22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 2 THERAPIA ALPER HASANOĞLU Mİrgün Cabas 25 MART 2018, PAZAR Her şey Bir bardak süt ve özgür irade... Spermle ovumun birleşmesinden yaklâşık dört hafta sonra geleceğin beyni kâşıksı bir yapıda karşımıza çıkar. Nöral plak olarak adlandırılan bu yapının anne karnında geçirdiği değişikliklerden sonra beyin ve sinir sistemi ortaya çıkar. Yandan bir kesitte beynin üç ana yapısı görülür; beyin yarı küreleri, beyin sapı ve hemen altında beyincik. Hamileliğin beşinci ayında bir bilardo topu gibi gözüken beyin, dört ay daha geçtikten sonra bir cevizin içi gibi kat kat olur. Bunun amacı kafatasının sınırladığı küçük bir alanda büyük bir yüzeye sahip olabilmektir. Korteks adı verilen beynin bir portakal kabuğu kalınlığındaki dış kabuk, katlanmamış olsa bir gazete sayfası genişliğine varır. Böyle bir yüzey genişliğine, korteks bütün beyin hücrelerinin hemen tamamına sahip olduğu için ihtiyaç vardır. Bütün beyin hücrelerinin üçte ikisi, 100 milyar sinirsel bağlantının da dörtte üçü buradadır. Prefrontal korteks adı verilen ve insanı insan yapan özel bir bölümse diğer hayvanlara göre beyin hacminin daha büyük bir kısmını oluşturur. Örneğin köpekte prefrontal korteks bütün beynin yüzde 7’siyken insanda yüzde 30’udur. Beyin, kendi kendine konuşur Sinirbilim, beyni geleneksel olarak işlevleri açısından çeşitli bölümlere ayırsa da aslında bu sınırlar Ortadoğu haritasındaki gibi oldukça yapaydır. Çünkü beynin işlevi, bölümler arasındaki iletişimin sayısız sinirsel bağlantı aracılığıyla sağlıklı yürümesine bağlıdır. Beyinde gerçekleşen iletişimin yüzde 90’ı bu sinirsel bağlar aracılığıyla beynin içinde gerçekleşir. Bu nedenle beynin aslında “kendi kendine konuştuğu” söylenir. Yandan bakınca beyin bir çift eski, buruşuk boks eldivenine benzer. Eldivenin ön, orta ve arka tarafı frontal, parietal ve oksipital loblardan meydana gelirken, eldivenin başparmak kısmı da temporal lobu oluşturur. Frontal lob konuşmak dahil bütün hareketlerimizi yönetir. Frontal lobun en ucunda yerleşmiş olan prefrontal lob, kişilik ve duyguların uyum içinde olmasını sağlar, düşünce ve hareketleri yönetir. Parietal loblar bedenden gelen duysal sinyalleri toplar ve bu bilgilerin entegrasyonunu sağlar. Temporal loblar duymadan sorumlu oldukları gibi, öğrenme, bellek, duyguların yaşantılanması ve ifadesinden sorumlu limbik sistemle de iç içedir. En arkadaki oksipital lob da görme işlevinden sorumludur. Oksipital lobun arkasındaki beyincik hareket, denge ve koordinasyondan sorumlu merkezdir. Tam tepeden bakınca beyni ikiye ayıran bir yarık görülür. Çok kabaca beynin sol yarısı okumak, yazmak ve diğer konuşmayla ilgili işlevlerden sorumluyken, sağ yarım küre diğer görsel ve mekânsal bilgileri işler ve konuşmanın duygusal içeriğini belirler. Her iki beyin yarı küresini korpus kollozum adı verilen ipsi bir yapı birleştirir ve her iki yarı küre arasındaki iletişimi sağlar. 10 yaşına kadar bu yapı tam olarak gelişmediği için çocuklarda beyin içindeki iletişim akışı oldukça sınırlıdır. Bu da çocuklukla ilgili olayları tam olarak anımsayamıyor olmamızı açıklar. Bilinçdışının hâkimiyeti Şimdi izninizle tüm bu sıkıcı bilgileri hayatla dolduralım. Diyelim ki, bu satırları okurken buzdolabına gitmeye ve bir bardak süt almaya karar verdiniz. Bu kararınız prefrontal ve frontal korteksiniz tarafından formülize edilir ve premotor korteks tarafından beyinciğe gönderilen bir eylem planına dönüştürülür. Beyincik bazal gangliyonlar adında beynin derinlerinde bulunan bir yapının yardımını alarak, bir bardak süt alma kararını hayata geçirir. Birlikte çalışan bütün bu beyin alanları sizi ayağa kalkmaya ve buzdolabına gitmeye sevk eder. Doğan Medya satılıp bir dönem kapanırken… Bir ‘kimya’dan diğerine Aydın Doğan Milliyet’in sahibiyken bundan 24 yıl önce Hürriyet’i satın aldığında çömez bir gazeteciydim. Miliyet’in Ankara bürosunda çalışıyordum. Bu satın almanın gazetede, tedirginlikle karışık bir sevinçle karşılandığını hatırlıyorum. Haberde ayrı, promosyonda ayrı, kıyasıya mücadele edilen (ve aslında daha büyük olan) gazete “ele geçirilmişti”. Milliyet’te bu dev lokmanın grupta nasıl sindirileceğinin, patronun dikkatinin yeni ve daha parlak oyuncağa kayıp kaymayacağının tedirginliği yaşanıyordu. Gazetenin muhabirleri, Hürriyet’te aynı alana baktıkları arkadaşlarını arayıp “Bundan sonra sabahları gündemini bana bildireceksin” diye takılıyordu. Bu da Hürriyet’te yaşanan kaygıları artırıyordu muhtemelen. Satışın ardından Milliyet’in bugünkü çalışanlarının aynı şeyi yine yapıp yapmadıklarını bilmiyorum. Yapsalar bile Hürriyet’tekilerden alacakları cevabın o günkü gibi hoşgörülü olmayacağından eminim. Hatta Milliyet’teki gazetecilerden hiçbirinin bu satın almadan mutlu olduğunu bile sanmıyorum. Haberin duyulduğu ilk andan itibaren kimileri buruklukla, bir dönemin kapandığını söyledi, kimi zaten çoktan kapanmış bir dönemin adı kondu dedi, bundan mazoşistçe bir zevk alanlar oldu, her şeye rağmen haber alma hakkının son güvencesinin yitirildiğini söyleyenler çıktı… Yandaşların sevinç çığlıklarını saymıyorum bile. Dişe dokunur içerik alanlarıydı Bu satışı, Doğan Grubu’nun geçmişteki günahlarını hatırlatarak kayıtsızlıkla ya da “oh olsun” diye karşılayanları da anlamak mümkün. Ama bilinsin ki bugün herkes o günahları hatırlatmıyorsa, unuttuklarından değil… “Bu iklimin oluşmasında Doğan Grubu’nun payı var” diyenlere, “haksızsın” diyemeyiz. Ama Doğan’ı bu tablonun tek sorumlusu ilan edemeyeceğimizin de hepimiz farkındayız. Şimdi ne olacak? Doğan Grubu’nun yayınlarını hayatında tutan okur/izleyicilerden bazıları hemen, bazıları zaman içinde bu yayın organlarından uzaklaşacak. Bazıları (muhtemelen çoğunluk) bunları okumaya/izlemeye devam edecek. İzleyenlerden bazıları bir fark hissetmeyecek, hissedenlerin bazıları farkı umursamayacak, umursayanlar ise daha yüksek sesle söylenecek… Ve geriye, yeri dolmayacak bir büyük boşluk kalacak. Boşluk kalacak çünkü Doğan Grubu, sadece haber kanalının bültenlerinden, Hürriyet’in manşetlerinden, gazetenin köşelerinden ibaret değildi. O kanallar, gazeteler her türlü erozyona, sapmaya, bizi sinir eden başlıklara, yazarlara, sunuculara rağmen başından sonuna okumaya/izlemeye tahammül edebildiğimiz, siyasette istediğimiz gibi değilse bile hayatta, kültürde, sanatta dişe dokunur bir içerik bulduğumuz alanlardı. Kadınlar, çocuklar, hayvanlar, çevre için ses çıkaran sayfalar, programlardı. Bir kitap yazdığımızda, oyun sahnelediğimizde, film çektiğimizde, albüm yaptığımızda röportaj verip derdimizi anlatmak isteyeceğimiz, bizim gibi insanların hazırlayıp bizim gibi insanların okuduğu gazetelerdi. Haftasonu eklerinde riyakârca bir çokseslilik çamuruna bulanmamış içerikle karşılaşabildiğimiz birkaç yayın organıydı. Hepimiz bu gazetelerin ve televizyonların son birkaç yılda hızla zemin ve itibar kaybettiğini kendi okuma/izleme tecrübelerimizden biliyoruz. Okuduğumuz yazarların, izlediğimiz yüzlerin bir gece aniden ortadan kayboluşunu yaşadık. (Bir gecede ortadan kaybolanlardan biri de bendim.) Ama bu yayınlar kimlik değiştirirken aslında Doğan Grubu için her şeyin çok daha kolay olabileceğinin de farkındaydık. Grup daha büyük coşkuyla iktidara bordalayabilirdi, daha “yerli ve milli” olabilirdi, iktidarın sinirine dokunan daha fazla sesi kısabilirdi. Belki değeri 1.2 milyar dolar etmezdi ama Aydın Doğan grubun sahibi olarak kalmaya devam ederdi. Aydın Doğan, grubunda çalışan her gazeteciyi, her yöneticiyi istediği çizgiye bir yere kadar çekmişti. Basının en sevimsiz yüzlerini, işe yarayacağını düşündüğü noktalara getirmişti. Kimi yazarlarını küstürüp kimilerini bezdirip ortadan kaybetmişti. Kimilerinin tavla seanslarında aklını başından almıştı… Ama grubun tüm kilit yerlerini, tüm köşelerini boşaltıp yeniden doldurmadan “yapması gerekeni” yapmış sayılmayacağı da belliydi. Peki bu neden olmadı? Aydın Doğan bunu 40 yıllık tecrübesinden gelen yayıncılık sorumluluğuyla bağdaştıramadığı için mi yapmadı? Bilmiyoruz. Kolu bükülerek yaptırılan şeylerin de bir sınırının olması gerektiğini düşündüğü için mi yapmadı? Bilmiyoruz. Ticari geleceğini düşündüğü, sık sık elinde patlasa da medya grubunu tek ticari silahı ola rak gördüğü için mi yapmadı? Bilmiyoruz. Milliyet’e bak, Hürriyet’i gör! Bildiğimiz şu: Son zamanlarda Aydın Doğan Saray’ın, AKP Genel Merkezi’nin, danışmanların, yandaş köşe yazarlarının, durmaksızın kulis ve dalavere çeviren kendi adamlarının arasında başı dönmüş bir patrondu. İktidarı öfkelendirecek her sızıntıyı tıkamaya çalışan, kontrolü elde tutmaya çalıştıkça elinden kaçıran, yakından uzaktan, yanından karşısından yığınla insanın kulağına bir şeyler fısıldamaya çalıştığı, önüne her gün kendi kanallarının altları çizilmiş yayın deşifreleri, sunucularla ilgili ihbarlar, şikâyetler yığılan, ailesinin şirketteki dertleriyle ve dengeleriyle uğraşan, yaşı epey ilerlemiş bir adamdı karşımızdaki. Bunu merhamet ya da empati hisleriyle söylemediğimi de belirteyim. Ama her şey bir kimyasal duruma gelip bağlanıyor. Karşımızda kimyası da fiziği de daha fazlasına el vermeyen bir insan vardı. Şimdi onun yerini alan, başta fena bozulmuş olsa da artık “düzelmiş”, başlangıçta paniğe kapılmış olsa da, güveni yerine gelmiş, başlangıçta çok para kaybetse de kayıplarını geri almayı bilmiş, gözyaşlarıyla ağlamış olsa da yüzü ziyadesiyle gülmeye başlamış başka bir kimya var karşımızda. Milliyet’te olanlara bakıp Hürriyet’te olacakları öngörebiliriz. Belki bazılarımız elimizden gidenin ne olduğunu hiçbir zaman anlamayacak ama inanın, bunun sevinilecek ya da kayıtsız kalınacak bir tarafı yok. Erel Eryürek Programına eklediği yeni temalarla 617 Nisan tarihlerinde gerçekleşecek olan 37. İstanbul Film Festivali, huzursuz edici, güldürücü, neşeli, ödüllü filmleri ve özel etkinlikleriyle kapıda. İlk ya da ikinci filmleriyle geleceğin klasikleri olmaya aday “Genç Ustalar”; dünya sinemasına yön vermeyi sürdüren bol ödüllü usta yönetmenlerin son filmleriyle “Yıllara Meydan Okuyanlar”; 30'uncu yılı şerefine kült film Arabesk’in de içinde bulunduğu “Cinemania”; gerilim filmleriyle boyut atlayan “Mayınlı Bölge”; gölgede kalan gizli başyapıtlarla “Gömülü Hazineler”; mizahın başrolde olduğu müthiş seçkisiyle “Antidepresan”; merkezinde güçlü kadınlar olan festival yenisi “Çiçek İstemez” başlıklı bölümlerde yer alan filmler, 7 si Müzik dolu film festivali Müzik nemada 9 salonla karşımızda olacak. Bizimse müzikal ziyafet vaat eden “Musikişinas” bölümüne ilgi ve merakımız büyük... Favorilerimizle ‘Musikişinas’ David Bowie öldü. Prince dünyevi olan her şeyi bıraktı. Popun androjen coğrafyasını terk etmeyen bir tek Grace Jones kaldı. İngiliz yönetmen Sophie Fiennes de işte bu spektaküler pop ikonunun yaşamına, “Grace Jones: Bloodlight and Bami” belgeseliyle ışık tutuyor. Bunu yaparken kahramanını ne olduğundan fazla parlatıyor ne de şefkat istiyor. Fiennes, Jones’un hayatını anlatmak için iki saate ihtiyaç duysa da, zıtlıklarla dolu 69 yıllık yaşamından kesitler bahşederken, seyircisinden kendi bağlam ve içeriğini kendisinin hazırlamasını bekliyor. 25. İstanbul Caz Festivali kapsamında 10 Temmuz’da konser verecek olan Nick Cave & The Bad Seeds’in ödüllü sinemacı David Barnard’ın ustaca yönettiği “Distant Sky Nick Cave & The Bad Seeds Live in Copenhagen” isimli canlı konser filmi de tüm dünyayla aynı anda yapılacak özel gösterimleriyle 12 Nisan'da İstanbul Film Festivali’nde. “Song Of Granite”de İrlanda folk müziği “seannós”un ünlü temsilcisi Joe Heaney’in hayatına İrlanda’nın önemli belgeselcisi Pat Collins’in gözünden bakacağız. Belgesel ve kurmaca arasında gidip gelen film, yoksulluktan gelen müzisyenin geçmişine ve müziğinin derinliklerine dalıyor. Rouzie Hassanova’nın 1971’de komünist rejimdeki anılarına dayanan, Bulgaristan, Polonya, Türkiye ortak yapımı ilk uzun metrajı “Radiogram”, Rock'n Roll âşığı oğluna radyo almak için 100 kilometre yol yürüyen bir babanın müthiş hikâyesi. Biyografik müzik belgeseli “Shut Up and Play the Piano”, Chilly Gonzales ismiyle bilinen Grammy ödüllü besteci, şovmen ve ünlü piyanist Jason Beck’in müzikal yaşamının izlerini sürüyor. Hip Hop’un cesur yıldızı M.I.A’nın portresi olarak “Matangi/Maya/M.I.A”; Shirin Neshat’ın yönettiği, Arap dünyanının efsanevi yıldızı Ümmü Gülsüm’ün hayatını anlatan “Looking For Oum Kulthum”; müzisyenler ve Ankara arasındaki aşknefret ilişkisine odaklanan “Gri Değil, Siyah: Ankara Rocks!”; Oscar ödüllü film müziklerine de imza atan Sakamoto’nun çok özel hikâyesinin anlatıldığı “Ryuichi Sakamoto: Coda”; gün yüzü görmemiş materyallerle hazırlanan ünlü soprano Maria Callas'ın “Maria By Callas” belgeseli ve Lili Fini Zanuck’un yönettiği “Eric Clapton: Life In 12 Bars”, festivalin özenli seçkisinde yer alan diğer müzik dolu filmler. Dikkat ederseniz, bir bardak süt alma kararı dışındaki her şey bilincinize çıkmadan olur. Bütün bu bilinçdışı süreci göz önünde bulundurarak, lütfen şu soruya yanıt verin: “Her şey bu kadar otomatik gerçekleşirken, bir bardak süt içmeye gerçekten özgür iradenizle mi karar verirsiniz?” BURAK SOYER Mehmet Erdem’in Sony Music etiketiyle yayınlanan dördüncü albümü ‘Neden Böyleyiz’ dinleyiciyle buluştu. Türkiye’nin sayılı ‘kadife’ sesli sanatçılarından biri olan Mehmet Erdem’in son albümü için bir ‘olgunluk’ dönemine giriş demek mümkün. Zira oturaklı altyapılar, müziğe çok daha yakışan vokal şarkıları, onu başka bir yere götürüyor. Mehmet Erdem’in ‘Olur O Zaman’, ‘Herkes Aynı Hayatta’, ‘Acıyı Sevmek Olur Mu’ gibi sevilen şarkılarında imzası bulunan Cihan Güçlü’nün albüme yaptığı katkı yine kendini gösteriyor. Daha önce birçok sanatçının eserlerini yeni Kadife sesli Mehmet Erdem den yorumlayan Mehmet Erdem, ‘Neden Böyleyiz’ albümünde de bu âdeti bozmuyor. 90’ların efsanesi Cemali’nin ‘Duymak İstiyorum’u şarkının sahibi Cemali’yle birlikte seslendiren Mehmet Erdem, bir Ahmet Kaya klasiği olan ‘Söyle’de ise hedefi 12’den vuruyor. Sözleri Seyyid Nesimi’ye ait olan ‘Ateşi Aşk’ta ise uzun süredir duymadığımız elektronik altyapılarla karşımıza çıkıyor Erdem. ‘Neden Böyleyiz’ bizde bir hastalık haline gelen ve sanki buna mecburmuşuz gibi her sanatçı yı ‘kategorize etme’ durumunun dışında kalan bir albüm. Bu yüzden de en çok dinlenen listesinde ve mümkünse evlerde bulunmasını tavsiye edeceğim bir eser olmuş. Hüsnü Şenlendirici’nin attığı taksimler, back vokalde Oğuz Yılmaz’ın kendini ince ince ama derinden hissettirmesi, yaylıların çok iyi anlaşması, düetlerin isabetli isimlerle yapılması, Mehmet Erdem’in emin adımlarla ilerlediği yolda yeni kapılar açmış. Dinleyiniz efendim!.. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle