Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 1 ŞUBAT 2015 / SAYI 1506 T Sanki devlet başka, “DERİN”i başka... ürkiye’de şimdiye kadar hiçbir iktidar bu kadar çok kullanmadı bu kelimeyi. Görülen o ki, “Yeni Türkiye”nin bazı kilit kelimelerinden biri olarak daha çok duyacağız. “Derin devlet”, AKP iktidarının kendine bulduğu günah keçisi. Oysa Hrant Dink cinayetinde de, son haftalarda Cizre’de çocukların kolluk güçlerince öldürülmesinde de görüyoruz ki, katiller çok da “derin”de değil. Dolayısıyla bununla gerçekten yüzleşebilmek için sanık sandalyesine önce “devlet”i oturtmak gerekiyor. Bakın, Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nde siyaset doktorasını yapmış ve bu konudaki ilk akademik kitap unvanına da sahip olacak “Türkiye’de Derin Devlet” adlı çalışması Routledge Yayınları’nca şubatta basılacak olan Dr. Mehtap Söyler neler anlatıyor. Türkiye’de özellikle son bir yıldır sık sık dillendirilen bir kavram haline geldi; “derin devlet”. Biliyoruz ki bir kavram ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar içi boşalıyor. Bu anlamıyla bugünkü “derin devlet” algısı ve kullanımıyla, öncekiler arasında bir fark var mı sizce? Derin devlet Türkiye siyasetini en iyi tanımlayan kavramlardan biri. Bir bakıma bu ülkedeki demokrasinin gayri resmi ve hakiki sicil kaydı. Bu yüzden, diğer siyasi kavramlarda olduğu gibi bu ana kavram da kullananların amaçlarına alet edildiği için anlam kaybına uğruyor. 1970’lerden 2000’li yıllara dek, derin devlet Türkiye’deki siyasi rejime koşut olarak, ordu kaynaklı bir tahakküm biçimi olarak algılandı. Hem resmi, hem de gayri resmi kurumlara dayanan çifte tahakküm biçimi. İlk kez 1974’te dönemin Başbakanı Ecevit, NATO içindeki Gladio adlı gizli örgütlenme tarafından kurulmuş Kontrgerilla ve eylemlerinden bir tesadüf eseri haberdar oldu ve bunu gündeme taşıdı. Kontrgerilla Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlıydı ve resmi adı Özel Harp Dairesi’ydi. Eski Cumhurbaşkanı Demirel “asker devlettir, derindeki devlettir” dedi. 1990’lardan itibaren Kürt sorunu ve derin devlet iç içe geçti, Susurluk ve Şemdinli skandallarında belgelendiği üzere faili meçhuller, kayıplar ve organize suç devletin üst kademelerinden yürütülür hale geldi. Günümüzde ise AKP hükümetlerinde siyasi rejimin dönüşümüne koşut olarak, derin devlet algısında süreklilikle birlikte değişiklik, daha doğrusu bir bulanıklık olduğunu söyleyebiliriz. Güvenlik sektörü üzerine yoğunlaşan bir algının olması, algıdaki sürekliliğin işareti. Öte yandan kavram neredeyse her şeyi kapsayacak şekilde bir genellemeyle, siyasi elitler tarafından diğer partinin meşruluğunu zayıflatmak ya da kendi hesap verme yükümlülüğünden kaçmak amacıyla araçsallaştırılıyor. AKP “paralel devlet” söylemiyle aslında “iç düşman” tanımını yapıyor. CHP parti içi muhalefeti derin devletin ve MİT’in bir operasyonu olarak açıklıyor. Bence bu bulanık algıda, geçmişten günümüze bu kadar merkezi bir konumda olmasına rağmen derin devletin geniş kapsamlı siyasi ya da akademik bir tartışmanın ya da kavramsal uzlaşı arayışının nesnesi olmamasının önemli payı var. Ecevit “derin devlet”ten 1978’de savcı Doğan Öz sayesinde haberdar oldu ve savcı Öz araştırmaları nedeniyle öldürüldü. Oysa şimdi iktidardakilerin ağzından düşmüyor “derin devlet” söylemi. En son Cizre’de çocukların öldürülmesinde gördük bunu. İdris Naim Şahin, 2009’da Küçükçekmece’de molotofkokteyli atılan otobüste yanarak ölen Serap Eser olayıyla ilgili de, “Yapanlar MİT elemanıydı” dedi. Sanki bunlarda devletin hiç suçu yokmuş, devlet mekanizması, derin devletten farklıymışçasına sunuluyor bize. Gerçekten öyle mi? Susurlukla ifşa oldu “derin devlet”, Hrant Dink cinayetiyle daha da çok konuşulur hale geldi. Artık insan hakları savunucularından daha çok iktidar tarafından kullanılıyor bu kavram. Oysa bir zamanlar, Savcı Öz dönemin başbakanı Ecevit’e “derin devlet”i ifşa eden dosyaları verdiği için öldürülmüştü. Biz de Dr. Mehtap Söyler’le “derin devlet”in geçirdiği dönüşümü, mevcut devlet icraatlarının “derin”iyle göbek bağını, “derin devlet”i kışkırtanları ve onunla nasıl yüzleşileceğini konuştuk. ESRA AÇIKGÖZ 2 1 Türkiye’de derin devlet ve devlet birbirinden ayrı işleyen mekanizmalar olmadı. Bugün için sorabileceğimiz önemli soru, devletle hükümet arasındaki ilişki. 2000’li yılların sonlarına kadar devlet ve hükümetler arasında kâh uzlaşmacı, kâh gergin, ama belirgin bir ayrım olageldi. Biliyorsunuz savcı Öz, dönemin başbakanı Ecevit’e Kontrgerilla’yı deşifre ettiği raporunu sunduktan sonra öldürüldü. Derin devlet hükümetin kontrol alanı dahilinde değildi. AKP’nin son genel seçimlerde iktidarını perçinlemesi ve ordu üzerinde konsolide demokrasilere göre eksik ve antidemokratik bir kontrol sağlamasıyla hükümet ve devlet arasındaki ayrım silikleşti. Cizre’de çocukların öldürülmesinde hükümetin “paralel devlet” tespiti yapması üzerine bir soru aklımıza geliyor: Neden 1990’larda JİTEM tarafından gerçekleştirilen faili meçhul ve yargısız infazların yaşandığı bir yere, Hrant Dink soruşturmasının zanlısı olarak hakkında yakalama kararı çıkarılan Ercan Demir Emniyet müdürü olarak atandı? Ayrıca, “paralel devlet” yargısız infazdan sorumluysa o zaman sorumluları yakalamak yine devletin görevi değil mi? İdris Naim Şahin, İçişleri Bakanı iken bilgisi dahilinde böyle bir suç işlendiyse, bu onu da sorumlu kılmaz mı? Başka deyişle, bir kısırdöngü içindeyiz. Demin vurguladığınız gibi, güvenlik odaklı devlet anlayışı “derin devleti” destekliyor, kışkırtıyor. Başka? Kürt sorunu, milliyetçilik ve “iç düşmanlar” odaklı ideolojik algılama biçimi, derin devleti destekliyor ve kışkırtıyor. Bunlar güvenlik sektörünün demokratik kontrolünün sağlanmasını engelleyen ve cezasızlığı pekiştiren bir unsur olarak, derin devleti besliyor. Ayrıca Türkiye’de demokrasi tarihine baktığımızda hükümetle devlet arasındaki tarihsel tedirgin gerginlik, korku ve güvensizlik ortamının, siyasi elitte iktidarın ancak devleti ele geçirmeyle sağlamlaştırılabileceği inancını güçlendirdiği bir gerçek. Devlet eksenli ya da devletle özdeşleşmeye yönelik anlayışla siyaset yapma hali, derin devlet anlayışının bir parçası. tür davalarda başarı elde etme koşulları olarak hukukun mutlak üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, parlamento desteği ve medya yoluyla kamunun bilgilendirilmesini sayar. Türkiye’de sayılan tüm koşullarda hata yapıldığından davaların meşruiyeti temelden sarsıldı. Elbette bu davalar AKP’nin iktidarını güçlendirmeye yaradı ve tarihinde dört darbeye sahne olmuş Türkiye’de, hükümetle ordu arasındaki iktidar kavgasında etkili bir koz olarak kullanıldı. Gelinen süreçte, artık her şeyin tezgâh ve kumpas olduğuna dair yargıların bu kadar yaygın olduğu bir ülkede derin devletle yüzleşmek daha da zorlaştı gibi görünüyor. Ergenekon tahliyelerinde Veli Küçük gibi isimlerin de salıverildiğini göz ardı etmemek gerekiyor. Gerçekten bir yüzleşme olabilmesi, “derin devlet”in devlet mekanizmasından atılması için yapılması gereken nedir? Geldiğimiz süreçte, ne Kontrgerilla ve JİTEM gibi derin devletin kurumları devlet tarafından kabul edilmiş ve tasfiye yoluna gidilmiş, ne geçmiş darbelerle yüzleşilmiş, ne de hak ihlalleri ve siyasi sorumlular adalet önüne çıkarılmış durumda. Bunların yapılması için bahsettiğim derin devlet anlayışını besleyen unsurların hem Türkiye’deki siyaset sınıfı, hem de onları seçen halk tarafından sorunsallaştırılması gerekiyor. Derin devletle yüzleşmek hem devletin dönüşümü, hem de siyasetin dönüşümüyle mümkün. Barış ve sivil, çoğulcu bir anayasa ancak böyle bir süreçte gerçekleşebilir. l esraacikgoz@cumhuriyet.com.tr Derin devletin icra organları Türkiye’de devletin, “derin devlet”le göbek bağı Susurluk’la ayyuka çıktı. Hrant Dink cinayetiyle daha da çok konuşulmaya başlandı. Bu bağın en güçlü olduğu dönemler ne zamandı sizce? Derin devletin, devletin ta kendisi olduğu 1990’lı yıllar. Soğuk Savaş’ın sona erdiği, NATO’nun değişen güvenlik kimliği karşısında devletin güvenlik bunalımına girdiği ve yükselen PKK tehdidiyle zafiyet korkusunun güçlendiği yıllarda devleti güçlendirmek için hükümetler derin devletle eşgüdüm halinde çalıştı, onun aktörleri ve icra organı haline geldi. Hrant Dink cinayetiyle daha çok konuşulmaya başlanması 2007’den sonra hem ordunun siyasi özerkliğinin zayıflamaya başlamasından, hem de JİTEM’in kurucularından ve en karanlık olaylarda ismi geçen Veli Küçük gibi bazı deşifre olmuş unsurların ordu içinde tasfiye edilecekler arasına girmiş olmasından kaynaklanıyor. Öte yandan derin devleti bir suç çetesi ya da bir çıkar ağına indirgemek yanlış olur. Derin devlet aslında bir tahakküm biçimi ve devlet anlayışıdır. l “Fırat’ın ötesine” geçmedi 2008’de “Ergenekon davası”, 2010’da “Balyoz Davası”, 2011’de “İrticayla Mücadele Eylem Planı” davası açıldı. İnsanlar yıllarca içeride tutuldu ve sanki ufak bir hata yapılmış gibi her şey kapatıldı. Bu davaları ve gelinen süreci nasıl değerlendirmek gerekiyor? Öncelikle söylendiği gibi derin devletle yüzleşme davaları değildi bunlar. Baştan itibaren sadece darbe girişimi iddialarını kapsadılar ve “Fırat’ın ötesine” geçmediler. İtalya’da Gladio’nun tasfiye edilmesinde önemli rol oynayan yargıç Felice Casson, Ergenekon davası hakkında konuşurken bu 1. Son bir ayda Cizre’de dört çocuk kolluk güçlerince öldürüldü. 2. Savcı Doğan Öz, Ecevit’e kontrgerilla raporunu sunduktan sonra öldürüldü. 3. Susurluk’la “derin devlet” tüm ülkenin gündemine girdi. 3 U ATAOL BEHRAMOĞLU Trende... çakta yazıp yazdıklarımı yayınlamışlığım var ama, bir köşe yazısını sanırım ilk kez trende yazıyorum... İçimden geldiği gibi, özgür bir yazı olacak bu… Kimi kez böylesi belki daha da iyi… Tren benim için öncelikle özlemlerin adıdır… Yaşamımda otobüslerden, başkaca motorlu araçlardan ve hele uçaklardan çok önce trenler vardı... Altı aylıkken, gencecik bir anne ve gencecik babayla Çatalca’dan Kars’a gitmişim… On yaşındayken birkaç gün kaldığımız Erzurum ve oradan babamızın yeni görev yeri Çankırı’ya uzun bir tren yolculuğu… Bu kez benimle birlikte ikişer yaş aralı üç küçük kardeş daha… Çankırı tren istasyonu, istasyon kahvesi ergenlik yıllarımızın mekânlarından biriydi… Gelip geçen trenler beni uzak ve büyük şehirlere doğru düşlere sürüklerdi… O yılların ürünü şiirlerimden “Melankoli”de, “Mızıka”da o duygulardan esintileri vardır... Sonra büyük şehirlere, Ankara’ya, İstanbul’a kendi tren yolculuklarım başladı… Nedense hep tenha olarak anımsadığım üçüncü mevkii kompartımanların geniş ve ahşap üst ranzalarında uyumak ya da uzanıp hayal kurmak, gece trenlerinin koridor pencerelerinden yüzümü rüzgâra tutarak uzaktaki ışıklara, kara gökyüzüne, yıldızlara doğru olanca sesimle alaturka şarkılar söylemek bugün de özlemle anımsadığım duygusal yaşantılardır… Benim kuşağımın ve kuşkusuz öncekilerin yaşamlarımızda trenlerin silinmez, ölümsüz yeri vardır… Türk edebiyatında tren izleği (tema’sı) başlı başına bir araştırma konusu olmalıdır ve sanırım olmuştur da… İçten gelme yazımın bu bölümünü, şiirini ve kendisini en çok sevdiğim şairlerimizden Ceyhun Atuf Kansu’nun benim için unutulmaz iki dizesiyle tamamlayayım: Üçüncü mevkii vagonlardan taşan kebap kokusu İstasyon çeşmesinden garip garip akan su… *** Trenler sonraki yıllarda asıl başka ülkelerde yaşamlarımızın ayrılmaz parçası oldu… Paris odaklı yıllarımda Fransa içlerine, Almanya başta olmak üzere başka Avrupa ülkelerine sayısız tren yolculuğum oldu … Trenlerde yazılmış şiirlerim de var kuşkusuz… Bunların en sonuncusu bir hızlı trende, BordeauxParis hızlı treninde yazdığım ya da tamamladığım “Okyanusla İlk Karşılaşma”dır… Batı ülkelerindeki bu tren yolculuklarının ilginç yanı artık gecenin karanlığına doğru özlemli şarkılar söylemek değil, gündüz yolculuklarında bakımlı kırları kentleri görmek, istasyonlarda genellikle düzgün giyimli Batılı insanın oluşturduğu kargaşasız hareketliliği izlemek oldu… Şiirlerimde tren izleğinden söz etmişken, trende başlamamış olsa da çoğu dizeleri trende yazılıp trende biten “Attila Jozsef’in Şehrinde Bir Köprüden Tuna’ya Bakmak” adlı destansı şiiri de anmalıyım… *** Pendik garından 12.45’te hareket eden tren az önce Bozüyük istasyonundan geçti… Karla kaplı ovalardan geçiyoruz… Ufuk çizgindeki tepelerle birlikte her yer karla kaplı… Yazıya daldığım için kar görünümü hangi noktada, ne zaman başladı ayrımsamadım…. Fakat bu apak örtüyü özlemişim… Çok geçmeden ulaşacağım Eskişehir’in de karla kaplı olduğunu tahmin ederim. Hızlı tren adına yaraşır denebilecek bir hızla ilerliyor… Bıktırıcı duraklamalar da yok… Ve bir an sonra Eskişehir’e varmak üzere olduğumuz duyurusu. Şehrin çevresi gerçekten de karla kaplı, fakat yirmi dört saatten fazla kesintisiz yağan ve kent stadyumunda yetmiş beş santimetre olarak ölçülen kardan caddelerde iz kalmamış. Trende başladığım yazıyı Büyükşehir Belediyesinin konuk evindeki küçük odada tamamlamak üzereyim. Gece, Eskişehir Barosu Genç Avukatlar Meclisinin düzenlediği programda yine şiirler ve şarkılarla yüzlerce izleyicimizle birlikte olacağız.. Tren ve kar şiire de, Eskişehir’e de yakışıyor… l ataolb@yahoo.com C M Y B