Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 25 MART 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Hayaller ve yalanlar İnsan hayalin masumiyetiyle yalanın sinsiliğini her an birbirine karıştırmaya meyyaldir. Kötücül iktidarlar bu karışıklıktan ortaya çıkan kaostan beslenir. İnsanın en büyük zaafı yalanla daha en baştan kurduğu samimiyetsiz ilişkidir. Kime sorsanız yalana tahammül edemez. Ama herkes yalan söyler. Eğer amaç doğrudan birini dolandırmak değilse ortada hep masum bahaneler vardır. Birini üzmemek için... Birini sevindirmek için... Birini oyalamak için, dikkatini çekmek için... Birini korumak için... Bir sırrı saklamak için... İstediği bir şey illa olsun diye ya da istemediği bir şey olmasın diye... İnsan yalan söyler. Yalan söylemeyi ve yalan söyleyeni hiç sevmediğini söylerken bile... Yalan söyler. Kimseye söylemese bile kendisine söyler. Hayat insanın bütünüyle bilinçli olarak yarattığı bu paradoksun gölgesinde sürer. Sahte bir dille dürüstlük erdemini yücelterek maskelediği yalan dünyanın merkezinde, bir yalan abidesi gibi dikilen insanın kaderi doğal olarak büyük yalanlara kurban gitmektir. Kişisel ilişkilerde “Ama bana yalan söyledi” diye itiraz ederek kendi haklılığını perçinleme fırsatını hiç kaçırmayan insan... Yalan söylemenin affedilmez bir kötülük olduğu keskin yargısına vardığı yollardaki sahtelikleri sorgulamaz. Dev yalanların baş aktörleri Yalan söylemek tartışmasız bir şekilde dünyanın en kötü şeyiymiş iradesiyle, boğazına takılan küçücük yalanları mesele yapar... Ama bir lokmada yuttuğu kocaman evrensel yalanları rahatça görmezden gelir. Onları bir yalan değil masal gibi dinler, onlara inanır. Bu dev yalanların baş aktörleri tartışmaya asla açmadığı tabu figürlerdir. O figürlerin en büyüğü devlet en küçüğü ailedir. Her ikisinin de kapalılığı ve dokunulmazlığı tekinsizdir. Ailenin içinde olup bitenleri dışarıya sızdırmama geleneği başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere aile bireyleri için büyük bir tehdittir. Kapalı kapıların ardında küflenen ilişkiler, sinsice köpüren öfkeler, gizlice işlenen suçlar... Ailenin kutsallığı bir yalandır ama insan bu yalana her durumda inanmakta ve onu nesillerden nesillere tatlı bir masalmış gibi aktarmakta ısrar eder. Tıpkı devletin kutsallığı yalanına her durumda inanmaya ve onu da kıymetli bir değermişçesine kodlamaya devam ettiği gibi. Devlet teoride bir hizmet mekânizmasıdır. Ama pratikte tam aksi yönde, baskıcı bir denetim ve yaptırım mekânizması olarak işler. İnsanın; Silah üreten ve silah satan devletlerin kurdukları barış temalı sivil toplum örgütlerine olan güveni saflığından... İmkânsız hayal, koca yalan Özgürlük ve eşitliği yüceltenlerin kendi ülkelerinin sınır kapılarında aldıkları yoğun güvenlik önlemlerini olağan sayışı aptallığından... Adaletten bahseden gelişmişlerin adaletsiz dünya düzeninden nemalanırken kendilerini saklamamalarındaki özgüveni hazmedişi kandırılmaya yatkınlığından değil; Küçük yalanlara diklenirken gösterdiği muazzam azmin zerresini, büyük yalanlar karşısında asla göstermeyişindeki riyakarlığındandır. İnsanın ayakları hep yalanla hayal arasında tuhaf bir bağa dolanır. Devamlı yalan söylediği halde yalana karşı sanki güçlü bir tepkisi varmış gibi davranan... Çocuğunun, arkadaşının, sevgilisinin küçücük bir yalanını yakaladığında dünyayı onlarının başına yıkan... İktidarların korkunç hayallerini ve o hayalleri gerçekleştirmek için söylediği tehlikeli ve büyük yalanları ısrarla görmezden gelen insanın... Bu temayülle bir gün gerçekten “güzel” bir dünya kurabilecek olması... İmkânsız bir hayaldir. Ve koca bir yalandır. Her kimlik insanı kendisine hapseden bir “tabutluk”tur Sağlık, melezliktedir “A (51), rahatsızlandı. Hemen hastaneye götürüldü. Görevliler, üzerindeki Türk bayraklı eşofmanı görünce, ‘Başka hastaneye’ dedi. Eşi ve kızı, ambulans istedi. ‘Taksi ile gidin’ denildi... Diğer hastanedekiler de ‘Kabul edemeyiz’ dedi. Ve A öldü.” (Avusturya) “B ilinin C ilçesinde Kürt işçilere yönelik yapılan linç girişiminde silahla yaralanan D’nin Kürt olduğu için E Devlet Hastanesinde tedavisinin ihmal edildiği ve bundan dolayı F Devlet Hastanesine gittiği belirtildi. D’nin annesi G ise, E Devlet Hastanesinde doktorun bilinçli bir şekilde oğlunu tedavi etmediğini ve hastane personellerinin de kendilerine ‘Siz teröristsiniz, oğlunuz terörist” dediğini ileri sür’dü.” (Türkiye) ^¡^ Sağlık hizmetine ulaşırken “dahi” etnik köken nedeniyle karşılaşılan ayrımcılıklar, o toplum için bir turnusol kâğıdı işlevi görür. Çünkü sağlık hizmeti, yasal olarak herkes için bir hak olarak tanımlanmış, daha önemlisi toplum bu alanı “Her şeyin başı sağlık” diyerek özel koruma ve hassasiyet alanı olarak kabul etmiştir. İşte bu alanda “dahi” etnik köken nedeniyle ayrımcılık yaşanıyorsa, o toplumun sağlık kadar öncelikli ve hassas olarak tanımlamadığı alanlarda daha yaygın ayrımcılık yaşanıyor demektir. Öte yandan ayrımcı uygulamaların çoğu kültür içerisinde o kadar yerleşiktir ki egemen olan bunun hemen hiçbir zaman farkına varmaz. Örneğin bu topraklarda Sünni insanlar, yaşamlarının oldukça ileri yaşlarına kadar arkadaşlarının Alevi olup olmadıklarını bilmez ve merak da etmezler. Çünkü hayatın hemen tüm kodları Sünni’dir. Gerek devlet aygıtının işleyişinde gerekse gündelik hayatın kendisinde bir fark hissedememektedir ki farkın farkına varsın... Adımı bil, ayrımcı olma! Egemenin hükmüne amade bir hayatta kimin ne olduğunu bilmek daima “öteki”ne düşer. O, farklı olmasının bedelini, kuracağı sözcüklere, atacağı adımlara, aksanına, oturup kalkışına, inancına, inancının gereklerine dikkat ederek ödemelidir. Heyhat, bu ödeme yetmezmiş gibi an gelir, egemenin ağzından dökülür sözcükler: “Bak ben senin ne olduğunu hiç merak ediyor muyum, biliyor muyum; sen neden ayrımcılık yapıyorsun?” Oysa ayrımcılığı yenmenin ilk kuralı “Eşya’yı adı ile çağırmak”tır. Bu dünyada kimliklerimizle var oluruz. Hangi kimliğinin ağır basacağı “yara”ya göre belirlenir. Kimliğin kuşaklararası aktarılan “filogenetik” kültürü, o kültür içerisinde yetkinleşen kişinin yaşadığı deneyimler ve o toplumun özgürlük ufku, o kimliğin “yara”sının derinliğini belirler. Yara ne kadar derinse o kadar çok sızlar. Yara ne kadar sızlarsa can o den li yanar. Can ne kadar fazla yanarsa göz o yaradan başka hiçbir şeyi görmez. Tıpkı bedenimiz gibi: Neresi yaralanırsa orada takılı kalır canımız, gözümüz, aklımız. Bu takılıp kalma bedenin iyileşmesinin ilk koşuludur çünkü. Bu nedenle kimlikleri, adlarıyla kamusal alana davet etmek, yani onlara toplumsal meşruiyet sağlamak, toplumsal özgürleşmeye karşılık gelir. Aksine Türkiye’de sıklıkla ifade edildiği şekilde “kimlik siyaseti yapmayalım” demek, aslında egemenin kimliğinin siyasetini yapmaya devam anlamı taşır. Fark edelim ki tüm kimlikler yeri geldiğinde kullandığımız “koltuk değnekleri”dir. Sorunlu zamanlarımızda onlardan destek alarak eksikliğimizi tamamlar ve adımlarımızı atarız. Ancak sağlıklı ayakların koltuk değneklerine ihtiyacı yok. Onlar egemen olmanın getirdiği kudretle destek olmadan adımlarını atabilirler. ‘Tabutluk’ kimlikler Unutmayalım ki, istisnasız her kimlik aynı zamanda “tabutluk”tur: insanı “öteki” insandan uzaklaştıran, kendisine hapseden ve zehrinde boğan bir “tabutluk”tur. Her “tabutluk” kimlik, öteki ile hemhal oldukça kendi kendisini onararak insanı özgürleştiren bir kimlik haline dönüşür. O yüzden melezlik, sağlıktır. Ancak sağlık, sadece sağlık hizmetinde eşitlik anlamına gelmez. Sağlıklı bir hayat, her yerde eşit ve özgür olmak ile mümkündür. Ama dedik ya, ayrımcı uygulamaların çoğu kültür içerisinde o kadar yerleşiktir ki egemen olan bunun hemen hiçbir zaman farkına varmaz. Her şey olağan gelir, her aksama “sağlık olsun” diyerek geçiştirilir, aklanır, meşrulaştırılır. Öyleyse düşünelim: Ne dersiniz, Almanya’daki Türk işçilerinin çoğunun yakın zaman öncesine kadar Almanların sevmedikleri sıradan ve nitelik gerektirmeyen işleri yapması tesadüf müdür? Tek kelime Almanca bilmedikleri ortamda itilip kakılmaları, zekâ düzeylerinden şüphelenilmeleri, “Doğulu”, “Türk”, “Müslüman” ya da “barbar” gibi kelimelerle ötekileştirilmeleri onların suçu mudur? Günümüz Almanya’sının zenginliğinde kendilerinin de payı ve aynı zamanda hakları olduğunu iddia etmeleri, işe alınmaktan akademik yükseltmeye kadar hayatın tümünde ayrımcı uygulamaların son bulmasını istemeleri, Almanca ve pek muhtemelen İngilizceyi çok iyi bilmelerine rağmen ana dillerinde eğitim talep etmeleri hakları değil midir? Tıpkı Türkiye’deki Kürtler gibi... Tıpkı dünyanın dört bir yanında egemen olanın karşısında her öteki olan gibi... Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Elinin körü, renk körü ! Akşamın epey ilerlemiş bir saati, Istanbul trafiğinde başımı cama yaslamış ve mânâsız gözler ile dışarıyı izliyorum. Gecenin karanlığı kentin keşmekeş izbeliğini örtmeye artık yetmiyor. Anlamsızca yükselen konutların sarfiyatsız, kör göze parmak sokarcasına beyaz ışıklı avizeleri ve Çin pavyonu kılıklı plazaların rengarenk led ışıklı cepheleri, sarı, korampüllü ışıkların dinginliğini topyekün istilada... Bilboardlar, bina cephe giydirmeleri, duvar afişleri hatta elektrik direklerindeki yelkenlerin reklam kakofonisi ise tam taarruza geçerek trafik ışıklarını bile örtmekte. Sağda solda karnaval kılıklı, üstü pvc afişli, belediyeye ait kar mücadele araçları ise durumu içinden daha da çıkılmaz bir hale itmiş. Bir an “daltonizm” (renkkörlüğü) hastalığım olduğunu düşünüyorum. Mimari değişimle tarihi kentin nasıl bir kenar mahalle dilberine dönüşünü gözlüyorum. ^¡^ Bir saatten fazla süren yolculuk sonucu eve şans eseri sağ salim ancak bir o kadar yorgun ulaşmak mümkün oluyor. Soyunup dökünüp, ev giysisi giyinip, bir şeyler atıştırdıktan hemen sonra koltuğuma yığılır yığılmaz telefonum çalıyor. Eski bir siyasi danışman, yurtdışında öğrenci vizesi ile gazetecilik yapan biri ile ziyarete geleceğini söyleyerek konum atmamı istiyor. Çaresiz soğuk havaya rağmen evden çıkıp, bahçeyi geçip, sokak kapısına dek ulaşıyorum. Doğru konumu ancak oradan yollayabiliyorum. Çok geçmeden kapı çalıyor ve aynı mesafeyi bir kez daha kat edip konukları bahçe katındaki oturma odasına alırken, barınaktan sahiplendiğim Gezzy’yi ellememeleri konusunda uyarıp, yine sığınmacı olarak mahalleden gelmiş Bulut ve Duman adlı 2 kedimi yukarı odaya kaldırıp ne içeceklerini soruyorum. Su diyorlar. ^¡^ Sudan bir renksiz sohbet başlıyor. Amerikan Türkü olanı bana, sabah Paris’e gideceğini, defile izleyeceğini, yeni havalimanı inşaatine giren ilk gazeteci olduğunu falan saydırıyor. Ayağındaki polyester eşofman akçıl, üzerindeki sweatshirt pakçıl olmasına aldırmadan... Öylesine dinliyorum. İzlediği filmleri, NewYork’taki gecelerini, Türkiye’ye geldiğinde gördüğü AVM’lerin lüks restoranlarında yenen yemekleri, bu siparişleri verenlerin ne yediklerini bilmediklerini ve tonla para ödediklerini... Alaycı mı alaycı, bir o kadar da kalaycı. Tencere dibin kara seninki benden kara misali kulak kabartmaya devam ediyorum. Kanalların dilberlerinin kapama hayatı dedikodularını, ça lıştığı gazetedeki Bizans oyunlarını ... Susmadan, car car car... Arada bir o itici kahkahasını da araya katarak. Tüm yandaşlığını takıp takıştırarak. Siyasi danışman daha sessiz ama o da ona uyumlu. “Ay valla geleceğiz. Avrupadaki evinde sende kalacağız, gezdirirsin de sen bizi artık...” Lezzetinden vazgeçtim renkleri solmuş, kimlikleri kaybolmuş bayat hayatlarla karanlığa çalınıyor sanki zamanım!.. Hayret ve şaşkınlık içinde belki de o akşam sarı kor rengi ampüllü lambalarım... ^¡^ Zaman su gibi akıp geçiyor, Bahçeye vuran mehtabın ışığı soğuk geceye renk veriyor. Taksi çağırmamı söylüyorlar. Birden bir telaşın ritmini fark ediyorum. Bir fısıltı silsilesi coşuyor. “Sende var mı? Yok... Levent’de iner Uber’e bineriz oradan para çekerim. Bende de yok.” Öteki, “Sabah Paris’e uçuyorum Türk param kalmadı da!..” Belli ki paraları yok. Belli ki gelirken hepsini taksiye vermişler. Nasılsa ondan alırız diye düşünmüşler. Misafirperverlik dikte edilmiş ya bize, geleni iyi yolcu etmek gerek hallice... Yukarı çıkıp çantamı alıp bahçe katına geri iniyorum. Cüzdanımdan yüz lira çıkartıp uzatıyorum. “Daha fazla lazımsa vereyim.” “Yok gerek yok, benim Türk kartım kapatılmış da bankaya uğrayamadım” diyor Amerikan malı... Öteki zaten Levent’de ATM’ye kalacaktı zavallı!.. ^¡^ Bahçe kapısına dek eşlik ediyorum. Araca binerken bir cümle daha görüyorum. “Ay o siyah çantan çok güzel, eskiyince bana ver. Hani daha önce de vermiştin ya. Çok hava yapıyor New York’ta.” Araç yoldan U dönüşü yapıp bayır aşağı uzaklaşıyor. Bahçe merdivenlerinden eve inerken dilimde bir tekerleme yuvarlanıyor: Hey renk körü, elinin körü!.. Bunlardan bir sıkım nezaket çıkmaz, kursakları avanta dolu, kokuşmuş hepsinin böğrü... Ünsal Hoca aramızda... Ataerkillikteki otorite ilişkisinde sevgi değil, itaat söz konusudur. Annemizi severiz, babamıza itaat ederiz. Freud bile ne diyor: “Bir erkek çocuğun dahi ergin olması için, baba katli aşamasından geçmesi lazım...” Sonsuza kadar babaya bağımlı kalmazsan; sadece parayla değil, psikolojik bakımdan da babayla, cinsellik dahil birçok alanda rekabete girip onun otoritesinden kurtulabilirsen, hayata hazır bir ergin haline geliyorsun. Bunu yapamazsan, toplumun her zaman olumlu kar şılamadığı kişilik bozuklukları falan ortaya çıkıyor. Bu bozukluklar tarihin her döneminde böyle değildi. Yakın tarihe baktığımızda, babasıyla boğuşup onu alt etmeden hayata geçen erkek pek başarılı olamıyor. Ama bunun anlamı, babamızı yatırıp da keselim falan değil; onun otoritesine karşı dengeleyici bir otorite haline gelmek, kendimizi yetkinleştirmek.” (Ünsal Oskay, “Peki Konuşalım! Popüler Kültür Üzerine” [Melis Çelebi ile], 2004, s. 171). Nepal C MY B