Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
7 OCAK 2018, PAZAR SAYFA 9 Derinlik Göksel Aymaz Böyle diyor büyük tarihçi Eric Hobsbawm: Kültürel isyan zayıflığın göstergesidir Nasıl bir zayıflığın derseniz, elbette politik zayıflığın! Kabul etmesi güç ama öyledir, kültürel isyan politik alandaki zayıflığın trajik bir göstergesidir. Hobsbawm, hem modern dünya tarihi üzerine yaptığı kıymetli araştırmalar, hem de uzun ömrü sayesinde bizzat tanıklık ettiği yirminci yüzyılın deneyimleriyle tarihin bir hakikati olarak söylüyor bu sözü: “Kültürel isyan, zayıflığın göstergesidir!.. Ve biz, öyle bir hakikatin içerisindeyiz ki, bu sözü tahmini hiç de zor olmayan sebeplerle derhal üzerimize alınıp o kadar sık hatırlamak ve hatırlatmak zorunda kalıyoruz ki... Çünkü, geçmişte Dekabrist ayaklanma sonrası Rusya’sında, 184448 devrimleri sonrası İngiltere ve Fransa’sında, Franco, Hitler ve Mussolini faşizminin Avrupa’sında, Batista’ların, Somoza’ların Güney Amerika’sında olduğu gibi, Türkiye’de de hükmedilenlerin politik tercihleri ve yönelimleri, kültürü bir mesele haline getiren entelektüellerin (evet, kültür hükmedilenlerin “mesele”si değildir) tercih ve yönelimine uymuyor. Totalitarizme karşı isyanına toplum içinde kitlesel bir muhatap bulamadığı için politik alandan fiili olarak dışlanan entelektüel, kültürel alana sığınıyor. Çünkü oradaki isyanı, kültür üreticileri ve tüketicileri arasında doğal alıcısını bulabiliyor. Türkiye’de kültürün sorunları var ama biraz da buradan kaynaklanan sebeplerle kültürü konuşmanın da kendine özgü apayrı sorunları var. Kültür eleştirisi, her geçen gün, politik gelişmelerin tehdidini ensesinde hisseden ve bu gelişmeler karşısında itibarını yitirmiş gibi görünen entelektüelin kendini ideolojik olarak tatmin etmesine yarayan bir şey olmaya doğru ilerliyor. Belki on beş yıllık politik iktidarın henüz kültürel bir iktidar kuramamış olduğu gerçeğinin bizzat Reis tarafından itiraf edilmesi de bunu besliyor olabilir, bilinmez. Sonuçta muhalif söylem geliştirebilmenin en müsait alanı olarak elde kültür kalıyor. Zaten, neredeyse bütün azgelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kültür alanı ağırlıklı olarak antifaşisttir, antitotaliterdir. Popüler, politiktir Kültür eleştirisi bu sebeple zayıflık göstergesi olsa bile elbette anlamsız değildir. Çünkü politikadan ayrı veya ondan uzak değildir. Bir kişi politik durumunu bilmediği bir toplumun kültür üretimine ve tüketimine baktığında, o toplumun ne olduğunu bilebilir. Keza, nasıl bir kültürü üretip tüketmekte olduğunu bilmediği bir toplumun politik durumuna baktığında da o toplumun kültürünün temel niteliklerinin ne olduğunu bilebilir. Ülkemiz söz konusu olduğundaysa, yaşadığımız dönemden ötürü, en çok da bunun popüler kültür için böyle olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Totaliter rejimlerin, toplumların özel bir anında birdenbire ortaya çıkan bir şey olmadığını, o toplumların hayatı bütün olarak anlama ve yorumlama tarzını belirleyen “gündelik yaşam kalıpları” içinde yavaş yavaş hazırlandığını söyleyen evrensel bir doğru vardır. Biz bunun yerel bir ispatıyız. Kalıplar içinde yaşanan gündelik hayatın ağırlıklı parçasını ise, “gündeliğin kültürü” de diyebileceğimiz, popüler kültür oluşturur. Pop müziğimizin büyük gürültüyle patladığı; Özel televizyonların açılıp sere serpe yayınlar yapmaya başladığı; Hep birlikte “gece yarısı cimnastiği”ni izlediğimiz, ipini kopartmış kültürel arsızlığın tavan yaptığı; Yeni orta sınıfın yeni yeni yükselmiş plazalarda cisimleşmiş ekonomik iktidarının tadını o plazaların hemen arka caddesinden başlayan yoksulluğun merak ve ilgi konusu olmadığı (hatta “Burası New York, karşısı Üsküdar” diyerek eğlenildiği) alaycı ve küstah bir hedonist kültürle çıkarttığı liberal 90’ların ikinci yarısından itibaren; “Her şey iyi giderken”; Hiç kimse pek yakın gelecekte muhafazakâr İslamcı bir iktidar tahayyül etmiyordu herhalde?!.. İşte bu sebeple popüler kültür, politik bir kültürdür. Popüler kültür bize politika hakkında çok şey söyler. Popüler kültür üzerine konuşurken de biz politika hakkında çok şey söylemiş oluruz. Kültürü bir eleştiri nesnesi yapmak, kültürü yeniden inşa etmektir de aynı zamanda. Onu ne yapmak, korumak mı dönüştürmek mi istediğimizin işaretidir. Açık ki biz onu dönüştürmek istiyoruz, demokratik bir kültüre doğru evrimleşsin istiyoruz. Bunun yolu da ondan seçkince uzak durmak değil, içine dalıp, popüler kültüre karşı popüler kültürle birlikte hareket etmektir. Yani, evet, popüler kültüre karşı popüler kültürü kullanmaktır bu açıkçası. Hükmedilenlerin paradoksu Ama tam da burada popüler kültürü de aşan bir engel var. Kültür eleştirisini de kapsayan sosyal bilimler, görünürde uzlaşmaz fakat aslında yapay bir karşıtlıktan başka bir şey olmayan “öznelcilik” ve “nesnelcilik” diyebileceğimiz iki bakış açısı arasında gidip gelir. Buna göre, bir taraftan olgular (konumuz açısından diyelim ki “kültür pratikleri”) insanların onlar hakkındaki tahayyüllerine, yani kültür pratiklerinin insanlar için ne ifade ettiğine indirgenip o şekilde tanımlanırken (öznelcilik), diğer taraftan olgular (kültür pratikleri) hakkındaki tüm fikirler ve anlamlar bir kenara bırakılarak bunların gerçekte ne olduğu üzerinde durulur (nesnelcilik). Kültür pratiklerinin nesnel izahı, elbette öznel tahayyüllerinin temelidir. Ancak, bu kültür pratiklerini dönüştürmek istiyorsak, o tahayyüllerin izahını verebilmemiz gerekir, yani kültürün nesnel izahını verirken öznel tahayyüllerini de aklımızda tutmamız gerekir. Mesela, meydan konuşmasında “Kemal Kılıçdaroğlu, asgari ücreti 2000 lira yapacakmış!” diyerek şikâyette bulunan “Reis”lerine Kılıçdaroğlu’na yuh çekerek destek veren işçi ve yoksul kitleyi, nesnel izah kategorileri olarak “direniş” ve “boyun eğme” alternatifleri içerisine sıkıştırdığımız zaman anlamakta güçlük çekeriz. Bu ve benzeri durumlarda hükmedilenlerin güce tapınışı, iktidara bağlılık gösterme nedenleri ve tahakküm altında itibar arayışı gibi meseleleri de hesaba katmamız gerekir. O zaman belki anlayacağız ki hükmedilenler için bazen direniş köleleştirici, boyun eğme özgürleştirici olabilir. Aynı şekilde, kültür açısından, gelişkin olan boğucu, bayağı olan ise zevkli olabilir. Hükmedilenlerin paradoksu da budur. Buradan çıkış da pek kolay değildir. Üstelik bu paradoksun popülizm ile kurnazca harmanlandığı faşist kullanımı da yürürlükteyken, bilhassa kolay değildir! Hepimize kolay gelsin. Süreyya SU Suretlere değil mizaçlara tercüman bir fotoğraf sanatçısı Nadar’ın büyük portreleri Gözlem Her teknolojik, icat mesleklerde ve sanatlarda bir sürdürülebilirlik krizine yol açar. Fotoğrafın icadıyla da portre sanatının tüm biçimleri sürdürülebilirliklerini yitirdiler. Yağlıboya portre resimlerin yerini hızla portre fotoğraflar aldı; tıpkı fotoğrafçılığın kişiselleşmesiyle portre fotoğrafın yerini “selfi”nin alması gibi. İlk fotoğrafçıların birçoğu genellikle yaptıkları işlerle kendilerine yeterli gelir getirecek bir başarı kazanamamış sanatçı, yazar veya başka mesleklerde tutunamayıp arayışta olan insanlardı. Asıl adı GaspardFélix Tournachon olan Nadar da bunlardan biriydi. Maceralı hayatı, ilk dönem fotoğraf sanatçılarının tümünün yazgısının bir örneğidir. Nadar 1820 yılında Paris’te doğdu. Babası, yayıncılık ve matbaacılık yapmaktaydı. Nadar’ın ailesinin maddi durumu yerindeydi. Üniversiteye hazırlanması için Paris’teki Bourbon kolejine gönderildi. Sonra ailesinin isteğine uyarak tıp okumaya başladı ama anatomiden çok edebiyatla ilgilendi. Babası iflas edince Nadar’ın eğitim hayatı da sona erdi. Gerçi buna çok fazla üzülmüş olduğu söylenemez. Tamamen edebiyata yöneldi. 18 yaşında kısa makaleleri yayımlandı. 22 yaşında bu sefer karikatürle ilgilenmeye başladı. Kalemine ve yeteneklerine güvenerek, yeni başlangıçlar ve yükselme şansı arayışıyla kırsal bölgeden Paris’e gelen birçok maceraperest gibi her şeyi deniyordu. Nadar, kendi kendine çalışarak karikatürü öğrendi ve kısa süre sonra ilk karikatürleri yayımlandı. Sonra resme yöneldi. Sanatla ilgili her şey ilgisini Nadar’ın büyük portre fotoğraflarından bir seçki (soldan sağa): Baudelaire, Jules Verne, Sarah Bernhardt, Victor Hugo çekiyordu. Bir ara öyküler bile kaleme aldı. İlgilerindeki bu çeşitlilik maişet derdinin sonucuydu bir yanıyla. Nadar, yazdığı makaleler ve çizdiği karikatürlerle geçinmekte zorlanıyordu. Bir gün kendisini ziyarete gelen bir arkadaşına maddi sıkıntılarını anlattı. Arkadaşı da ona tanıdığı birinde bir fotoğraf makinesi olduğunu ve bunu birkaç yüz frank karşılığı elinden çıkarmak istediğini söyleyerek fotoğrafçı olmasını önerdi. Nadar, teklifi önce kabul etmedi. Kendisiyle aynı dönemde yaşayan tüm sanatçılar gibi fotoğrafa karşı önyargıları vardı. Ama başka seçeneği olmadığı için daha fazla tereddüt etmeden yeni mesleğe adım attı. Nadar 1820 1910 33 yaşındaydı. Kısa sürede ün kazandı. Sanat, edebiyat ve politika alanında önde gelen kim varsa hepsi Nadar’ın stüdyosuna akın ediyordu. Birkaç yıl içinde Paris’in ünlüleri arasına katıldı. Stüdyosu Paris’in seçkin entelektüel simalarının buluşma noktasıydı. Nadar, bu önemli yüzleri fotoğrafta olağanüstü bir kusursuzlukla yansıtıyordu. Onun portrelerindeki yüzler, gerçekten canlıymış gibi bakmakta ve konuşmaktadırlar. Giséle Freund’un belirttiği gibi, onun portre fotoğraflarının estetik üstünlüğü fizyonominin son derece önemli olmasındandır; bedenin duruşu ifadeyi pekiştirir. Fotoğraf makinesi aracılığıyla insan yüzünün derinliğini ilk Nadar keşfetmiştir. Nadar, çektiği fotoğraflarda görüntünün mükem melliğini değil; daha çok kişiliği temsil eden ifadeyi bulup çıkarmaya çalışıyordu. Bu uğurda yüzdeki tüm ifadeyi silip atan ve yüzü donmuş bir görüntüye dönüştüren rötuşlardan kaçınıyordu. Rötuşlara ancak yanlışlıkla olmuş bir lekeyi yok etmek için başvuruyordu. Nadar, ayrıca, dönemin portre fotoğrafçılarının yaygın olarak kullandığı dekorları tercih etmiyordu. Fotoğrafını çekeceği kişilerin özel olarak giyinmelerini ve mesleklerini vurgulayacak semboller taşımalarını da istemiyordu. Tamamen düz bir arka planda ve yalın bir ortamda samimi ifadeleriyle kişilerin fotoğraflarını çekiyordu. Böylece onların kişiliklerini ve karakterlerini çok güçlü bir şekilde fotoğrafa yansıtabiliyordu. Onun portrelerinin bir diğer önemli özelliği samimiyettir. Çektiği fotoğraflarla modellerinin imajını üretmeye değil, hakikatini ortaya çıkartmaya çalışıyordu. O, modellerinin yüzlerindeki ve duruşlarındaki samimi ifadelerde kişilerin en karakteristik özelliklerini yakalamayı başarmıştır. Nadar’ın portreleri, üzerimizde canlı bir izlenim ve manevi bir derinlik bırakır. Her bir portrede bize aktarılan sanki kişilerin suretleri değil, asıl olarak mizaçlarıdır. Mütevazılıklarıyla göz alıcı bu portreler, derin bir anlam ve ruhsal bir hale taşır. “Nadar’ın Büyük Portreleri”, 15 Ocak’a kadar İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde ve 24 Ocak21 Şubat arasında Ankara CerModern’de görülebilir. C MY B