22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 10 14 OCAK 2018, PAZAR Yakın Çekim Bülent VARDAR Altın Küre vesilesiyle Fatih Akın sinematografisine bir bakış Sırada Oscar mı var? Fatih Akın’ın büyük uluslararası başarılarının arkasında, sahip olduğu kültürel çeşitliliği, kimseyi ötekileştirmeden yaşama dışarıdan bakabilme yetisi ile buluşturmasının belirleyici olduğunu söylemek mümkün. Türklerin ikinci vatanı Almanya’da doğan, Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın, son filmi “Paramparça” (In The Fade) ile Yabancı Dilde En İyi Film “Altın Küre Ödülü”nü kazandı. İlk filmi “Kısa ve Acısız” (Kurz und Schmerzlos, 1998) sonraki filmi “Temmuz’da” (Im Juli, 2000) ile Fatih Akın, sinemada yapacak çok şeyi olduğunu ortaya koymuştu. Melez kültürel geçmişiyle sinema sanatının başarılı ismi Fatih Akın, “Duvara Karşı” (Gegen Die Wand, 2004) isimli filmiyle iddialı bir çıkış yakalamıştı. Senaryosu da Fatih Akın’a ait olan AlmanyaTürkiye ortak yapımı olan film, 2004 yılında Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanmıştı. Fatih Akın’ın, genç yaşında sinema dünyasında öne çıkmasında, görüntülerle yaratıcı öykü anlatmayı iyi bilmesinin rolü büyüktü. Filmin başarısının altında, hem yönetmenin hem de başrol oyuncularının yaşamlarından izler taşıması; Almanya’ya göç eden Türklerin, özellikle üçüncü kuşaklarında ortaya çıkan ait olma, kimlik, özgürlük, gelenek görenek baskısı gibi sorunlara objektifini çevirmesi ve öyküsünü anlatmada yaratıcı bir sinema diline sahip olması da yatıyordu. Gittiğin yerin müziğini dinle! Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” (2005) isimli etkileyici belgesel filmi, “Duvara Karşı”nın müziğine katkıda bulunan ve “Einstürzende Neubaten” adlı Alman müzik gurubunun basçısı da olan Aleksander Hacke’nin İstanbul’a gelerek bir dizi sanatçıyla müzik kaydı yapmasının öyküsünü anlatır. Film, Hacke’nin ağzından “Konfüçyüs gittiğin yerin müziğini dinle der” sözleriyle başlar. Akın’ın belgesel filmi en az sinema kadar etkili ve ondan çok daha eski bir sanat olan müziğin dilini, kültürel çeşitlemelerini bir filmin odak noktasına oturtarak, İstan bul gibi bütün zamanların en önemli kentlerinden, Oksident ve Orient’in (Batı ile Doğu) kesişme noktasında olan bir şehri ve onun temsil ettiği kültürü, müzik aracılığıyla etkileyici bir şekilde yansıtır. Ermeni tehcirinin öyküsü Fatih Akın’ın olgunluk dönemi filmlerinden Yaşamın Kıyısında (2007), 60. Cannes Film Festivali’nin iddialı filmleri arasında gösterilmiş ve Akın, bu filmiyle de “en iyi senaryo” ödülünü almıştır. Bu, deyiş yerindeyse Fatih Akın’ın öyküsünü labirent gibi ördüğü, bir arayış ve yol filmiydi. Akın’ın filminde dram ve hüzün; mutluluk ve sevinç yaratan olguların üstüne çıkıyordu. Film üç epizod şeklinde düşünülmüş ve kotarılmıştı; ama bu epizodlar arasında organik bağlantılar vardı ve biri diğerinin anlamını pekiştiriyordu: “Yeter’in Ölümü”, Lotte’nin Ölümü” ve “Yaşamın Kıyısında”. Epizodlar birbirlerine teğet geçiyor ve klasik dramaturjiyle de oyun oynayan Akın’ın, filminden bize gösterdiklerini değil, ilettiklerini kavrıyorduk. Ülkemiz insanlarının yaşadığı travmatik olaylardan biri olan Ermeni sorunu hakkındaki görüşlerini de “Kesik”te (The Cut/2014) yansıttı Akın... Film aynı zamanda ilk ikisi “Duvara Karşı” ve “Yaşamın Kıyısında” olan “Aşk, Ölüm ve Şeytan” üçlemesinin üçüncü filmiydi. Akın, Kesik’te ülkemiz coğrafyasında yaşanan Ermeni tehciri bağlamında istenmeyen olaylar sonucunda dağılan ailesinin izini süren Nazaret Manoogian’ın öyküsünü anlatırken, geniş bir coğrafya içinde yaşam hakkında bizi düşünmeye sevk eder. Paramparça öncesindeki son filmi Tschick (2016) ise, hem ticari kaygıları düşündürten, hem de ırkçılık, ötekileştirme, kapitalist toplumların mekânik ilişkileri ve sevgisizlik gi Başrolünde Diane Kruger’in yer aldığı Altın Küre ödüllü filmi için Akın, “Diane olmasaydı başaramazdım” dedi. bi göndermeler içeren, başrollerinde çocukların olduğu bir filmdi. ‘Hayallerimdeki yönetmen’ Fatih Akın’ın son filmi “Paramparça (In The Fade/2017), eşi ve 6 yaşında oğlunu bir patlamada kaybeden Katja’nın öyküsünü anlatıyor. 75. Altın Küre Ödülleri’nde büyük bir başarıya imza atarak “Yabancı Dilde En İyi Film” Altın Küre Ödülü’nü kazanan ve başrolünde Diane Kruger’ın yer aldığı filmi için Fatih Akın, tören sonrası yaptığı açıklamada, “Buralarda olmak çok güzel. Adaylık zaten benim için ödüldü. Diane olmasaydı bunu başaramazdım. İnşallah Oscar’da da oluruz. İlginç olan şey şu: şimdiye kadar yaptığım en kişisel filmim, beni en ileriye götüren film oldu” dedi. Diane Kruger ise, “Bu filmde yer almak hayallerimin gerçeğe dönüşmesini sağladı. Hayallerimdeki yönetmenle çalışma fırsatı buldum, çok gururluyum” derken, filmdeki rolüyle Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldı. Paramparça’nın yaklaşmakta olan 2018 Oscar ödüllerinde, Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde Almanya adına aday olduğunu ve Oscar ödülünü almasının da sürpriz olmayacağını ekleyelim. Sonuç olarak Türk kökenli bir yönetmenin elde ettiği bu büyük başarıların arkasında, sahip olduğu kültürel çeşitliliğin ve bu zenginlik bağlamında yaşama dışarıdan bakabilmesinin ve en önemlisi “ötekileştirilememiş bir öteki” olmasının payını eklemek lazım. Emre Tansu Keten Sıfır Bir: Bir Zamanlar Adana’da Şehrimde doğduysan erken büyüyeceksin* Kurgu “Sıfır Bir: Bir Zamanlar Adana’da” beklenilenden daha gerçekçi ve “kanlı” bir finalle üçüncü sezonu geride bıraktı. İki sezon YouTube üzerinden yayımlanan dizinin şimdi bir internet platformuyla anlaşması, haklı olarak, dizinin “aşırılıklarından temizleneceği” endişelerini yaratmıştı. Ancak yönetmen, üçüncü sezon boyunca izleyiciden sakındığı şiddeti, sezon finalinde (beş dakikalık bir görsel şölen! olarak) bonkörce dağıttı. Üstelik gelecek sezon için ciddi riskleri üstlenerek. Aslında üzerine çok yazılıp çizilen bir dizi olmadı Sıfır Bir. Bu açığı Gazete Duvar’da ilk olarak Selim Temo, ardından bu yazıya cevap niteliği de taşıyan bir yazıyla Hüseyin Akcan kapatmaya çalıştı. Temo yazısında, dizinin aşağıdan, dışlanmışların gözünden anlatımına dikkat çekerek, “Eli klavye gezenler kopyalayapıştır dergilerde manalı söz kasmaya baksın, bu adamlar şiddetin poetikasını duvarlara çakıyor” diye yazıyordu. Akcan ise, şiddetle var olan, eril bir mikro iktidar olarak mahalle abiliğinin kutsanmasının tehlikelerinden söz ediyordu. Birisi estetik, diğeri politik pencereden bakan iki yazının Sıfır Bir’in algılanması noktasında birtakım doğruları barındırdığını düşünüyorum. Polisiye roman benzeri yapı Öncelikle Sıfır Bir, Türkiye dizi piyasasının üzerinde nitelikte bir işi, sadece kendi kaynaklarına dayanarak ve oldukça genç bir kadroyla kotarmış bir dizi olarak kıymetli bir yerde duruyor. Bunun yanı sıra amatör oyuncuların oldukça usta performansları, Adana mahallelerinin, sansür dert edilmeksizin konu edinilen günlük ritüelleri, dizinin iyi bir tamamlayıcısı olan (yine aynı mahallelerden doğan) rap müzik bize bir suç dizisinden daha fazlasını sunuyor. Sosyal medyanın yardımıyla gitgide daha da standartlaşan, kısırlaşan kültür endüstrisi ürünlerinin yaratamadığı bir ‘aura’yı yaratmayı başarıyor. Bunu yaparken Kafa, Bavul tipi dergilerin piyasaya sürdüğü mahalle/sokak edebiyatının sterilliğini açık edecek, hat Sıfır Bir, AKP döneminde yaygınlaşan “gemisini kurtaran kaptan”cılığın, mafya liderlerinin el üstünde tutulmasının ve gelir adaletsizliğinin uçurum haline gelmesinin yarattığı çeteleşmenin bir resmini sunuyor. ta onları gülünç kılacak derecede sahici bir metin ortaya koyuyor. Ancak iş, sahicilik ile dizinin kahramanlarının idealleştirilmesi çelişkisine geldiğinde sorunlar başlıyor. Ernest Mandel’in Hoş Cinayet kitabında bahsettiği La Breton’cu polisiye romana benzer bir yapısı var Sıfır Bir’in... “İyi suçlular”ın “kötü suçlular”la mücadelesini konu edinen bu romanlarda, “iyi suçlular” dostluğa, üyeler arası adil bölüşüme, polisle işbirliği yapmamaya ve belirli bir ahlaki çerçeveye sahip çıkarken, “kötü suçlular” ise birbirlerini kazıklar, gammazlar, her türlü yoldan para kazanmaya çalışıp, her türlü ahlaksızlığı yapar. Türlü suçun cirit attığı Hürriyet Mahallesi’nde Savaş’ın çetesi, sadece hırsızlık yaparak büyür. Uyuşturucu satanların, çocuk tacizcilerinin, tefeci lerin, kadın pazarlayanların ise cezasını verir. Kız kaçırma, aileler arası husumet gibi olayları çözer, mahalleliye yardım eder. Çete üyelerinin kaderleri çocukluklarında çizilmiştir. Zorunlu göç, yoksulluk ve daha varlıklı kişilerden gördükleri zulüm, yetişkin zamanlarındaki hırsızlık ve cinayetlerini meşrulaştıran bir etken olarak işlenir. Yok edildikçe yenileri ortaya çıkan mutlak kötü düşman imgesinin karşısında Savaş ve ekibinin ahlaki üstünlüğü, işledikleri ve işleyebilecekleri bütün suçları görünmez kılar. Kamu spotu gibi sahnelerin bol olduğu dizide kahramanlarımız, bırakın uyuşturucuyu, sigara dahi içmez. Gözünü kırpmadan insan öldüren Cio, Anafor’u can çekişen bir köpeği öldürdüğü için tokatlar. Yazılmamış bir yasanın muktedir koruyucusu olarak Savaş ve ekibinin yüksek ahlakı, dizinin en güçlü tara fı olan sahiciliğine ciddi bir halel getirir. Şiddetin hedefi ve motivasyonu, kolluk güçlerine de karşı mücadele etmesi gereken “iyi suçlular”ı, devletin koruyucu şiddetinin basit bir aracı haline getirir. Hürriyet Mahallesi’nin mikro iktidarı, makro iktidarın işlerini görmekle yetinir. Adana’nın şiddet piyasası Bunun yanı sıra, dizinin bir hikâyesizlikle ilerlediğini söylemek gerekiyor. Üç sezon boyunca, sağlam bir izlekle örülmüş hikâyeye rastlayamıyoruz. Onun yerine sadece şiddetin kurucu unsur olduğu, (değişen) düşmanların birbirlerini yok etmeye çalıştığı, “kötü suçlular”ın cinayetlerinin intikamının alındığı bir senaryoyla karşı karşıyayız. Doktor ile Savaş’ın aşkı, Uğur’un sevgilisinin tehlikeli planları vs. bu tür hikâyeler yaratmaya yetmemekle birlikte, dizinin geneline ayrıksı bir yerde duruyor. Mandel’in dediği gibi, polisiye/suç/kara romanın kendisinin de şiddetten doğan ve suçla beslenen burjuvazinin yükselişiyle aynı dönemde ortaya çıkması tesadüf değildir. Çünkü burjuva toplumunun tarihi özel mülkiyetin tarihi, özel mülkiyetin tarihi ise kendi zıddının, yani suçun tarihidir. Bu açıdan Mandel, sadece şiddet ve intikam katharsis’i olarak görmez bu romanları; toplumun kirinin pasının, gizlenmeye çalışılan yüzünün ortaya çıktığı metinler olarak görür. “Sıfır Bir”de, özellikle AKP döneminde yaygınlaşan “gemisini kurtaran kaptan”cılığın, mafya liderlerinin el üstünde tutulmasının, yargıda ve Emniyet’teki siyasi çatışmanın getirdiği boşlukların, gelir adaletsizliğin uçurum haline gelmesinin yarattığı çeteleşmenin bir resmini sunuyor. “Bir dizi gerçeği mi aktarmalı, sosyal bir sorumluluğu mu olmalı” sorusuyla aklı karışık olsa da, sinirli insanların kenti değil, sürekli bir oluş halindeki kapitalist kent olarak Adana’nın şiddet piyasasını bize gösteriyor. * Esat Bargun, Sıfır Bir 1. Sezon 3. Bölüm C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle