Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 14 OCAK 2018, PAZAR Sağlık olsun Eğlen benle! Feodal toplumlarda evlenilecek ve çocukların annesi kılınacak kadın demek... Erkeğin her haline katlanmaya hazır kadın demektir. O babasına, kocasına ve tüm erkeklere karşı hayata bir sıfır yenik başlar. Aile içinde kendi varlığının en son sırada önemsenmesini olağan sayar. Önceliği “iyi bir eş” ve “iyi bir anne” olmaktır. Güzel yemek yapması, ev ekonomisinden anlaması, titiztemiz olması, saçını süpürge etmesi, otururken eteğini örtmesi, gülerken dikkat etmesi, yanlış anlaşılacak hareketlerden kaçınması, erkeği öfkelendirmemesi, ailesini utandırmaması, toplum değerlerini sarsmaması, isteklerini yok sayması, cinselliğini bastırması ve herkese yaranması gerekmektedir. Ağzıyla kuş tutan, lafını yutan, başını yerden kaldırmayan, kocalarının karısı, çocuklarının annesi olarak etiketlenmeye en baştan razı olan “evlenilecek” kadınların yüceltilen uysallıkları erkeğe bahşedilen vahşeti tetikler. Onlar erkeklerin hovardalığına, ilgisizliğine, kabalığına, dayağına, küfrüne katlanırlar. Sevilmemeye ve istenmemeye ve beğenilmemeye sonuna kadar dayanırlar. Eteklerinde boy boy çocuklar ve ayaklarında ahlaktan prangalar, evlerin içinde kapalı hayatlar. Yapayalnız yataklarda umutsuz ve mutsuz yaşlanırlar. Evlenilecek kadınlar Aile hapishanesinin güvenli ve yoksunluklarla dolu dehlizlerinde istekleri içlerinde patlar, arzuları yok sayılır, hızla fedakâr bir anneye, sadık bir eşe ve yalnız bir insana dönüşürler. Zamanı gelince de ya bir erkek şiddetinden ya da hazin bir ecelden ölüverirler. Eğitimli ve bilinçli kadınların bile kolayca düştüğü bir tuzaktır bu evlenilecek kadın olma durumu. Oysa kadın istemiyorsa yemek yapmayabilir. İstemiyorsa çocuk doğurmayabilir. Toz almayabilir, ütü yapmayabilir, cam silmeyebilir. Otururken eteğini değil rahatını düşünebilir. Gülerken sesini değil, gözlerini kısabilir. Kimin ne diyeceğini iplemeyebilir. Aslen kendi sözünü kendisi söyleyebilecek ve söylediği sözün arkasında durabilecek güçtedir. Eğitimli ve bilinçli kadınlar isterlerse... Ahlaktan geleneğe insanlığın kitabını en baştan ve bambaşka cümlelerle yeniden yazabilirler. Ama bunun için toplumsal baskılara ve tehditlere kulak tıkamaları ve onlara vaat edilen sahte ödüllerden vazgeçmeleri gerekir. Mesela ‘kutsal’ annelik madalyasından; mesela ‘eşlere dair’ saygınlıktan; mesela ‘evlenilecek’ kadın olmaktan... Eğlenilecek kadınlar Bunlardan vazgeçtikleri noktada eğlenilecek kadın olmanın gerçekte ne anlama geldiğini idrak ederler. Eğlenilecek kadınların kendilerine ait istekleri vardır ve hevesleri ve evlilikten çok uzak öncelikleri. Kendilerini küçülterek ve saklayarak ve yok sayarak değil, tam tersine parlatarak, görünür kılarak var ederler. Mutluluktan anladıkları bambaşka bir şeydir. Kadına dayatılan kalıpları kırıp aşarlar ve gerçekten mutlu olabilecekleri tüm yollara cesaretle saparlar. Sesleri yüksek çıkar. Kadın olmaktan utanmazlar. Sözlerini sakınmazlar, lafın altında kalmazlar, hiçbir şeyi yutmazlar. Hiç çekinmeden kahkahalarla gülerler ve gözlerini korkusuzca karşılarındakinin gözlerine dikerler. Ya saçları parıldar, ya dişleri ya da gözleri; o parıltıdan utanmayı akıllarına getirmezler. İstemezlerse çocuk doğurmazlar. Canları çekmezse yemek yapmazlar. Gerekmedikçe toz almazlar. Onlara güvenilmez. Sevilmezlerse hemen terk ederler. Bazen sevilseler de terk ederler. Her an bir başkasını sevebilirler. O kadınlar, gemileri kolay yakarlar, kendi başlarının çaresine her durumda bakarlar. Onlarla birlikte olan erkekler sadece kendilerini düşünerek yaşayamazlar; karşılarındaki insanı da düşünmek zorunda kalırlar ve sırf bu yüzden ilişkide çoğu zaman çuvallarlar. Eğitimli kadınlar Neticede feodal toplumlar kadınları eğlenilecek ve evlenilecek kadın diye ikiye ayırırlar. O toplumun erkekleri de eğlendikleri kadınlarla evlenmemeyi; evlendikleri kadınlarla eğlenmemeyi marifet sayarlar. ‘Evlenilecek’ kadın olarak damgalanan ve kişiliği hiçe sayılan kadınının üzerinde dolaşan, kalbine çöken ve varlığını tehdit eden karanlık bulutlardan kurtulması ancak putların kırılması, tabuların devrilmesi, gelenek ve göreneklerin tersyüz edilmesiyle olur. Bunu egemen kültür kendiliğinden yapmaz. Onun çarkına çomak sokmak gerekir. O çomak da kendi kaderini kendi tayin edebilecek olan eğitimli ve bilinçli kadınların elindedir. Onlar kendilerini değiştirdiğinde tüm dünya değişir. Anca o zaman eşitliğin pusulası topluma ideal kadının evlenilecek değil eğlenilecek kadın olduğunu gösterir. Tarih boyunca korkunun en meşru addedildiği günlerdeyiz Sağlık, ‘öteki’de saklı Yapılan bilimsel çalışmalar İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde her 6 kadından birisinin “tokofobik” olarak adlandırılan doğum yapma korkusundan mustarip olduğunu göstermiş.. Bazı erkekler de güzel kadın korkusu yani “venüstrafobi”ye sahipmiş.. Stres ve korku astım ataklarına yol açıyormuş.. Zaten her sorunun başı stresmiş ve korku stresin en önemli nedeniymiş! İnsanın en temel ihtiyaçlarından birisi, yaşamını sürdürmesinin güvence altında olduğunu bilmesi ya da buna inanmasıdır. Zaten insan, bu güvenceyi hissedebilmek için tarihte kent devletlerine, krallıklara, derebeyliklere, imparatorluklara ve nihayetinde ulus devletlere onay vermiştir. Ama ne ilginçtir ki milenyum çağına varıldığında nefes alan herkes güvensizlik batağına saplanıp kaldı. Sağlık, bu güvensizliğin en başat olarak yaşandığı alan. Birkaç hekime danışmadan karar vermeme davranışının, aşıdan ilaca karşı geliştirilen paranoya düzeyindeki iddiaların ve alternatif tıp uygulamalarının temelinde aslında bu modernist korkular yatmakta. Fakat madalyonun öte yanı da korku temellidir: Hastalıkların ne kadar büyük sorunlara yol açtığı ölüm ve sakatlık temalı korku cümleleriyle topluma aktarılmakta; sigara, alkol, tuz, şeker, kırmızı et, un gibi sağlığa zarar veren faktörler korku filmi benzeri senaryolarla görselleştirilmekte. Anlaşılan o ki, tarih boyunca korkunun en meşru addedildiği günlerdeyiz.. BabaTanrıDevlet üçlemesi Modern dünyanın en büyük başarısı, herkesi esirgeyen ve bağışlayan bir otoritenin var olduğuna inandırmasıydı: Baba, Tanrı ve Devlet üçlemesi bu otoritenin yeryüzündeki değişen adlarıydı. Ancak modernite sonu postmodernist dünya, sorgulamadan güvenilen ve güvenildiği oranda da korkulardan arınılan bu otorite figürlerinin karanlık yüzünü ortaya koydu. Hiç kuşkusuz söz konusu otoritelerin güç yitirmesi farklılığı, çok renkliliği ve çoğulculuğu var etti. Peki ama kişiyi toplumsallığın içerisinden soyutlayarak tek başına ele alan postmodernist hayat sayesinde otoriteden özgürleşen birey hayatın zorluklarıyla nasıl başedecekti? Baba, Tanrı ve Devlet üçlemesinin güç kaybetmesi kişiye bireysel özgürlüğünü getirdi hiç kuşkusuz. Ama bu özgürlük, aslında başka bir esaretin ilk adımı olabilir miydi? “Özgürlük Köleliktir” Orwell’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” romanında “Ingsoc” adlı partinin bu sloganı, otoritenin boyunduruğundan kurtulan postmodern bireyin mahkum edildiği yeni prangadır... O, artık özgürce kendisini ve özellikle sağlığını geliştirme hakkına sahiptir. Bilginin durdurak bilmeksizin geometrik olarak çoğaldığı bir ortamda birey olarak hangi bilgiyi makbul sayacağını kendi başına belirleme hakkını haizdir. Örneğin hangi sorunların hastalık olarak tanımlanacağı ve tanımlanan bu hastalıklar için hangi tedavilerin uygulanacağı bilgisini istediği uzmandan alabilir ve aldığı önerileri dilediğince uygulayabilir. İşte bu postmodernist özgürlük nedeniyle sülüklerle ilaçlar, astrologlarla hekimler, din adamlarıy Edward Munch, 1893 la psikiyatristler arasındaki mesafe kapanmış ve herkes piyasanın her şeyi en doğru saptayan yarışmacı zemininde buluşmuştur. Bireyin Çöküşü Gelin görün ki neoliberal hayatın mottosu uyarınca egosu fazlasıyla şişirilmiş ve benliğinde kendisinden başka hiç kimseye yer kalmamış “süper güçlü birey” kurgusu, hayatın güçlükleri karşısında birkaç on yılda tamamen eriyip gitti. Tek başına her şeye muktedir olduğu masalları ile uyutulan bireyin zihin ve duygusal dünyası, risk toplumunun (abartılmış) tehlikeleri karşısında çaresiz kaldı ve kişiyi belirsizliğin korkusuna köle kıldı. Daha önemlisi küreselleşme sonucunda gelir ve iş güvencesinin de kaybolmasıyla yaşadığı gelecek güvensizliği hissi, özgürlük için çıktığı bu yolu tutsaklığa dönüştürdü. Çünkü kıyasıya rekabetin yaşandığı bu piyasada düşenin dostu yoktu. Bu dönüşüm yetmezmiş gibi “kuzen, kayınbirader, amcaoğlu, teyzekızı” da zamanla uzaktan tanıdıklar haline dönüşmüştü. Artık birey, yalnızlığın çölünde ama lüks rezidansında bir başınadır. Bu tek başınalık yetmezmiş gibi hayat, başta sağlık olmak üzere, bilmediği, görmediği, farkında olmadığı risklerle onu devamlı korkutmaktadır. ‘Öteki’, insanı ‘ben’ yapar İnsan, eksik bir canlıdır. Öyle ya insan, pek çok hayvanın aksine, adına yeryüzü denilen cennet cehenneme yürüyemeyecek, konuşamayacak ve kendisini ifade edemeyecek kusurlarla doğmaktadır. Aslında bu güçsüzlük onun sosyalleşmesini sağlayacak en büyük güçtür. “Öteki”, insanı herhangi “birisi” olmaktan çıkarıp “ben” yapar. Bu nedenle kişi olarak yaşadığı müddetçe özgürleşmesinin yolu daima toplumun içerisinde “öteki”den geçer. Halbuki üçüncü bin yılın dünyasında “öteki”, olmayan cenneti çalan ve kişiyi cehennemde ateşlere atan zebanidir. Neoliberal iman, “öteki”den ziyade her bireyin kendi çıkarına bakmasını, çünkü her koyunun kendi bacağından asılacağını vaaz etmektedir. Oysa insan eksiktir ve eksiklik bir kusur değildir. Aksine eksikliği nedeniyle “öteki”ni görme, duyma, anlama, hissetme aynı zamanda “öteki”nde kendini görme, duyma, anlama ve hissetmedir. İnsan görür, duyar, anlar ve hissederse güvendedir. Sağlık, “öteki” ile koşulsuz dayanışmadır. Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Kara Bu kez çalıntı vaktinize söz kara bulaştırmayacağım, Çalakalem zıplayan kurşuni kalemimin ucundan sıyrılıp kıvrılan çizgilerle oluşan kelimeler nasıl karar verirse öyle yazacağım. Gözümü karartıp, karamsarlıktan uzak kapkara bir Siyah anlatacağım. Yani ışığın olmadığı yerde yansıma olmayacağından görünmeyen renklerin öteki pelerinini... Kara kaplı kitaba bakmadan, kara cübbeye dokunmadan, karasakalı ürkütmeden, kara bahta düşmeden, kara tahtaya yazarcasına, Bilal’e anlatır gibi. ^¡^ Hani oturursunuz ya bir koltuğa gayesizce bazen, belki köşedeki siyah ekranlı tv açık bile değildir ya; İşte öyle alacakaranlık sabahıydı benimkisi. Siyah çoraplar çoktan bileğime yığılmış halde, pencerinin dışındaki kara bulutların ardından görünen gri gökyüzü ufak ufak aydınlatmıştı dingin günyüzünü. Ne karadul vardı etrafımda, ne de kara haber; ne Karadeniz hırçındı ne de karagöl rüzgârlı. Sakin bir kıta karası sabahıydı işte. Şöminenin kara isi bile dost olmuştu sıvıştığı baca çatlağından yapışıp günüme. O sabah siyah zeytin yoktu tepsimde. Tepsimdeki zeytin ağacı desenli boyanın bile altından tenekesi görünür olmuştu paslı karanın, ama yağlıkarası hiç olmamıştı alçak gönülün... ^¡^ Karavicdanlı karabasanlar gelir geçerdi, taş kömürü kapkara kesilip isterse linyiti bile ezerdi. Karanlık Soma dehlizlerinde sönerken kapkara olmuş çinko fenerler umutlar hâlâ için için yanardı; vicdandan ise sızım sızım kara bir duman tüterdi siyah çeşmesinin acısından. Fakat o sabah öyle olmadı. O yüzden enseyi karartmayı bırakalım da siyah kurdeleyi artık yakaya takalım. Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu dediler. Tencere dibin kara benimki senden karayı dillendirmediler. Ak akçe kara gün için ya, karayazı değil alınlarındaki yüzsüzlüğün karası damga misali ve gün gelecek onlara parangadan taç olacak kirli siyah geçmişleri. ^¡^ Simsiyah Mercedesler geçmez bizim buralardan çakar ve çakal konvoyları gibi. Kara granit kaldırımların sonunda ufak bir otobüs durağı var. O da saat başı sessizce gelir, binenleri ister metroya, ister tramvaya bağlar işi gereği. Bağlamayın karaları, alakarganın düşmanı değil karakarga yuvaları, çek simsiyah rastığı gözüne kirpikler zaten ok ok katran karası... Hadi kalk kurtulmak için karagünlerden! Bul bir karaşimşek hayallerinde, hemen atla ve sür arabayı kara korsanlarının üzerine. Karalastik ayakkabın olmasa da kapkara lastikleri var katran karası asfalta yapışmış arabanın. Belki farkında değilsin ama Karamurat’ın atı bile sucuğa karışmış sofranda sen yine de anlamamışsın!.. Yine öylesine çaldım zamanınızdan bu ara Karakartal gibi, şimdi anladınız mı cenazelerde neden dantel başörtüler artık kapkara, Siyah camlı minibüsler ile geleceklerdi ancak artık karazulum bürümüş kara gözbebeklerini siyah camlı gözlüklerin arkasına gizleyemeyeceklerdi. Ünsal Hoca aramızda... “Aslında bütün hayatımız bir anlamda insanın insana tecavüzüyle geçiyor. Foucault’nun ünlü bir lafı vardır: İnsan tarihi, insanın insan tarafından becerilmesinin tarihidir... Toplumun birçok kurumlarına bakarsak, adına belki tecavüz diyemeyiz ama insanın nasıl bir hayat yaşayacağını seçmesinin, kendi iradesine olduğu kadar, dışsal iradelere de bağımlı olduğunu görüyoruz. Bazen bu tecavüz silsilevi de olabilir. Kızının girdiği küçük bir trikotaj atölyesinde biraz daha yükselmesi için, oradaki atölye şefine yakınlık göstermesine aile ler başta kızar. Sonunda kız yükseliyorsa , aile bunu kabul eder. Sonra kız hamile kalır, adam evlenmez, karısından ayrılmaz. Aile şaşırıp kalır. Baba kızı evden kovar. Anneyse, arada sırada kızı kabul eder, çünkü kız o düştüğü yoldan kazandığı paralarla eve yardım eder. İşsiz babanın rakı parasını bile kız getirir, baba onu görmezden gelir ama rakısını da keyifle içer. Böyle baktığınızda insan Foucault’nun lafını oldukça anlamlı buluyor.” (Ü. OskayM. Çelebi, “Peki Konuşalım!: Popüler Kültür Üzerine”, 2005). Nepal