çalışma; heyecandan değil gösterme motivasyonu ile yaşanan deneyim; gelişim isteğinden değil tüketme hayallerinden doğan üretim, özünde yapıcı ve geliştirici olan de Artık dış mihraklardan daha tehlikeli bir iç düşmanımız var: Kendi kendini istismar eden ‘özsömürücü’ zihniyetimiz. Üstelik çalışkanlık, girişimcilik, gelişim, sosyallik, yükselme, daha güzel bir yaşam gibi ‘değer’lerle örtündü. Böyle olunca iç sistemimiz tarafından ‘dost’ hücre gibi algılanıp antikora maruz kalmadı. Sinsi bir kanser hücresi gibi beslenip büyütüldü bizzat kendi ellerimizle... ğerleri mutasyona uğratıyor. İnsan, kendini olgunlaştırabilecek ve geliştirebilecek kavramların da böylece anatomisini bozuyor. Kusur gidermeye programlı hayatlar, “hep bir şey eksik” duygusu ile iç içe. İnsan, kusur aradıkça buluyor, giderdikçe yenilerini yakalıyor ve tekrar giderme gayreti ile aynı döngüsüne devam ediyor. Hayatın normu “bir kusursuzluk” hali sanki. Her “kusur (?)”, hemen giderilmesi gereken bir defo, mutluluk da bu kusurların silinip süpürülmesine bağlı. Eksiklik giderme paradoksu Peki ama siz tüm eksikleri giderip refaha erişen biri gördünüz mü? Eksik giderme, çıkmaz bir sokak. Tam ulaştım dediğiniz anda kendini bir sonraki hedefe çeken bir serap gibi. Dolayısıyla sahip olunanla sahip olunmak istenen, arasındaki gedik hep aynı. “Bir arabam olsa başka bir şey istemem” diyenle “bir yatım olsa daha ne isterim” diyenin memnuniyetsizliği aynı. Eksik giderme çemberinin içinde bitap düşene kadar dönüyor “insan fareleri”!.. Kaynaklar çoğaldı. İnsan daha “sosyal”, enformasyon daha çok, imkânlar daha fazla… Ancak nicelik, niteliği eritiyor. Enformasyon çokluğu, bilgelikte azal ma; deneyim çokluğu, deneyimlemede deformasyon; sosyal etkileşim çokluğu, yalnızlık; beğeni çokluğu, özgüvende bağımlılık ile paralel… Pamuk gibi yer kaplayan şeylerin hacmi çok, fakat yoğunlukta bir küçük demir bilye etmiyor. Tıkanırcasına enformasyonu yutan “bulimik” biri gibi yediğini öğütmeden kusan insan, sonuç olarak onca veriyi “bilgiye” ve “bilgeliğe” dönüştüremiyor. Mutluluğun formülü: ½ Mutluluk, en basit haliyle memnun olabilme kabiliyetidir. Memnun olabilme yetisi varsa insanın, elindekinden bağımsız “memnun ve doygun” olmasını bilecektir. Memnun olabilme kapasitesi yoksa ve “hep daha fazlası” ya da “daha eksiksizi” diyorsa elinde zaten ne varsa bir eksik bulacaktır. Denizi de olsa kabı dolmayacaktır. Kusursuzluk şiddetine maruz kalan ya da kendini maruz bırakan her insan, yarım… Doygunluğu hep “bir bölü iki”de kalıyor. 2: Sahip olmak istedikleri. 1: Sahip oldukları… Payda 4’e çıktığında pay da ikiye çıkıyor: 1/2, 2/4, 4/8… Oran hiç değişmiyor. Hep yarım, hep yarım… Ey okyanusları satın almak isteyen insan! Denizi geç, bana kabından bahset!.. Kabın dolu yor mu?.. [email protected]; www.hilalbebek.com.tr Yurttan Sesler Azmi Karaveli Erzincan’da ismi açıklanmayan bir kadın, 2 yıllık eşinin sırtındaki sivilcelerinin sıkılmış olmasından yola çıkarak, dedektif gibi iz sürüp kocasını sevgilisiyle bastı. Genç kadın, olayın ardından eşine boşanma davası açtı. Bazen bu tarz olayların atasözlerimizin sağlamasını yapmak için yaşandığını düşünüyorum. “Güvenme güzelliğine bir sivilce yeter, güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter”in adeta somut yaşanmış hali. Çorum’un nüfusu 528 bin iken, geçen yıl 322 bin olan icra dosyası sayısı bu yıl 399 bine ulaştı. Kentte Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan yüzde 64.56 oy aldı. Muhalefetin, bir türlü anlamlandıramadığı seçim sonuçlarının nedenlerini araştırmaya Çorum paradoksundan başlaması gerekiyor. Dibe vuran insanların Stockholm sendromunu anlamadan “iktidar olacağız” demek suya yazı yazmakla eşdeğer adeta. “Biz elimizden geleni yaptık, halkın hiç suçu yok mu ama” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım yerine ilk olarak Çorum’da kalitatif ve kantitatif anketlerle işe başlamalarını öneriyorum. Zonguldak Ereğli’de iki katlı binanın çatısında bulunan su deposu, ahşap tavanın delinmesi nedeniyle 1. katta çekyatta televizyon izleyen 85 yaşındaki İ.K’nin üzerine düştü. Şükür ki kendisinin hayati tehlikesi bulunmuyormuş. Düşünün ki emeklisiniz, yaşlısınız, akşam belki de tek eğ lenceniz olan televizyon izlerken bir anda başınıza böyle bir olay geliyor... Büyük geçmiş olsun amcacığım. Kocaeli’nin Gebze ilçesindeki bir düğünde çalan müzik eşliğinde kendini halaya kaptıran davetliler bir anda müziğin kesilmesi, ışıkların kapatılmasıyla büyük şok yaşadı. Bazı davetlilerin fotoğraf çekmesine öfkelenen salon fotoğrafçısı ve çalışanları, “Kimse fotoğraf çekmeyecekti” diyerek düğün sahiplerinin üzerine yürüdü. Çıkan olaylar sebebiyle düğün iptal oldu. Daki Manisa Turgutlu’da alkollü olduğu iddia edilen Y.A tuvaletini yapmak isterken 200 metrelik yamaçtan yuvarlandı. kalar önce pistte göbek atan davetliler bir anda kendilerini salon dışında buldu. Hepimizin başına gelen düğünlerdeki fotoğrafçı müdahelesi, zamanın ruhuna direnen taksici terörüne benziyor biraz. Oysa düğün fotoğrafçılarının makinelerinden belki de daha iyi çeken akıllı telefonların varlığını idrak ettikleri zaman, muhtemelen böyle bir meslek de ortadan kalkmış olacak. Manisa’da alkollü olduğu iddia edilen Y.A., tuvaletini yapmak isterken yaklaşık 200 metrelik yamaçtan yuvarlanarak yaralandı. Hazır ülkede her şey yasaklanıyorken, son yıllarda yaşanan bu tarz vakalara bakarak yamaçları da yasaklasalar mı acaba? İstanbul Avcılar’da düzenlenen operasyonda, bir evden 57 milyon yıl öncesi zaman diliminde yaşayan bir dinozora ait olduğu belirtilen çene parçası ve dişleri ile 4’üncü jeolojik zamandan kalma bir istiridye deniz kabuğu fosili “çıktı”. Aynı günlerde Muğla’da bir vatandaşın sabah kahvaltısı için sofraya koyduğu ekmeğin içinden takma yarım fiş damağı “çıktı”. Bursa’da eşinin 2006’da kaybettiğini sandığı eski banknotlardan oluşan 20 bin TL, işyerindeki çekmeceden “çıktı”. Bu üç tane rengarenk “çıktı” haberiyle bu haftaki Yurttan Sesler”i yorumsuz bağlayalım. 8 TEMMUZ 2018 SAYI: 27 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü (Sorumlu) Faruk Eren Yayın Yönetmeni TAYFUN ATAY Yayın Koordinatörü Gürer mut Sayfa Uygulama İLKNUR FİLİZ / ŞÜKRAN İŞCAN Görsel Tasarım Ulaş ERYAVUz Reklam Direktörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: [email protected] Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: [email protected] Yaygın süreli yayın. Cumhuriyet Gazetesinin ücretsiz ekidir. Baskı: DPC Baskı Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Demirören Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle