15 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8TEMMUZ 2018, PAZAR SAYFA 3 Çocuk sesi Bekİr Onur Hani biz kalkınıyorduk, gelişiyorduk, o kadar ilerliyorduk ki cümle âlem bizi kıskanıyordu... Çocukluğun yok edilişi Keşke ben de bugün canım yazı yazmak istemiyor diyebilsem. Ama diyemiyorum. Öyle şeyler oluyor ki sesimi çıkarmam gerekiyor. Ama ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir yerlerde çocuklar öldürülüyor. Hunharca diye nitelemenin anlamı yok. Asılsınlar, hadım edilsinler diye haykırmanın da kimseye yararı yok. Hepimiz sorumluyuz demenin de… Devlet çocukları koruyamıyor diye yakınmanın da… Eskiden de vardı, şimdi daha kolay duyuluyor diye teselli aramanın da… Gelişmiş ülkelerde de var diye konuyu saptırmanın da… Nereden başlamalı öyleyse? Dostoyevski’ye göre insan özgürdür, özgür olduğu için de “kötü” vardır. Ama kötüye karşı koymak da insanın sorumluluğudur. Albert Camus bize daha yakın, daha somut: “Çocukların işkence çektiği bu düzeni sevmemekte sonuna kadar inat edeceğim” diye yazmış bir romanında. “Çocukların acı çektiği ve öldüğü bu evrene karşı savaşmakta devam ediyorum” demiş bir konuşmasında. Erich Fromm, “İnsanlar arasında, ruhsal ve ahlaksal açıdan ölümü sevenlerle yaşamı sevenler arasındaki ayrımdan daha büyük bir ayrım düşünülemez” der. Ne var ki, her kişilik bunlardan biraz pay almıştır. Yoksa biz daha fazla mı pay almışız ölümden, öldürmekten; bu kadar kolay asıp kesip işkence edip öldürebildiğimize göre? Savaşı övenler, kadınları dövenler, hayvanları biçenler, çocukları öldürenler bizden birileri değil mi? İnsandaki saldırganlığın kökenleri hep merak edilmiştir. Doğuştanlığı savunanlar yıkıcı eğilimlerimizi içgüdüsel doğamıza bağlar. Toplumsal açıdan bakanlar öğrenmeyi, örnek almayı, çevresel koşulları sorumlu tutarlar. Kolaycılığa saparsanız yukarıdakilerin hepsi seçeneğini işaretlersiniz. Peki pompalı tüfekleri, palaları, dönerci bıçaklarını hangi seçenekle açıklayacağız? Yol vermedin, korna çaldın, selektör yaptın diye adam dövmeyi? Taksiden yolcu atmayı, turist kazıklamayı? Sevincini de öfkesini de şiddet yoluyla ifade etmeyi? Seni başkasına yar etmem diye, seviyordum öldürdüm abi diye efelenmeyi? Atatürk’ün farkı İnsanoğlu hiçbir üstün otoritenin, hiçbir yüce amacın, içgüdüsel ya da öğrenilmiş hiçbir eğilimin bir canlıyı öldürme hakkını doğurmayacağını çoktan öğrenmiş olmalıydı. Her kadın, her çocuk, her böcek, her ağaç değerlidir. Bu sistemin her parçası Üniversitelerinde “çocukluk felsefesi”, “çocuk sosyolojisi”, “çocuk antropolojisi”, “çocukluk tarihi” okutulmayan ülkede çocukların başına gelen hiçbir şey şaşırtıcı değildir. Aydınlanmada gecikmemizin, bilgi toplumu olmaya direnişimizin, laikliği kavramadaki yetersizliğimizin şaşırtıcı olmaması gibi. ‘Child’s Wonderment’, Carel Weight. nın değerli olduğunu, özen ve bakım görmeyi hak ettiğini sürekli vurgulamakta yarar var. Bunu hem bilişsel hem duygusal düzlemde kavramış olmamız gerekir. Bunu çoktan kavramış biri vardı ki aramızda, günümüze de ışık saçmayı sürdürüyor. Adı, Mustafa Kemal. Onun çocuk anlayışı yaşanmış bir olayda görülebilir. Savaş hazırlıkları içinde bir köyün yakınlarında mola verildiğinde Mustafa Kemal köy kahvesinde oturur. Köyün imamı askerlerin köyün yıkık köprüsünü onarmalarını rica eder, askerler köprüyü hemen yaparlar, imam da Mustafa Kemal’e teşekkür eder. Sonra Mustafa Kemal imama evli olup olmadığını sorar. İmam, “Evliyim paşam. Elinizi öper dört tane köleniz var” der. Bunun üzerine Mustafa Kemal, “Niçin kölem olacakmış. Onlar sizin çocuklarınız, bizim de evladımız. Yok böyle şeyler imam efendi!” diye tepki gösterir. Atatürk çocuğu birey ve yurttaş olarak görme, çocuğa köle olarak bakan geleneksel çocuk yetiştirme sistemini değiştirme idealine sahipti. Bu ideal daha sonra eğitim alanına da yansımış, Atatürk çocukların ve gençlerin çağın gerektirdiği en üst gelişim ve eğitim düzeyine çıkarılmasını dilemişti. Hayvanın mal, kadının mülk, çocuğun köle ya da uşak diye nitelendiği çağlardan bugünlere geldik, arkamızı dönüp bir de baktık ki bir arpa boyu yol gitmiş, geride iki yavrunun ölü bedenini bırakmışız. Hani biz kalkınıyorduk, gelişiyorduk, o kadar ilerliyorduk ki cümle alem bizi kıskanıyordu, daha fazla ilerlemeyelim diye olmadık engeller çıkarıyorlardı! İnsani gelişim endekslerinde arkasına düştüğümüz ülke kalmamışken bu kalkınma masalına kim inanır!.. Gelişmiş dünya “Çocukluğun Tarihi”ni (P. Aries) yazdı, “Çocukluğun Yokoluşu”nu (N. Postman) tartıştı, şimdi “Çocukluğun Geleceği”ni (A. Prout) araştırıyor. Batı’da daha 19’uncu yüzyılın sonla rında kentli ana babalar, çocuklarının ileride yetişkin olarak kendi yaşadıklarından oldukça farklı bir dünyada yaşayacağını görmeye başlamışlardı. 20. yüzyılda ana baba olmanın en temel özelliği çocukların sağlığı ve mutluluğu konusunda duyulan kaygı ve duyarlıktır. Çocuğun ailenin ekonomisine katkıda bulunmasının beklendiği çağlar çoktan geride kalmış, duygusal değeri öne çıkmıştır. Sözgelimi Japonya’da erken modern ve savaş öncesi dönemde çocukları imparatorun tebaası ve evin işçisi olarak gören “yararcı” çocuk anlayışı yerini, uzun süreli bakıma ve sevgiye ihtiyaç duyan (biraz “romantik”) bir çocukluk anlayışına bırakmıştır. Çocuğa sevgi çok, ilgi az OsmanlıTürk toplumunun geçmişine kısaca göz atmak bile bu topraklarda yüzyıllar boyunca çocuğun küçümsendiğini, ihmal edildiğini göstermeye yeter. Osmanlı toplumunda evlerde ve okullarda kullanılan öğüt kitapları çocuğa yönelik şiddetin (dayak, falaka) övüldüğünü, çocuğun yaşamının son derece kısıtlandığını gösterir. Ulaşılmak istenen ideal insan tipi uysal, çekingen, soru sormayan, boyun eğici, kabul edici bir kişiliktir. Bu geleneksel toplumsallaşma anlayışı kendi felsefesine uygun çocuk yetiştirme araçlarını da yaratmıştır. Evde ve okulda temel disiplin yaklaşımları korku ve şiddettir. Korku ve dayak kültürünün uzantılarının günümüze kadar geldiği söylenebilir. Bu kültür çocuğa gösterilen şiddeti meşrulaştırır, sıradanlaştırır. Sevgi elbette vardır (Batılı gezginlerin “Türkler çocuklarını çok severler” dediği bilinir) ama şiddete engel olmaz. Sevgi çok, ilgi azdır. Toplum genelinde bugün bile henüz duygudan bilgiye geçilmediği söylenebilir. Sevgi ve ihmalin bir arada olmasının yarattığı çelişki dikkati çekmez, sorgulanmaz, araştırılmaz. Türk toplumu çocuklar için bilimsel projeler geliştirmekten –istisnalar dışında henüz çok uzaktır. Devlet katında çağdaş ve kapsamlı bir çocuk politikası oluşturulmadığı söylenebilir. Üniversitelerinde felsefe bölümünde “çocukluk felsefesi”, sosyoloji bölümünde “çocuk sosyolojisi”, antropoloji bölümünde “çocuk antropolojisi”, tarih bölümünde “çocukluk tarihi” okutulmayan bir ülkede çocukların başına gelen hiçbir şey şaşırtıcı değildir, yaşanan şeyleri açıklamadaki aczimiz de şaşırtıcı olamaz. Aydınlanmada gecikmemizin, bilgi toplumu olmaya direnişimizin, laikliği kavramadaki yetersizliğimizin şaşırtıcı olmaması gibi. Bugün canım hiçbir şey düşünmek istemiyor. Tecavüzcü, katil, istismarcı ya da kısaca caniler de bir zamanlar çocuktu Canavarlaşacak kaç çocuk var sırada? Seçim döneminde medyadaki çatışmacı haberlerin arasına bir de “Kayıp Çocuklar”la ilgili kaygı, korku ve öfke dolu haber ve yorumlar sıkıştı. Hatta kaybolan çocukların arka arkaya gelen ölüm haberleri için BBP Genel Başkanı Mustafa Destici basın toplantısında seçim sonuçlarını değerlendirirken konu birden kaçırılan, cinsel taciz ve tecavüze uğrayan, ölüme terk edilen çocuklara geldiğinde, seçim gündemine entegre bu kayıp çocuk haberleri için, “çocuklar üzerinden oynanan oyun”dan söz etti ve birisinin sanki düğmeye bastığını belirtti!.. Yani bu haber üzerinden bile çocuklar politik söylemlerde araçsallaştırılmış oldu. Sosyal medyada ise kayıp, ölen ve tacize uğrayan çocuklar görünür kılınırken, “popüler” figürler de görünürlük kazanmak için bir fırsat yakaladı. Ayrıca yine sosyal medya ve haber kaynaklarında farkına varılmadan çocukların fotoğrafları yayımlandı; fotoğraf bulunmayınca inanılmaz tasvirlerle çocuklarımızın nasıl öldükleri anlatıldı. Böylece ölen çocukları bir kez daha istismar ettik. “Çocuk Haberciliği” ilkeleri kimsenin umurunda değildi. Aynı dönemde medyada seçim için uzmanlar tarafından yapılan analizlerin onda biri bile yapılmadı bu korkunç ve hazin konuda... Tüm gazeteler ve TV kanalları seçim analizlerini evirdi çevirdi tekrar tekrar yayımlarken, bu noktada “çocuk güvenliği”, “çocukların korunma hakkı” ve “ebeveynlik yeterlilikleri”, “çocuk politikaları”, “çalıştırılan çocuklar”, “kimliksiz çocuklar”, “yoksulluk içindeki çocuklar”, “yoksun çocuklar“ “çocuklar üzerine politikacıların söylemleri”, “medya duyarlılığı” gibi başlıklar altında analizler yapıp uygulamaya dönük acil tedbirler konuşulmadı hiç... O yüzden Duygu Asena yıllar önce “Kadının Adı Yok” derken, bugün biz “Çocuğun da Adı Yok” diyoruz!.. ‘Yarının canileri’ ne olacak? Politikacılar ve ebeveynler canilerin nasıl cezalandırılması gerektiğini hararetle tartışırken, aileler sadece çocuklarını koruma altına alarak onlara öğütler verdi, yabancı insanların nasıl tehlikeli olabileceğini anlattı onlara. Ben bu tartışmada “bugü nün canileri”ne nasıl bir ceza verilmeli noktasından ayrılırken sorumluluğumuzun da sadece kendi çocuklarımızı canavarlardan korumak olmadığını düşünüyorum. Potansiyel tacizci, tecavüzcü, katil, istismarcı olabilecek, toplum içinde şu an görünür olmayan, yani “canavarlaşma” sürecinde ve “yarının canileri” olabilecek çocukların da acil olarak koruma altına alınarak görünür kılmak gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Tecavüzcü, katil, istismarcı ya da kısaca caniler de bir zamanlar çocuktu ama onlar, hiç ama hiç çocuk olarak görünür olmadılar, çocukluk yaşamadılar. Çocukken yeterli sevgi, şefkat aldılar mı mesela?! Kabul ve aidiyet duygusu yaşadılar mı? Öğrenmek için fırsatlar sunuldu mu onlara? Konuşurken birileri tarafından dinlenme ve kendini ifade etme doyumu yaşadılar mı? Yeterli gıda aldılar mı? Bedenleri ve ruhları “ısındı” mı? Doyasıya oyun oynadılar mı? Hiç oyuncakları oldu mu? İsimleri ile hitap edildi mi onlara? Yeterli ve huzurlu uyudular mı? Korku ve kaygıları giderildi mi? Güven duydular mı? Onlar çocukken ve onlar birer canavara dönüşürken bizler neredeydik, ebeveynler, şu an ortalıktaki “popüler isimler”, politikacılar, kanun yürütücüleri, öğretmenler, neredeydi?.. Neden bu canavarları çocukluk dönemlerinde koruyamadık? Onların da annebabası vardı ama neden çocuklarına bu kadar acımasızlık vermişlerdi? Ne yapıldı bu canavarların çocukluklarına? Bugün canavarlaşma sürecinde olan kaç çocuk var toplumda? Şimdi bu çocuklar için ne yapıyoruz? Çocuk Hakları Sözleşmesine imza atarak taahhütte bulunan Türkiye, yetişkinlerin iktidar kavgası yüzünden ne yazık ki çocukların “Yaşama”, “Gelişme”, “Eğitim”, “Katılım”, Korunma” gibi temel haklarını yok saymakta. Bu noktada istatistiklere ve hazırlanmış raporlara boğulmanın anlamı yok. Türkiye toplum olarak çocuk ihmali ve istismarı suçu işlemekte. Politikacılar, eğitimciler, hukukçular, aileler, medya ve diğerleri, lütfen bunu bir ihbar olarak değerlendirsin!.. Son olarak iki anekdot: Yaşadığım sitenin bahçesinde yaşları 610 arasında değişen bir grup kız çocuğunun konuşmasına tanık oluyorum. Birbirlerine Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne imza atarak taahhütte bulunan Türkiye, yetişkinlerin iktidar kavgası yüzünden ne yazık ki çocukların ‘yaşama, gelişme, eğitim, katılım, korunma’ gibi temel haklarını yok saymakta. akranlarının başına gelenler konusunda şehir efsanesine dönmüş hikâyeler anlatıyorlar. Çocuklardan bir tanesi, “annem bana cep telefonundan ölen çocuğun resmini gösterdi elleri de bağlıydı, hiç annemizden ayrılmayalım, yoksa bizi de öldürecekler” dediğinde, diğer çocuklar korku içinde onu dinliyordu. Tıpkı kendi çocukluğumda arkadaşlarımızla birbirimize anlattığımız hayalet ve ruhlarla ilgili hikâyeler gibi. Çip mi taksak çocuklara! Birkaç gün önce ise, bir mağazada annesi kendini kaybetmiş bir şekilde kıyafet seçerken, 67 yaşlarında bir kız çocuğunun korku ile nasıl annesinin eteğini çekiştirdiğini ve “Anne, biri saçlarıma, başıma dokundu” diye huysuzlandığını gördüm. Anne ise çocuğunun sesini duymadı. Çocuk bir kez daha tekrar etti ama nafile, çünkü anne kıyafet seçme derdinde!.. Bu iki örnek “ebeveynlik yeterliliği”, “ebeveynlik ilgi ve becerisi” gibi konuların önemini ortaya koymakta. “Kayıp Çocuklar” sadece kaçırılan çocuklar değil aslında, verdiğim iki örnekteki gibi bu çocuklarımız da kayıp!.. Çünkü korku, kaygı ve güvensizlik duyguları ile ruhsal bir çöküntüye girmeleri an meselesi. Ebeveynler ise çocuklarını korumak adına endişe içindeler. Bir şeyler yapılmalı ama nereden başlanmalı? “Black Mirror”, fantastik bilimkurgu dizisini seyredenler hatırlayacaktır. Bölümlerden birinde çocukların güvenliği için çocukları izlemek adına onlara “çip” takılır; tabii çocuklar büyüdükçe işler kontrolden çıkar. Acaba ebeveynleri rahatlatmak adına, yeni doğan her çocuğa bir “çip” takılmasını mı önersek?!... Nasılsa artık herkesin akıllı telefonu var, böylece çocuklar her an kontrolümüz altında olur ve içimiz rahat eder, değil mi?.. Hatta istediğimiz zaman görüntülerini de izleyelim! Çocuklar güvende, içimiz rahat… Artık birileri istediği kadar çocuklar üzerinden oyun oynasın, ortalığı karıştırmak için düğmeye bassın, vız gelir tırıs gider!... Mesude Atay C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle