22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 4 Sırrı Süreyya Önder Gezi’deki ‘dış mihrak’ nihayet bulundu! ‘Başına döndüğüm kurban olduğum’ Yazının başlığına bakan birçok okur, iyi bilinen bir halk türküsünün ilk mısralarını görünce devam edecektir; “Başına döndüğüm, kurban olduğum  Ağlar dolanıram yar deyu deyu” Türkü böyle ama mesele böyle değil! Mesele çokça Türklükle ilgili ama “sözleşmesiz” olanından. Yani Türklüğü devletçilik ya da başka bir halka düşmanlık sananlar bu Türklüğün kapsamına girmemektedir. AnadoluMezopotamya deyimleri arasında sıkça duymuşsunuzdur; “Başına dolanayım” “Kadanı alayım”, “Kurbanın olayım” denir. Bu sözler, türkülerimize ve toprağımıza Azerbaycan’dan gelip konuk olmuştur. Peki orada nasıl yeşermiştir diye baktığımızda karşımıza çıkan şey ŞamanGöktürk inancıdır. Şaman deyip geçmeyin! Müslüman Türk’ün hikâyesi kabaca 1300 yıllık bir geçmişe sahipken Şaman’ın tarihi yaklaşık 4000 yıla dayanmaktadır. Yani bugün Anadolu İslamı denilerek güzellemesi yapılan ritüel ve yaklaşımlar, aslında Şamanist Türklüğün, İslamı kendine benzetme inadıdır. Halen mübarek bayramları tebrik etmek yerine ‘Kut’lamak da mesela bunun en basit yansımalarındandır. Ağacın altında yaratıldı insan Türk Şamanist inancında, bir hastayı ölümden kurtarmak ancak başka bir canın feda edilmesiyle mümkündür. “Kurbanın olayım” dediğinizde “senin derdin bana geçsin” demiş olurdunuz. Kırgızlarda, anlatılır. Babür Şah’ın oğlu Muhammet Hümayun hastalanır. Babür Şah onu başı etrafında üç kez dolandırır ve “Ne derdi varsa ben üstüme aldım” der. Bunun ardından Babür Şah hastalanır, oğlu iyileşir. Yine bu mitolojik bağlam içinde mesela Deli Dumrul’un ölümden kurtulması için Azrail onun yerine kurban olacak bir başka birini bulmasını ister. Efsaneye göre anası ve babası kabul etmezler ona “kurban” olmayı. Düz okumalar bunu bencillik sayabilir, değildir. Yalnızca genç, çocuk doğurabilen ve ekin ekip biçebilen bir varlığın kurban olma Can gidecekti, hayat ağacı kuruyacaktı. Kurtarmak için gençler çıktı meydana. Can verdiler, ‘Can’ı kurtardılar. Dedem Korkut göklerde bir yerde uzun zamandır bir yiğitlik göstermediği için ad koyamadan yaşlanıp giden torunlarına işte o gün ‘Ad’ koydu. Berkin dedi, Ali İsmail dedi, Abdullah dedi, Ethem dedi, Mustafa dedi, İrfan dedi, Selim dedi, Zeynep dedi, Ahmet dedi, Serdar dedi, Mehmet dedi... Medeni dedi. sı mitolojik anlamsallık taşıyabilir, o yüzden... Türk etnikkültürel geleneğinde ağaç miti en te mel motiflerdendir. Bu düşünceye göre ilk insan dokuz budaklı bir ağacın altında yaratılmıştır. Dünya Ağacı ya da Şaman Ağacı, dünyanın tam ortasında yükselir, kökleri yerin yedi kat altına iner, dalları ise dünya dağının zirvesine ‘göğ’e ulaşır. Böylece dünyanın her üç katını birbirine bağlar. Tanrısaldır. Tanrının ilahi vasıflarını taşır. Öte dünyada bir yerlerde, her yaprağı bu dünyadaki bir insana ait olan bir ağaç vardır. O insan, o ağaçtaki yaprağı sararıp düştüğünde ölür. Gezi isyanının kökü 5 yıl geçti. Çapsız ve feraseti kıt iktidar yanlıları, sürekli bu isyana bir “dış mihrak” bulmaya ça lışıyorlar. Ben bu mihrakı Oğuzca söyleyeyim de rahat etsinler!.. Dünya topyekun bir Can’dır (Ekosistem). Bir yerine kötü niyetle zarar vermek için iliştiğinizde her yerine zarar vermiş olursunuz. Türklük vaktiyle bu Can’a hoyratça yaklaştığı için anayurtlarında hayat damarları kurumuş ve soluğu Anadolu’da almıştı. (Demirden dağlar Ergenekonkuraklık) Yani “Su akar, Türk bakar” lafı Türkün andavallı oluşunu anlatmaz. Genetik mirasına işleyen, “Suya, ağaca, cana, canlıya hoyratça ilişme, zarar verme, hela k olursun!” kavrayışını anlatır. İşte siz azgın ve kara iştahınızla bu toprakların derelerine, ağaçlarına, canlarına yöneldiğinizde “Kürt Düşmanlığı” çözüm süreci molasında olduğundan Türkün aklı berraktı. Tarihsel hafızasını tetiklediniz. Can gidecekti, ha Sırrı Süreyya Önder, Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini engelleme yolunda ilk günden itibaren en ön safta direnişçilerle birlikteydi. yat ağacı kuruyacaktı. Kurtarmak için gençler çıktı meydana. “Başına döndüler, kurban oldular”! Derdimizi, kadamızı üstlerine aldılar. Can verdiler, ‘Can’ı  kurtardılar. Dedem Korkut göklerde bir yerde uzun zamandır bir yiğitlik göstermediği için ad koyamadan, bir adı hak edemeden yaşlanıp giden torunlarına işte o gün ‘Ad’ koydu. Berkin dedi, Ali İsmail dedi, Abdullah dedi, Ethem dedi, Mustafa dedi, İrfan dedi, Selim dedi, Zeynep dedi, Ahmet dedi, Serdar dedi, Mehmet dedi... Son ismi söylemeden önce yutkundu, Medeni dedi. Gökten üç elma düşmedi belki ama yoldadır. Bu mihrakın kökü dışarıda, Orta Asya steplerinden Ortadoğu çöllerine kadar uçsuz bucaksız bir tufan coğrafyasındadır. Ama dalları içimizde, canımızın çekirdeğinde, tarihi ve toplumsal mirasımızdadır!.. Bize aldığımız nefesin, gölgelendiğimiz ağacın, içtiğimiz suyun ve onurumuzun hatırı için kurban olup kadamızı alanların aziz hatıralarına saygıyla!.. “Ezel bahar yaz ayları misali  Çağlar dolanıram yar deyu deyu” (Yararlanılan temel kaynak: Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Yurt KitapYayın, 2003) TAYFUNATAY Gezi, bir ‘yeryüzü sofrası’dır Gezi, “kültürel” bir direniştir. darlarının ikinci 10 yılının bir inşa dönemi olacağı Tabii kültürün sadece sanatedebiyatla sınırlan nı şöyle ifade etmişti: “10 yıllık iktidar dönemimiz mayıp, en geniş antropolojik yaklaşımla bir “yaşam de bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gele biçimi” olarak anlaşılması kaydıyla... cek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar; diyelim Gezi, Türkiye’de laik yaşam biçimini sürdürmek ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte te ısrarlı kesimlerin, dinbazlıkta sınır tanımaz hale paydaş oldular, ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa gelmiş bir iktidar karşısında patlayan tepkisidir. dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak.” Elbette parktaki ağaçları kesip İstanbul’un orta Gezi, bir bakıma bu sözlere bir cevaptır. AKP’nin sındaki bu bir yudum nefes alma alanına Osmanlı “ikinci 10 yılı”na, “inşa dönemi”ne, “Yeni Türki Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etme ısrarının altında ye”sine milyonlarca insanın cevabı, Gezi ile geldi. da derinden derine (ama mesnetsiz) bir kültürel “rö vanş” motivasyonu olduğunu es geçmemeli. Anın Uyarıydı, ‘çapulculuk’ dediler da yükselen tepkilerde bu motivasyonun fark edil miş olmasının da payı vardır. Ancak o an itibarıy Bu itibarla Gezi’nin bir “süreç” olarak da değer la, 2013’ün 27 Mayıs’ında Ge lendirilmesi gerekir. zi olaylarının fitilini ağaç kes Geçmiş mağduriyetlere 27 Mayıs 2013 gecesi, Gezi me girişimi ateşlemiş olsa da ona yol açan etmenleri hemen öncesindeki iktidar tavrı ve ağ takıntılı olduğu için arkaik, yanı sıra yasakçı Parkı’ndaki ağaçların bir “oldubitti”yle belediye ekiplerince kesilmek istenmesine karşı sosyal zına bakarak belirlemek daha doğru olur. Mesela, “İçeceksen git evinde iç” sözüne bakmak gerekir. ve baskıcı bir dinbaz iktidarın yaptıklarından; kutuplaştırıcı siyasetiyle medya üzerinden haberleşip sonra da iş makinelerinin önüne dikilenlerle önü açılmış, ama hâlâ devam eden bir süreç... Mesela kürtajla ilgili düzenleme girişimlerine bireysel/bedensel özgürlük adına karşı çı toplumsal barışı tehlikeye atmasından rahatsız ve Çünkü görüyorsunuz, AKP’nin “inşa dönemi” de devam ediyor hâlâ!.. Beş yıldır bir “Yeni Türki kanların, seksüel imalar da içe tedirgin “iç güçler”dir ye” inşa ediyorlar. Beş yıldır ku ren saldırgan tepkilere maruz kalmalarına bakmak gerekir. Gezi’nin yapı taşları... tuplaşma var, kavga var, çatışma var, savaş var, kan var, göz Sokaklarda genç çiftlerin, yaşı var, ölenöldürülen gence öğrencilerin el ele, kol kola, sarmaş dolaş olmasına cik insanlar var. Mutsuz, bezgin, yüzü gülmeyen müdahale etmelere bakmak gerekir. bir toplum var. Ülkeden gitmek isteyen çok sayıda “Hiçbir annenin kızını bir adamın kucağında gör insan var. Sosyal, siyasal, ekonomik istikrarsızlık mek isteyeceğini sanmam” türünden dehşet verici var. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, haber al değerlendirmelere bakmak gerekir. ma özgürlüğü, medya, sosyal medya, Twitter, Viki Ve “Kafa kıyak gençlik istemiyoruz” nev’inden, pedia özgürlüğü üzerinde baskılar var. Tutuklu yar insanların yaşam tercihleri, alışkanlıkları, zevkle gılama eziyetleri, fiilen esir almalar var. riyle bağlantılı gayet net şekilde yürütülen ayrımcı Evet, “inşa süreci” böyle devam ediyor hâlâ!.. lıklara, değersizleştirmelere bakmak gerekir. Aslında Gezi aynı zamanda bir çığlık, feryat ve “uyarı”ydı da... İktidar bu uyarıyı değerlendirmek ‘İnşa dönemi’ne Gezi cevabı yerine onda kendince kalkışma, bozgunculuk, “çapulculuk” gördü. Dış güçlerin kirli oyunları (“faiz Gezi olaylarının önünü bu ve benzeri politik ta lobisi”) dedi. Muhalefetin provokasyonu dedi. Ya vır ve uygulamalar açtı. Bunlar bilinçlidir ve yetki sadışı, “aşırı sol” örgütlerin girişimleri dedi. Darbe li ağızlardan açık seçik telaffuz edilmiştir. Söz ge sevicilerin gayretleri dedi. Dedi de dedi. limi dönemin AKP İl Başkanı Aziz Babuşçu Ni Oysa Gezi, ortak paydaları laik/seküler yaşam san 2013’te, Gezi olaylarının bir ay öncesinde, ikti olan insanların, kendi dünyevi ihtiraslarını örtbas etme yolunda hayatın her alanını dinsellikle bezeme stratejisi güden iktidara tepkisiydi. O yüzden nasıl bir arada olduklarına akıl sır erdirilmesi güç bileşenler vardı ortada: Türk milliyetçileri ile Kürt siyasi hareketinin takipçileri; ülkücülerle sosyalistler; İstanbul Gazi Mahallesi ve Ankara Tuzluçayır gibi, zemini çok sert ve siyasal olan yoksul varoşlarla Kadıköy Bağdat Caddesi, Ankara Tunalı Hilmi Caddesi gibi, nispeten apolitik “lüks” semtler; işçi sendikaları ile iş dünyasının önde gelen grupları; Alevilerle Sünniler; Antikapitalist Müslümanlarla LGBTİ yurttaşlar; Fenerlilerle Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar, Karşıyakalı, Göztepeli, Trabzonsporlu, Adanasporlu, Ankaragücülüler... Ve popüler kültürle büyüyüp onu tüketen 90’lılarla ömrü politik kültürle tükenmiş 68’liler, 78’liler... Tüm bu farklı, birbirine aykırı/karşıt sınıfsal, etnik, ideolojik, sportif, dinsel, cinsel, kuşaksal kimlikleri bir araya getiren, onların laik bir hayat at Gezi, ortak paydaları seküler yaşam olan insanların, farklı, aykırı kimliklerle iktidarın dayatmacı politikasına karşı birlikte hareket ettikleri bir direnişti. mosferinde nefes alıp verme ortak arzusu idi. Dolayısıyla, geçmiş mağduriyetlere takıntılı ol duğu için arkaik, yanı sıra yasakçı ve baskıcı bir dinbaz iktidarın yaptıklarından, kutuplaştırıcı siyasetiyle toplumsal barışı tehlikeye atmasından rahatsız ve tedirgin “iç güçler”dir Gezi’nin yapı taşları. Ve son olarak altı çizilmesi gereken nokta: Gezi seferberliği, dinbazlığa karşı bir seferberliktir, dindarlığa karşı değil... Dinle barışık laiklik Gezi’nin ortak paydası laikliktir ve bu laiklik, dinle çatışık değil, dinle barışık bir laikliktir. Gezi’de ibadet de vardır. Dindar protestocular namaz kılarken yol arkadaşları, polis saldırısına karşı onların çevresinde etten duvar örerek adeta bir “güvenlik zonu” oluşturmuşlardır. Gösteriler sürerken Miraç Kandili münasebetiyle kandil simidi dağıtmayı da ihmal etmemişlerdir. Şimdi içinde bulunduğumuz ramazan ayı o zaman da olayların sonuna doğru geldiğinde, Gezi’nin ayrılmaz bileşeni Antikapitalist Müslümanlar’ın iftar için düzenlediği “Yeryüzü Sofraları” da o günlerden bugünlere, İhsan Eliaçık’ın deyişiyle “Gezi’nin manevi açılımı” olarak bizimledir, bizimdir!.. Gezi, sözün ona dini bir hayatın harcını para ile karmaya çalışan dinbazotoriteryanizm karşısında “Madem ki ben bir insanım” diyen herkes için bir “yeryüzü sofrası” davetidir. C MY B 27 MAYIS 2018, PAZAR SAYFA 5 Saygı duruşu gürer mut ‘Cumartesi Anneleri’ 23 yaşında ve 3. Kuşak’ta Benim annem Cumartesi! Büyük acılarla yoğrulan Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995 tarihinde kayıp çocuklarını aramak için Galatasaray Lisesi önünde ilk kez buluştu. Annelerin 23 yıl önce bugün başlattıkları mücadele büyüdü, gelişti, Türkiye’nin ilk ve en büyük sivil itaatsizlik eylemi olarak ayırt edilir oldu. Eylemin öncüleri, Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak, kardeşi Maside Ocak ve devamcıları Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun, Abdülkerim Yurtseven’in torunu Berivan Yurtseven ile konuştuk. 1. Kuşak: Emine Maside Ocak ? Cumartesi Anneleri (C.A.) nasıl ortaya çıktı? Maside Ocak: 1995 yılında Hasan’ı gözaltına aldıklarından 58 gün sonra kimsesizler mezarlığında bulduk. Biz Hasan kaybolduktan sonra İnsan Hakları Derneği (İHD), Hasan’ın arkadaşları, yoldaşları ve ailesi olarak çok ciddi bir kampanya başlatmıştık. Gittiğimiz her yerde sadece Hasan’ı değil, “bütün kayıplarımızı istiyoruz” diyorduk. O dönemde “Arkadaşıma dokunma!” diye bir kampanya vardı. Bu kampanyanın içinde yer alan insanların çoğunluğu da İHD’nin de aktivistiydi. Bir şeyler yapalım önerisi ilk olarak onlardan geldi. ‘Plaza Del Mayo’ annelerinin eylemini de çok iyi biliyorduk. İlk başladığımızda Galatasaray’da 1520 kişiydik. Sessizce oturduk ve o meydandan ayrıldık. İlk iki hafta polis ne olduğunu anlamadı. 3’üncü hafta burası eylem alanı değil dediler. ? Dayanışma nasıldı? M.O: Aslında tarifi olmayan bir dayanışmaydı. Galatasaray’da birinin başı sıkışsa, bulacağı kişi yine bir kayıp yakınıdır. Özellikle o ilk başlayan ekip. 1999 Mart’ına kadar son 30 haftasını gözaltında geçiren o ekibin ilişkisi çok daha başka. ? C. A. eyleme gelen kadınları nasıl değiştirdi? Emine Ocak: Benim ailem her zaman bana destek oldu. Ama benim gibi destek görmeyenler de vardı. Hepimiz acılıydık. Evlatlarımızı bulmak istiyorduk. Eşimin hastalığının ilerlediği dönemlerde o evde kalmak istemiyordu bizimle eyleme gelmek istiyordu. Gelemediği için öfkeleniyordu. M.O: Değişen, dönüşen çok fazla kadın vardı Galatasaray’da. Mesela Besna’nın annesi Hanım abla orada okuma yazmayı öğrendi. Pek çok anne o süreçte kendi aileleriyle tartışarak, kendi gelenek görenekleriyle hesaplaştı, çatışıp eylemlere geliyordu. Fotoğraf: Vedat Arık (Soldan sağa) Hasan Ocak’ın kardeşi Maside Ocak, annesi Emine Ocak, Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun ve Abdülkerim Yurtseven’in torunu Berivan Yurtseven. ? Nasıl baskılarla karşılaştınız? E.O: Bizi her hafta alıp alıp götürdüler. Bir seferinde aldılar bizi ama yanımda Maside yok. Ben Maside’yi aramaya başladım. Bağırıyorum, “Benim kızımı geri verin” diye. “Tamam tamam” diyorlar. Bizden korkuyorlardı. Her hafta saldırıyorlardı, yine oraya gidiyorduk. M.O: Biz 1998 Ağustos’undan, 99 Mart’ına kadar, 30 haftamızı gözaltında geçirdik. 1996’daki gözaltılardan birinde, ben ve annemi aslında ayrı hücrelere koyacaklardı ama annem hem dayanamaz, hem de Türkçe bilmiyor diye beni de yanına koydular. Tabii orada ne yapacağını şaşırıyor insan. Yanınızda yaşlı bir kadın var. Karanlık bir hücredesiniz. Biz 30 hafta boyunca Taksim İstiklal’de, görüldüğümüz her yerden gözaltına alındık. Bir haftanın yaraları iyileşmeden, diğer haftanın yaraları açılıyordu. ? 23 yılda neler değişti? E.O: Galatasaray’a çıktığımızda herkese bağırırdım, “Galatasaray bizimdir. Benim gençlerimindir. Evlatlarını arayan herkesindir. Hasan’ımın değil, bütün kayıp gençlerindir. Burası annelerin mezar yeridir. Kimse bize engel olamaz. Yasaklasalar da biz hep orada olacağız. M.O: Biz Galatasaray’da oturmadan önce o alan bir eylem alanı değildi. Oturma eylemi de bir eylem şekli değildi. Cumartesi Anneleri, Türkiye’deki ilk sivil itaatsizlik eylemini yaptı. Galatasaray’a gelen kadınlar gelip bize sarılıyorlardı. Benim oğlumu da gözaltında kaybedeceklerdi, siz varsınız diye kaybetmediler. Ya da gözaltından çıkanlar bize şunu söylüyorlardı, sorguda şu söylenmiş, “Seni de gözaltında kaybedecektik ama senin anan da gider Cumartesi Anneleri’ne katılır diye sana bir şey yapmıyoruz.” Bu bizim yapmak istediğimiz şeydi. Fakat failler her zaman cezasız bırakıldı. O cezasız bırakılan failler daha sonra daha büyük insanlık suçları işlediler. Biz çok önemli bir şeyi daha başardık. Kürt illerinde açılan toplu mezarlarda neredeyse 50’ye yakın kaybın kemiklerine ulaştı aileler. Aradan 23 yıl geçmiş ve biz hâlâ kemiklerin peşinde koşuyoruz. 2. Kuşak: Besna Tosun ? Babanızı nasıl hatırlıyorsunuz? Ben babamı gözümün önünden kaçırdıkları o andan hatırlıyorum. 12 yaşındaydım. Bir gece eve gelirken, kapıda beyaz bir Toros vardı. Kapıları açıktı. Arabanın önünde dört kişi vardı. Babamın arkadaşlarından sandım. Babamın koluna girip bahçeye atladıklarını gördüm. Arabanın yanında bir kişi kaldı. Gözü bizim üzerimizdeydi sürekli. Bir taraftan da o adama gülümsüyordum. O da bana gülümsedi. Yukarı anneme haber vermek için çıktım. Babamın arkadaşları gelmiş dedim. Neredeler deyince bahçeye indiklerini söyledim. Birden çok panikledi ve koşmaya başladı. Tam arabaya bindirilecekken babam bağırmaya başladı, “İmdat beni götürüp öldürecekler” diye. Zaten onun bağırmasıyla annem de çığlık attı. Biz hepimiz aşağıya koşmaya başladık. Abim arabanın kapısını tutmuş, arabayı süren kişi “istersen gel seni de götürelim” demiş. Biz aşağıya inince babamın ayakları dışarda araba basıp gitti. ? C. A.’ya katılma süreciniz de o döneme mi denk geliyor? Annem İHD’ye gitti ve oradan direkt Cumartesi Anneleri’ne katıldık. Babamdan 34 hafta sonra Galatasaray’a gittik. Zaten Emine Ana’larla aynı mahalledeydik. Biz akrabalarımızı kaybettik ama Cumartesi Anneleri’yle hayata tutunduk. Annem ayakta durabildiyse, İHD ve kayıp yakınları sayesinde oldu. Bu kadar güçlü tutunamazdık. 1995’deki eylemelere katıldık. Tabii biz çok küçük olduğumuz için gidemiyorduk. ? Onun içinde büyümek nasıldı? Annem bizi Cumartesi Anneleri’nin içinde büyüttü. Biz o meydanda çok büyük bir şeyi başarıyoruz. O gün o meydanda çocuk olanlar, bugün o meydanda aynı taleplerle bulunuyorlar. Kimsenin yargılanmasını sağlayamadık belki ama katiller sokakta elini kolunu sallayarak dolaşamıyor. Faillerin hepsi, gözü kulağı o meydanda kendi isminin okunacağı korkusuyla yaşıyor. ? İki kuşak arasındaki bağ nasıl? Bizim aramızda aileden öte çok güçlü bir bağ var. Sadece o meydanda değil, hayatımızın her alanında birbirimize yardım ediyoruz. Bir derdimiz olduğunda akrabalarımızı değil, birbirimizi arıyoruz. Yani bu kadar güçlüysek, bunun sebebi dayanışmadır. Şimdi 3’üncü kuşak büyüyor. Maside, Berfo Ana’nın cenazesine giderken çocuklar bizde kalmıştı. Cenaze de televizyondan veriliyor. Birden ikisi de anneannelerini televizyonda görünce, “Bizim anneannelerimiz de mi arkadaş?” diye aralarında konuşmaya başladılar. Aralarındaki diyalog çok güzeldi, “Biz arkadaşız, annelerimiz arkadaş, anneannelerimiz arkadaş…” 3. Kuşak: Berivan YurtseveN ? Dedenizin gözaltına alınma nedeni neydi? O süreci anlatabilir misiniz? Dedem 1995 yılında Doğu ve Güneydoğu’da insan hakları ihlallerinin yoğun olduğu bir dönemde, kolluk kuvvetlerinin köy meydanından döverek topladığı köylülerin arasındaydı. 73 yaşındaydı ve dövülen erkekler arasında en yaşlı olanıydı. Görgü tanıklarının söylediklerine göre dedem yolda da dövülmüş ve hayatını kaybetmiş. ? C. A. içinde büyümek nasıl bir duygu? Cumartesi Anneleri’nin eylemine katıldığımız ilk günden bugüne ortak acılar yaşayanların adalet arayışı, kayıplarımızın akıbetini sorgulamak, büyük bir gücümüzün olduğunu hissettiriyor biz torunlarına. Cumartesi Anneleri’nin 3’üncü kuşağı olarak dedelerimizin ninelerimizin akıbetini sorgulamak bir yandan çok acı vericiyken bir yandan da gurur verici. Biz failler hesap verinceye kadar mücadele edeceğiz. Biz dedelerimiz ninelerimiz ile gurur duyuyoruz ve bu hep böyle devam edecek. AhmetTulgar Penceresi sırtında anneler Anneyi en iyi tarif eden fiil “beklemek”tir. Anne dediğin, evladı üzerinden saf, soy, saltık bir beklemeye kesmişliktir. Yavrusu rahmine düştü mü bir kere, doğumunu beklemek; uyudu, uyumadı, acıktı, acıkmadı, beşik başında beklemek; emekçisin, çalışıyorsun, paydos olup da kreşten almayı, yuvadan gelmesini beklemek; okula başladı, beklemek; askere gitti, beklemek; dağa gitti, “barış” diye diye beklemek; hapse düştü, mahkeme kapılarında tahliyesini beklemek; cezaevi kapılarında ziyaret saatini beklemek; evlendi, fırsat bulur da bir gelir mi diye beklemek; hastanede beklemek; tek göz odada beklemek; huzurevinde beklemek... Bir ömür beklemek, ölüm döşeğinde “gelsin de artık öleyim” diye içinden geçirerek beklemek... Ölür, yine de bekler gibidir anne... Cenazesine gelsin, mezarı başına gelsin diye evladı... (Şimdi şu son dönemde cezaevinden anasının cenazesine ancak bin bir güçlükten sonra gelebilen ve orada da saldırıya uğrayan, tabutu konulduğu yerden çıkartmak zorunda kalan Aysel Tuğluk’u, anacığının cenazesine yine cezaevinden getirildiğinde kelepçeli ellerini kaldırarak dostlarını selamlayan Onur Hamzaoğlu’nu hatırlıyorum burada!) Anneye en yakıştırılan yer ise penceresinin önüdür. Manzarası evladının görüneceği, döneceği yol olan o çerçeve... Cumartesi Annesi, sırtına bu çerçeveyi, bu pencereyi bir haç gibi yüklenmiş, bedeninde hücrelerin beton çivilerinin acısı, sızısı, beklemenin en ıstıraplısını, en inatçısını dünyanın her yerine taşımaya hazır, yola çıkmıştır artık. Cumartesi Annesi: Gözü pencere, yüreği pencere; herkesten daha fazla. Harekete geçmiş, yola düşmüş, yolun ortasına çökmüş kararlı bir beklemektir o!.. Neredesiniz cumartesi öğlen?! Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995’ten bu yana 687 haftadır bekliyor yolun ortasında, günün ortasında, gündelik hay huyunuzun ortasında. Beklerken zaman geçmez olur bir türlü, bekleyenin gelene kadar. Cumartesi Annesi’nin saati evladının ekse Anneye en yakıştırılan yer penceresinin önüdür. Manzarası evladının görüneceği yol olan o çerçeve... Cumartesi Annesi, sırtına bu çerçeveyi yüklenmiş, beklemenin en ıstıraplı ve inatçısını dünyanın her yerine taşımaya hazır, yola çıkmıştır artık. ninde, kendi çevresinde döner döner durur. Zamanı Cumartesi Annesi’nin anaç bir döngüdür yol ortasında, bir tatil gününün umursamaz akıntısının orta yerinde bir anafordur. Kaç hafta içine çekilmemek için yandan geçtiniz siz de? Ne zaman dinlediniz sabır taşı çatlamamış ama kaldırımı çatlatmış o sessiz bekleyişin kraterinden gelen derin uğultuyu? Sloganlar patladığında, saçlarından sürüklendiklerinde, haykırışları duyduğunuzda neredeydiniz? Şimdi neredesiniz cumartesi öğlen vakitleri olduğunda? İstiklal Caddesi tüpü Tam ortasında Cumartesi Anneleri’nin her hafta çöktüğü Galatasaray Meydanı’nın yer aldığı İstiklal Caddesi bana hep bir tüp gibi görünür. 2000’li yılların başında sıcak bir yaz günü o tüpün içinde aniden her yönden gelen gençler bir araya toplanmış, sloganlar atarak yürüyüşe geçmişlerdi. Birkaç dakika sonra, henüz polis müdahale etmeden, yol kenarından alkış tutan, kimileri önce ürkek olsa da, art arda yürüyüşçülere katılan sıradan kaldırım gezginlerini gördüm. Bu bana Almanya’nın Darmstadt kentinde bir fizik laboratuvarında yapılan bir deneyi hatırlatmıştı. Bu konuda bir yazı da yazdım. (Beyoğlu’nda Fizik Deneyi, Tam Yakalandığımız Yerden, İthaki Yayınları, 2004) Alman bilim insanları dev bir tüp içinde yapılan bu deneyde farklı proton ve nötron sayısına sahip atomlarla yüklü iyonları çarpıştırıyor ve bu yöntemle şu anda dünya üzerinde bulunan bütün elementlerden daha yüksek proton ve nötron sayısına sahip elementler elde ediyordu. Gerçi şimdilik bu yeni elementler kalıcı olamıyor ve çekirdeğin içerdiği çok sayıda protondaki pozitif elektrik yükü nedeniyle oluşan tepkime sonucu tekrar ayrışıyor, dağılıyordu. Ama yine de bi lim insanları umutlarını yitirmeden deneyi sürdürüyorlardı. Çünkü yeni elementlerin kalıcılık süresi saniye saniye uzuyordu. ‘93 konsepti’nin ürünü Kayıp yakınlarının, annelerin Galatasaray’daki oturma eylemi, 12 Eylül darbesinin karanlığının orasından burasından yırtıldığı ama bu defa da Türkiye’nin Batı’sının pek de oralı olmadığı, Çiller hükümetinin ellerinde suikast listeleriyle basın toplantıları düzenlediği, Kürt yurttaşların işkenceyle ya da enseden vurularak cesetlerinin yol kenarlarına atıldığı “93 savaş konsepti”ni acımasızca yürüttüğü, kayıp insan sayısının 10 binin üzerine çıktığı bir dönemde Hasan Ocak’ın işkence edilmiş cesedini bulan ailesinin basın açıklamasının ardından Ocak ailesi ve bir grup insan hakları aktivisti tarafından başlatılmıştı. (Ayşe Günaysu’nun Bianet’teki yazısından öğrendiğimize göre Nadire Mater öncülerden biriydi). Kısa sürede başka ailelerin, gözü yaşlı annelerin katılımıyla giderek kitleselleşti. Feminist hareket, Cumartesi Anneleri’nin eylemlerinin en önemli dayanışma dinamiği olduğunda kitleselleşme daha da ivme kazandı. Ancak bu kitleselleşme her türden sivil itaatsizlik eylemine orantısız bir şiddetle karşı gelen devleti harekete geçirdi. Ve saldırılar başladı. Eğer İstiklal Caddesi adlı bu “yaşam tarzı tüpü”nde insan doğasının, kadın dayanışmasının şartlarının hüküm sürmesine izin verilseydi, belki de binlerce faili meçhul (malum!) cinayetin faillerinin yakalanmasını, binlerce kaybedilmiş insanın izinin bulunmasını devlete dayatacak bir kitleselliğe ulaşırdı Cumartesi Anneleri’nin eylemi... Ancak birleştirme değil bir ayrıştırma, bölme laboratuvarı olan Türkiye’de hükümet bu “vicdan fiziği”ne izin vermedi. Annelerin Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995’ten bu yana 687 haftadır bekliyor yolun ortasında, günün ortasında. ve onlarla dayanışmaya gelenlerin sayısı iyice azaldığında, gözaltılar ve şiddet çok arttığında eyleme ara verildi 1999’da. Cumartesi Anneleri 2009’da Galatasaray Meydanı’na yeniden dönene kadar... 687 haftadır “o anneler, o pencereler, o kadranı kanlı saat, o hıçkıran krater” orada. Biliyorum, Cumartesi Anneleri için o saat bir daha ileri gitmeyecek, o krater lav püskürtmeyecek, öyle sessizce uğuldayacak derininde, ama o pencerelerin camında “siz” kendi yansımanızı er ya da geç göreceksiniz! Oğullarını, kızlarını, sevgililerini kaybettiğiniz ya da kaybedilirken sustuğunuz kadınların “kadrajı”na bile isteye gireceksiniz. Yüzleşmeden kaçamazsınız, çünkü çok “barizsiniz”!.. ahtulgar@gmail.com C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle