Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 7 OCAK 2018, PAZAR Sağlık olsun Mutluluk yataktadır Halkların kaderini kadının yataktaki yeri belirler. Kadınları yatakta mutlu olan halklar mutlu halklardır. Kadınları yatakta ezilen halklar her açıdan bahtsızdırlar. Kadınerkek meselesine insanlığın en küçük ve temel ilişki modeli olarak bakın. Bu meselenin özünde uygarlık boyunca süregelen ve bitmek bilmeyen bir savaş olduğunu göreceksiniz. Bu savaş genel olarak kadının mağlubiyetinden de öte mağduriyetiyle neticelenir. Çünkü ilişkinin kodları, cinselliğin içtenlikten çoktan uzaklaşmış hoyratlığıyla yazılmıştır ve erkeğin altındaki kadının ve devletin alttaki toplumun kaderi birbirine paralel ilerlemiştir. Maraz bu paralellikten doğar. Kadınını altına alıp ezen erkek, halkını altına alıp ezen devletin yapı taşıdır. İktidarı, üste çıkmak ve alttakini hırpalamak olarak kodlayan kültürlerin devletleri ve erkekleri, ortak bir maçoluk paydasıyla her kime hükmetmek isterlerse onu her koşulda altlarına alır ve ezerler. Dolayısıyla erkeklerin altındaki kadınlar ve devletlerin altındaki toplumlar varlıklarını hem mağduriyet hem de mağlubiyet açısından birbirlerine göbekten bağlı olarak sürdürürler. Altta olma adaletsizliği Erkeklerin, kadınları alta alınan, üzerinde egemenlik kurulan, kullanılıp atılan, faydalanılan bir cinsel tatmin aracı olarak görmelerinin olağan sayıldığı iklimlerde toplumsal adaletten bahsedemezsiniz. Kadının arzularının hiçe sayılmasının önüne geçemezsiniz. Sadece erkeğin tatminine odaklanılan bir yaşama ve sevişme kültürüne teslim olursunuz. Kadının tatminsizliğinin ve mutsuzluğunun değer taşımayan bir yan mesele olmasına katlanırsınız. Size, kadının üste çıkmayı istemesi ahlaken çirkindir, toplumsal anlamda yersizdir, üstelik dinen de şeytanidir, derler; hepsini kabullenirsiniz. Kadını sessiz toplumun iklimi, tehlikelidir. O iklimlerde din de devlet de her koşulda erkeğin çıkarlarından yana olurlar. Bu iki lanetli kurum paralel refleksler edinerek, kadını yalan bir kutsallıkla damgalarlar ve bu kutsallık safsatasıyla her türlü itirazı mühürlerler. Kadına dair adaletsiz ve yapay değerler üretirler ve bu değerlerle dünyayı yönetirler. Kadın altta kalmayı kabullendiği sürece güvende olacağına ikna edilir. Üste çıkmaya çalıştığı anda en hassas yerlerinden yaralanır. Kadınların ve halkların kardeşliği Sadece devletin tatminine odaklanılan iktidar kültüründe de durum aynıdır. Halkın tatminsizliği, mutsuzluğu ve arzuları devletin varlığı karşısında değersizdir. İlla tatmin olmak ve mutluluğu yakalamak isteyen halkların adalet arayışları isyan sayılır. Kurdukları politik diller müstehcen bulunur. Devlet ve din yine el ele verirler ve halkın taleplerini ahlaki ve toplumsal hassasiyetlere bir saldırı olarak tanımlayıp kendilerinde onları cezalandırma hakkını görürler. Siz de kalabalık olduğunuzu, halk olduğunuzu, isteseniz her şeyi değiştirebileceğinizi, isyan edebileceğinizi unutur, bu baskı ve tehditler karşısında tıpkı kadınlar gibi sinersiniz. Sessizliği güvenli bellersiniz. Altta kalmaya boyun eğersiniz. O yüzden kadınların ve halkların suskunluğu da kardeştir, isyanı da. Altta kalmamayı, üste çıkmayı ve arzularından utanmadan istedikleri her şeyi dile getirmeyi, talep etmeyi aklına koyan kadınlar ve halklara aslında sahip oldukları o büyük gücü hatırlatacak tek şey cesarettir. Kadınların ve halkların çekirdeğinde var olan ama üzeri korkularla kaplanan o cesaret... O yüzden gerçekte neden korkmak ve nerden korkmamak gerektiğini kendinize bir daha ve bir daha ve bir daha sorun. Yerinizi kendiniz belirleyin; altta mı kalacaksınız yoksa istediğiniz zaman üste çıkacak mısınız? Bu arada bu altta olma durumuna alışabilir hatta bundan zevk almaya da başlayabilirsiniz. Erkeklerin ve devletlerin sizi konumlandırdığı yerde, altta, en dipte, o aşağılandığınız, ezildiğiniz, hırpalandığınız noktada, hiç ses çıkartmadan itaatkâr bir şekilde durabilirsiniz. Mümkündür. Artık hastalanmış olan kadınlar ve toplumlar kendi cellatlarına şuursuzca âşık olurlar. Ve hem kadınlar hem de halklar bu lanetli ve tehlikeli aşk boyunca, kimselerin duyamadığı derin bir titreşimden can alıcı bir dizenin olacakları söyleyen fısıltısını duyarlar: “Oysa her âşık önce kendine sonra yanındakine cellat.”* *Birhan Keskin ‘Oksitosin’ ilaç şirketlerinin CEO’larını mutlu edecek gibi görünüyor Aşk ilacı bunun adı! “Sarılma ve cinsel aktivite anlarında arttığı ve fizikselpsikolojik birçok pozitif etkisi bulunduğu için bilim dünyasında ‘aşk hormonu’ olarak da adlandırılan oksitosin, ilaç haline getirilebilir”miş... Yurtdışında gerçekleştirilen bir araştırmaya atıfla önümüze gelen haber, bilim insanlarının yan etkilere neden olan vazopressin hormununu uyarmadan sadece oksitosin hormonunu tetiklemeyi başardıklarını aktarıyor. Bilimsel araştırmalar, aslında bir “nöropeptit” olan oksitosinin rahmin kasılması ve emzirme sırasında sütün dışarı atılmasının ötesinde görevler üstlendiğini göstermiştir. Gerçekten de oksitosin düzeyi yüksek olan tarla fareleri, yavrularıyla daha fazla ilgilenmektedir. Benzer biçimde bebeklerinin resmini gören annelerin oksitosinden zengin beyin bölgelerinde aktivite artmaktadır. Oksitosin ‘mucizesi’ mi? Öte yandan çokeşli farelerin aksine tekeşli olarak yaşamını sürdüren tarla farelerinin beyinlerinde oksitosin reseptör (alıcı) yoğunluğunun daha fazla olduğu bilinmektedir. Daha ilginci, oksitosin verilen insanların başka bir insanın gözlerine daha fazla baktığı ve başkalarının duygularını daha iyi anladığı saptanmıştır. Oksitosin, eril dünyanın “ihtiyaçlar”ını, daha doğru bir ifadeyle iktidar imkânsızlıklarını, yani iktidar adına hep aranan mükemmellik saplantılarını karşılayacak yetkinlikteymiş gibi de durmakta: Oksitosin verilen tavşanlarda penisin boşalma sayısı artmakta; sıçanlarda ikinci boşalma süresine kadar geçen süre kısalmakta, penisin ereksiyonu (dikleşmesi) uyarılmakta ve boğalarda menideki sperm sayısı yükselmekte. Kuşkusuz bu, “erkeklik oymağı” içinde, onun üyesi pek çoğumuz için bir “mucize”dir!.. Bilmem hatırlar mısınız, 1970’lerin ortasında Merck ilaç şirketinin genel müdürü, ilaç pazarının hasta insanlarla sınırlı olmasını büyük bir sorun olarak tanımlamış ve daha o zamanlarda amacının tıpkı “ciklet gibi” sağlıklı insanlara yönelik ilaç üretmek olduğunu söylemişti. Çünkü o, sadece hastalara değil herkese ilaç satmaya muktedir hale gelince mutlu olabileceğine inanıyordu. Anlaşılan oksitosin, bir “aşk ilacı” olarak da tüm ilaç şirketlerinin CEO’larını mutlu edecek gibi görünüyor!.. Peki ya bizleri?.. Acaba burnumuza birkaç puff oksitosin çekip birilerine tutkuyla bağlanacak, filmlerdeki gibi inanılmaz aşklar yaşayacak ve imkânsız sevişmelerle ebedi iktidarımızı haykırabilecek miyiz dünyaya?! Aşk, öğrenilir Aşk, evrensel bir varoluş. Her toplumda, her kültürde ve hemen her bireyde yaşanır. Ama toplumdan topluma, kültürden kültüre ve kişiden kişiye farklılık göstererek... Kimilerine göre cinselliğin yüceltilmesidir, kimilerine göre bir bağlanma davranışıdır. Bazısı ilgi, sorumluluk ve anlayış olarak tanımlamıştır aşkı, bazısı geçici bağımlılık, bazısı yetersizlik... Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, aşk, çocukluk döneminde yaşadığımız bağlanma ve sevgi ilişkisi nin yaşam boyu sürmesi ile doğrudan ilişkilidir. Neoliberal öğretinin aksine bireyler kültürden azade tek başlarına değildir. O nedenle her birimiz birey olarak var olduğumuz kültür sayesinde öğreniriz aşkı. Çocukluğa uzanan geçmiş anı ve deneyimler fark etmeden etkiler ve belirler bugünümüzü. Binbir türlü aşk vardır; kimisi delice tutkuyla, kimisi oyunla, kimisi arkadaşça süren. Kimisinde bağımlılığın, kimisinde mantığın, kimisinde diğerkâmlığın ağır bastığı farklı aşklar vardır. Ve kuşkusuz her aşkta evrimsel açıdan üre meyi garanti altına alan bir yön de mutlaka vardır. Hangi biçimde yaşanırsa yaşansın aşkın sırrı “öteki”nde saklıdır. Çünkü hepimiz, bir “diğer”ine âşık oluruz daima. Aradığımız sadece “yakınlık”tır aslında. Çünkü insan tek başına “eksik”tir. “Öteki”, bu eksikliği azaltan ve katlanılır kılandır. Gelgelelim neoliberal hayatta herkes tek başınadır. “Öteki”, aşılması, geçilmesi ve hatta yok edilmesi gereken rakip, aldatan, güvenilmez ve hatta düşman olarak kodlanmıştır. Peki, aşk için “öteki” gerekliyse; “öteki”nin yok edilmek istendiği bir uygarlıkta o, nasıl yaşanacaktır? Belki de oksitosinde mucizeler aramamız bundandır! Belki içimize çekeceğimiz oksitosinle “öteki”ni yok etmeye koşullu bu neoliberal uygarlıkta “öteki”yle çılgınca tutkulu bir aşk yaşayacağımızı zannetmemiz de bundandır!.. Fakat bu, hazin ve imkânsız bir hezeyandır; çünkü oksitosin aşkın nedeni değil, sonucudur. Gerçekten de oksitosin, “öteki” ile sevişirken, “öteki”ni gebe bedeninden çıkartırken, “öteki” senin meme başını emerken aşkla salınır. Ve mesela bakım veren kişinin, yani “anneöteki”nin “mother” yokluğu ya da kişinin yaşadığı istismar, ihmal gibi olumsuz yaşam deneyimleri, oksitosin sisteminin gelişimini bozar. Demek ki “öteki” yoksa ve o yüzden de aşk yoksa, ne yaparsanız yapın, oksitosin de yoktur!.. Barbaros Şansal Renklerle dans Sarı Hayır, renklerin monometrik ve nanometrik dalga boylarının kızılötesi ve morötesi karşıtlığında nasıl bir ters orantı yaptığından bahsetmeyeceğim. Çünkü çok bilimsel olur ve çoğu okuyucu anlamaz. Zaten bilime ne gerek var?! “BakaraMakara” desek yeter de artar!.. Şu yüzümüzün ya kızardığı ya morardığı gerçeküstü zamanların tarihi sürecinde kendimce sizler için her hafta başka konular seçeceğim ve renklerin yol açtığı serapların eşliğinde sizlerle dans etmeyi deneyeceğim. Kafama göre yazarsam biliyorum ki sık sık “adalet sarayları”nda ifade vermek için savcı kapılarında beklemeye devam ederim!.. İşte bu yüzden siz de “bez ayağı dokuyun”, atkı ve çözgüyü iyi süzün; her tezgâhtan çıkmaz ki kumaş ahlâk ütülü ve düzgün!.. ^¡^ İlkbaharın, kanatları ütülü beyaz kelebekleri kaybolalı çok olmuştu. Onların yerini, tutunduğu dallardan (istemeyerek de olsa) nazlı nazlı süzülerek vedalaşan ve hafif rüzgâr eşliğinde adeta dans ederek toprağa kavuşmak için çabalayan sarı yapraklar almıştı. Nemli, puslu soğuk bir öğleden sonraydı. Tren, istasyondan çıkalı birkaç dakika olmuş, ben ise hâlâ vagon vagon yürüyerek kendimce rahat edebileceğim bir ikinci sınıf kompartımanında koltuk arayışındaydım. En sonunda bir sakin köşeyi gözüme kestirdim, paltomu asıp, çantamı baş üstü rafına yerleştirip sarı yünlü kazağım üzerimde oldu ğu halde cam kenarındaki yerime kendimi bırakırken... Acaba “Sarı” renk bana ne ifade ediyor diye de düşünmeden edemedim. ^¡^ Sahi neydi bu sarı renk? Güneşin bereketinin darı tanelerine işlenen sarısı mıydı; yoksa gün ışığına hasret karanlıklarda sararan kahır kavmi ve kulu insanların göz aklarındaki sararmışlık mı?.. Çil çil altını mı betimlerdi, yoksa altı üstü sülfür kokulu zehirleri mi şu sarı?.. Sapsarı kesilirdi kul hasta olunca... Ama vazgeçmezdi sararıp solmaktan para uğruna da ömrü boyunca... Hatta sidik sarartana dek ısrar ederdi sevişebilmek için bulaşıcı sarılık hastasıyla... ^¡^ Bal sarısının tatlısına hardal sarısının gazı karışmıştı. Papatya sarısı, yumurta sarısına küsmüş, darılmıştı. Sırma sarısı, atlas sancaklara sarılıp sarmalanmış ama civciv sarısının masumiyetini yansıtamamıştı. Sarı leblebi tozu paketlenmiş, sarı çıyan gizlenmiş, sarıkız süslenmiş ama sarıhumma can almaya devam etmişti. ^¡^ Neyse sadede gelelim. Çaldığım zamanınız için özür dilerim, çünkü hiçbir şey görüldüğü gibi değil yerine, bazen çoğu şey görüldüğü gibidir diyelim. Dünyanın karasını haftaya kapkarayı anlatmak için safi sarıya çalıverelim!.. Ve sarı siyah bir araya gelince bir de baktık ki ne görelim?! Olay yeri, cinayet mahalli, “Girilmez” kurdelesi... Nükleerin ölümcül işareti... Ağzı siyah, derisi sarı kara mambo yılanının ve akreplerin en ölümcül zehri... Yaralardan akan irin... Ve cerahatin artık cemaate bulaşmış rengi!.. Çalıntı zaman Yüzümüzün ya kızardığı, ya morardığı şu gerçeküstü zamanlarda, renklerin yol açtığı serapların eşliğinde sizlerle dans etmeyi deneyeceğim. C MY B