Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 2 27 MAYIS 2018, PAZAR Her şey Mİrgün Cabas Birtakım bilimsel, siyasal ve dinsel meseleler Manik hitabet, sonik saldırı ABD, Obama döneminde Küba’yla ilişkileri normalleştirirken Havana’daki büyükelçiliğinde yaşanan tuhaf durumlardan şikâyetçi olmuştu. İddiaya göre büyükelçilik personeli durup dururken işitme sorunları yaşamaya başlamıştı. Diplomatik personel Küba’dan çekilmiş, Washington Havana’ya tepki göstermişti. Amerikalı diplomatlar şimdi de Çin’de benzer şikâyetler yaşamaya başlamış. Ülkenin güneyinde görevli bir grup ABD hükümeti çalışanı garip ses ve basınç hissettiklerinden şikâyetçi olmuş. Amerikan Dışişleri Bakanı da bunun bir sonik saldırı olabileceğini, tıbbi belirtilerin Havana’da yaşananlarla tamamen uyuştuğunu söylemiş. Sağlık ekipleri de şikâyetin yaşandığı Guangzu’ya hareket etmiş. Yıllardır “sonik saldırı” altında yaşayan bir millet olarak, Amerikan sağlık ekiplerinin araştırmalarına biz de ciddi katkıda bulunabiliriz. Grup konuşmaları, miting meydanları, muhtar toplantıları, millete seslenişler, röportajlar, nutuklar, azarlamalar filan derken biz de az sonik saldırı atlatmadık bugüne kadar. Bizim de kulaklarımız çınladı, basıncın da dik alasını yaşadık... O sayede aşağıdaki başlıklarda hemen paylaşıma açabileceğimiz, yıllara dayanan eşsiz tecrübelerimiz var. ? Medya organlarının sonik saldırıda asimetrik ve orantısız kullanımı. ? Kesintisiz sonik saldırılar karşısında akıl ve işitme sağlığının muhafazası. ? Asıl saldırı kaynağının daha çapsız kaynaklar tarafından taklit edilmesiyle ortaya çıkan sinir gazı efektine karşı direnç kazanımı. ? Sonik saldırının yol açtığı tahribatın mizah yoluyla etkisiz hale getirilmesinde ileri teknikler. Meraklısı buyursun. Çakıcı’nın oyu Kitabını yazdığım için bir tek bana mı oluyor, yoksa başkaları da baktığı her yerde 2001 yılının izlerini görüyor mu, bilmiyorum... Ama ekonomi krize giriyor, dolar zaptedilemiyor, banka borçlusu çiftçiler kendilerini yakıyor, dolar protestocuları yazar kasaları yerlere fırlatıyor, bütün bunlar bana fena halde memleketin zincirlerinden boşaldığı 2001 yılını hatırlatıyor. Bir de Devlet Bahçeli var tabii. Ortağı olduğu koalisyonu erken seçime zorlayarak ipe götüren, AKP’nin önünü açan... Ama Bahçeli’yi anma sebebim AKP ile bugünkü ortaklığı değil. Alaattin Çakıcı’ya gösterdiği ani ilgi... Çakıcı’yı vatan kahramanı ilan etmesi, kader kurbanı olarak göstermesi, en sonunda da bu hafta hastanede ziyaret edip birlikte fotoğraf çektirmesi. AKP iktidarının öncesinde, yani “eski Türkiye’de” mafya ekonomide, siyasette, iş aleminde cirit atarken Devlet Bahçeli, ülkücü mafyaya yüz vermediği, MHP’yi silahlı külahlı işlerden uzak tuttuğu için övülüyordu. Tahsilat mafyasına adını veren ülkücü hareketin itibarını iade ettiği için, partisi dışındaki çevrelerde de pek muteberdi. AKP ise 2002’den sonra mafyayı durdurduğu için pek gururluydu. Mafyanın, toplumun en popüler kesimlerinden biri haline geldiği, gazetelerde mafya magazini haberlerinin yayım landığı bir dönem geride kalmıştı. Adam kaçırmadan haraca, tahsilata kadar her alanda ortalığı kasıp kavuran, cezaevinde bile rahat durmayan suç örgütleri durdurulmuştu. Cezaevlerinde birbirleriyle hesaplaşan, hasımları nın kafasını kesen, kendisi içerideyken dışarıdan haraç toplayan, birbirleriyle “şerbeti posalanmış, pokemon, hayali kahraman, yaylı tanbur” gibi hakaretlerle mektuplaşan mafya liderleri gündemimize artık ancak mahkumiyet haberleriyle giriyordu. Şimdi durum yine değişti. Mesela Sedat Peker’in kendi reisliğini daha büyük bir reis için adadığı bir dönem yaşıyoruz. Ama en tuhaf hamlelerin her zaman Bahçeli’den gelmesi geleneği 2000’lerin başın dan beri değişmedi. Bahçeli’nin af istediği, biz de 100 bin imzayla Cumhurbaşkanlığı’na aday mı gösterseydik deyip Selahattin Demirtaş’la kıyasladığı Çakıcı’nın neden bir anda bu kadar itibara mazhar olduğu bir muamma. MHP lideri acaba AKP’ye ve İYİ Partiye kaptırdığı ülkücü tabanından geriye kalanları simgelediği için mi bu isimlerin hamiliğine soyundu? Erdoğan’ın etrafında buluşturmakta zorlandığı ülküdaşlarını Kürşat Yılmazlar’ın, Çakıcılar’ın etrafında mı buluşturmaya çalışıyor? Sandığa giren her oy çok önemli diyenlere inanmıyorsanız, duruma bir de buradan bakmakta fayda var. Kul hakkı kriterleri Trafik bilincinin gençlere aşılanması için Milli Eğitim Bakanlığı bir genel eğitim planı hazırladı. Hem okul civarında trafik önlemleri alınacak hem de öğrencilere çeşitli derslerde kurallara uymanın önemi anlatılacak. Trafik konusunun işleneceği derslerden biri de din kültürü ve ahlak bilgisi dersi. Burada trafik kurallarını ihlal etmenin kul hakkına girdiği anlatılacak. Eh, makul... Dönemin ruhuna da uygun. Neticede her konuyu getirip bir din kuralına, biraz zorlamayla bir ayete bağlamak mümkün. Kul hakkı da dini kaidelerin en “sivillerinden” biri sayılır. Neticede başkasının hakkını yememeye özen göstermek iyi bir şey. Çocukken okulda gördüğüm din derslerinden beni en çok etkileyen de buydu. En büyük günah kul hakkı yemekti, aklımda yer etti. Hayata böyle bakınca, bu en büyük günahın işlendiği pek çok alan görmek mümkün. Ama şu ara biliyoruz ki en çok cezaevlerindeki “kulların” hakkı yeniliyor. Sebepsizce hapse atılan siyasetçiler, gazeteciler ve diğerleri... Ailelerinden, çevrelerinden, işlerinden koparılan insanlar. Sağlıklarını kaybedenler... Cezaevinden kampanya yapan cumhurbaşkanı adayları, neden tutuklandığı anlaşılamayan sivil toplumcu işadamları... Bundan büyük kul hakkı olur mu! Bilmediğim için soruyorum, kul hakkını devlet yiyince, en büyük günah olmaktan çıkıyor mu? Çıkmıyorsa bunun günahı kime yazıyor? Bu eziyet mekanizmasını kurana mı? İşletene mi? Günah en yukarıdan en aşağı doğru paylaşılıyor mu? En büyük pay sistemi kurana mı yazılıyor, parmağı olan herkese eşit mi düşüyor? Halkın oyuyla seçilmek kul hakkı yemeyi günah olmaktan çıkarıyor mu? Kul hakkının trafikteki yeri netleşmişken siyasetteki kriterleri de ortaya çıksa... Hangi ihlalin cezasının kime yazılacağını bilsek... En azından inançlı olanlarımızın içi belki biraz serinler. aYDIN TONGA ‘Bir lokma bir hırka’ bitti Din bu İsmailağa da marka giyer! Eray Kılıç Yedi şehrin sofrası Yedi de yedi Yurdumdan iftar mekânları Naomi Klein’in “No Logo” diye bir kitabı var. Türkçe, “Markaya Hayır” şeklinde tercüme edebiliriz. Kitap her biri kendi alanında çok iyi bilinen markaların işçi ellerindeki haline odaklanıyor ve markaların oralardaki özellikleri, uzun çalışma saatleri, verilmeyen mesai ücretleri, kötü çalışma koşulları ve bitmek bilmeyen sömürü çarkı olarak sıralanıyor. Onun için o pek meşhur markaları bir de Asya’daki fabrikalara, Afrika’daki işçilere, emeğe, dökülen tere sormak lazım!.. Tüketim kapitalizmi çağının yaygın hastalığı, “marka fetişizmi” karşısında “Bir lokma bir hırka” düsturunu ise dünyadan elini eteğini çeken, beşeri âleme minnet etmeyen, tevazu içerisinde yaşayan ruhun rotası olarak değerlendirebiliriz. Varoluşu “anlamlı” kılan bir söylemdir bu; “yol ehli” olarak nitelendirebileceğimiz tasavvufi yapılar, bu söylemi “ışık” olarak kabul ederler. Onun için tarikatların ve cemaatlerin marka, ticaret, bilanço gibi fani âlemin meşguliyetleri ile muhabbeti olmamalıdır, zira düsturları buna terstir diye düşünürüz. Fakat gelin görün ki bugün gelinen nokta hiç bunu söylemiyor. Ya ne söylüyor peki? Şükrü Erbaş’ın dizeleriyle şunu söylüyor: “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz/ /biçim veremediğimiz şeylerin/ biçimini alıyoruz.” Ticarileşen dualar Şimdilerde bu sözlerin en önemli muhataplarından biri tarikat ve cemaatler. Öyle ki geçtiğimiz günlerde İsmailağa Cemaati’nin ana gövdesi, dallarından birine “marka” davası açtı! Buna göre ilgili taraf “İsmailağa” adının bir marka olduğunu ve öyle önüne gelen herkesin bunu kullanamayacağını söyledi ve bununla ilgili davayı açtı. Dahası mahkeme de davacıyı haklı bularak “İsmailağa” adını bir kez daha “marka” olarak seçti. İyi de İsmailağa ne üretiyordu ki ne satacaktı?! Bilindiği üzere Nakşibendi tarikatının bir koludur İsmailağa Cemaati. Varlık sebebi de “Allah yolunda” hizmet etmek, beşere aldanan gönlü ıslah edip, onu irşat etmek!.. Yoksa değil miydi? Yoksa vuslatta, şirketleşen dinler, ticarileşen dualar, bilançoyu mürşit gibi sahiplenen müritler mi vardı! Allah yolunda hizmet ettiğini söyleyenler, yolun yarısında fikir değiştirip yolun rotasını borsaya, anonim şirketlere, lüks evlere arabalara, konfora mı çevirmişti; kim bilir! Ya da olan biten şairimizin dediği gibi miydi; biçim veremedikçe, biçim mi almıştı onlar da?.. Büyük Müslüman düşünür El Kindi şöyle der: Fotoğraf: Murat Bergi “Bir şeyin ticaretini yapan onu satar. Sattığı ise artık kendinin değildir. Dolayısıyla din ticareti yapanın dini yoktur.” Bu sözlerin muhatabı hoca, şeyh, efendi ya da siyasetçi gibi sıfatlarla din üzerinden kendine alan açıp taraftar/müşteri toplayan “âlimler/politikacılar”... Bu arada Diyanet İşleri eski başkanlarından Prof. Dr. Ali Bardakoğlu da yukarıdaki sözlere katkı mahiyetinde şöyle diyor: Tarikatlar “Din üzerinden din ticareti yapan, din üzerinden kazanan ve dünyaya yatıran bir ekonomik geliri, siyasi manevraları önemseyen dünyevileşmenin tam göbeğinde bir oluşuma dönüşmüştür” Ne acı, nereden nereye!.. Yazıyı, aklını kalbine emanet eden ve ruhundaki masumiyeti her daim hissettiren Yunus Emre’yle uğurlayalım. “Dervişlik olsaydı tac ile hırka // Biz dahi alırdık otuza kırka..” Koca Yunus bugün yaşananları görse kim bilir neler söylerdi. Çünkü bugünlerde şeyh de, pir de; markaları, şirketleri, bilançoları konuşmadan edemiyor. Dervişlik dediğiniz tac ile hırkayla olunuyor ve dahi ederi ne ise ödeniyor bedeli... İşte o markalar, satış siteleri, bol dualı açılışlar da pazardaki yüzünü din peçesiyle kapatan satıcıların örtüsü. Hatırdan çıkarmamak gerek o örtüyü!.. Ramazanın ilk haftasını kazasız belasız geride bıraktık, ikinci haftası da bitmek üzere, kaldı mübarek iki hafta... Allah’tan havalar da serin gidiyor. Günün çoğu saatini uyuyarak geçiren oruçluları ise ben bilmem, Allah bilir!.. Türkiye’m İstanbul’dan ibaret değildir dedim ve YEDİ DE YEDİ’de size İstanbul dışından YEDİ şehir iftar önerisinde bulundum, buyurunuz!.. İZMİR Movenpick İzmir Hotel, şehir manzarasıyla misafirlerini büyüleyen Margaux Restaurant’da Türk ve Osmanlı mutfağının birbirinden özel tatlarını Ramazan boyunca her akşam kurulacak açık büfe iftar sofrasıyla misafirlerinin beğenisine sunuyor. Üstelik 85 TL. BURSA 1426’dan bugüne içinde hâlâ yemek yenebilen tarihi yapı olarak hizmet veren en eski imaret binası (aşevi) Muradiye Osmanlı Mutfağı, toplam 450 kişiyi ağırlamakta. Ramazanda her güne farklı bir menü oluşturan Muradiye’de iftar 65 TL. ANKARA Hüsrev’de iftar menülerinde seçmeli çorba mevcut. Ana yemek olarak kuru fasulye pilav, köfte ızgara, tavuk ızgara var. Güllaç, kadayıf, laz böreği seçmeli tatlı olarak geliyor. Çaykahve ikramlı bu menünün kişi başı fiyatı 65 TL. KAYSERİ Hacı Steak House, Kayseri’nin ve bence Türkiye’nin en iddialı ve leziz etçisi. Sadece o lezzetleri yemeye gitmek için, uçağa biner, YERİM, geri gelirim. Hacı’da iftar, bal şerbeti ile başlar, iftariyelikler, çorba ve salata ile devam ederken, masanıza özel sucuk, ballı gemici böreği gelir. Ana yemek olarak Ankara tava, hünkarbeğendi, sac tava, tandırda incik aşı ile zenginleşir. Helvai hakani ve helatiye tatlısına sınırsız çay eşlik eder. Bu “İslam mutfağı” menüsü 88 TL.. İZNİK İznik ve Orhangazi yolunun tam ortasında, orman ile gölün kesiştiği noktada karavanların, çadırların ve yüzme havuzunun olduğu, oksijeni aileniz ile içinize çekerek vakit geçirirken hayvanların da size eşlik ettiği kafa dinleyeceğiniz tesis Askania’da çorba, 6 çeşit iftariyelik tabağı, siga ra böreği ve bazlama ile başlayan iftar yemeğine meşrubat ve sınırsız çay eklenirken ana yemek sonrası güllaç ile tatlanıyor. Tavuk şiş veya köfteli menü 49.90 TL. Yayın tava ya da antrkotlu menü ise 59.90 TL. ADANA Next Republic Lounge, Adana’da bir Nişantaşı şıklığı, bir Bebek havası, bir Etiler cool’luğu, bir Cihangir tasarımı. Dünya mutfağının en leziz ve şık sunumlu restoranı, alkolsüz kokteylleri ile Adana’nın en yenisi. İftar menüsü de zengin ve 70 TL. HATAY Savon Hotel, Antakya’da eski sabun fabrikasına kurulmuş lüks tesisinde (savon=sabun), ramazan ayında Antakya mutfağının seçkin lezzetlerini sunuyor. Çorba ve iftariyelik tabakla başlayan yemek, salata, oruk, ıspanaklı ekmek, biberli ekmek, pastırmalı paçanga, sac oruğu, avcı böreği ile ara sıcaklanıyor. Sonrasında beğendili kıyma kebabı, tavuk külbastı ya da çoban kavurma seçeneği ile ana yemek sunuluyor. Tatlı ve sınırsız çay eşliğinde, 60 TL. erayamail@gmail.com HAFTANIN YEDİKODULARI ?Kahve Dünyası, ramazanı benzersiz lezzetlerle karşılıyor. Sıcak yaz günlerinin vazgeçilmez lezzeti dondurmaya, ramazan sofralarının baş tacı hurma ve tahinle bambaşka bir yorum katan Kahve Dünyası, çikolata kaplı hurma ile de iftar sonrasında keyifli sohbetlerin eşlikçisi oluyorMUŞ. ?İnsanları ve şehirleri birbirine bağlayan Emirates Havayolu, Şeker Bayramı’nı, uçakta yolcularına tatlı ikram ederek kutlayacakMIŞ. ? The House Cafe, yurtdışında da büyümeye devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda 4 yeni şubeyi müdavimleriyle buluşturan The House Cafe, 13. şubesini haziran ayında Moskova’da açıyorMUŞ. C MY B