22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

13 TEMMUZ 2014 / SAYI 1477 5 Gizem Karaca tası tarağı topladı Güzel Köy’ün Gülü, olarak ekranlarda görüyoruz artık GİZEM KARACA’yı. Son bir yılda pek çok sıkıntıyla karşılaştıktan sonra “artık aileme ve işime odaklandım” diyen güzel oyuncu, henüz büyük şehirden kaçma aşamasına gelmemiş ama bu fikri “B planı” olarak her zaman aklının bir köşesinde tutuyor. H anginizin aklına Şimdi Gül ile bu hayatı gelmemiştir ki, sıcak bir tecrübe ediyorum aslında, yaz günü egsoz dumanı bu yüzden iyi bir deneyim ve kalabalıkla örülmüş bir şehir olacağını düşünüyorum. meydanından geçerken, Sizce gerçek aşk ve “aslında buralarda yaşanmaz, dostluk Güzel Köy gibi güneye gidip küçük bir köye yerlere özgü duygular mı? yerleşmek lazım” diye. Büyük şehrin bu duyguları DENİZ Çoğumuzun cesaret edemediği yok ettiğini düşünüyor bu fikir üzerine gelişen bir dizi muunuz? ÜLKÜTEKİN Güzel Köylü. Star’da yayınlanan Hayır ama belki biraz dizinin Gül’ü Gizem Karaca, hızlandırıyor olabilir. Şehir şehirdeki aksiliklerden sıkılıp, bütün bizi hıza sürüklüyor. Hiçbir şeyi çok doya hayatını değişitirecek bir kararla Güzel doya yaşayamıyoruz. Bu açıdan, elbette Köy’e yerleşiyor ve hikâye başlıyor. Yaz köy yaşamı böyle duyguların daha üst aylarının bu eğlenceli dizisinin yıldızı düzeyde yaşandığı bir ortam. Gizem Karaca ile gerçek hayatta, tası Son bir yılda, magazin basınına tarağı toplayıp İstanbul’dan kaçmaya ne yansıyan zor günler de yaşadınız. Bu kadar meraklı olduğu üzerine bir sohbet dönemi tamamen atlattınız mı? Nasıl yaptık... hissediyorsunuz? Dizinin hikâyesinden bahsedersek, İşime ve aileme konsantre olmuş büyük şehirde hayatı kötü giden bir şekilde hayatımı yaşamaya devam kadın görüyoruz. Yolu nasıl Güzel ediyorum. Çok şükür ki her şey de Köy’e düşüyor? yolunda gidiyor. Aslında cok tesadüfi ilerliyor durum. Pek çok oyuncu iş yoğunluğu Şehirde ki boğuşmalar, özel hayat yüzünden baskı altında olduğunu ve problemleri ve iş sıkıntıları üst üste yorgunluk yaşadığını söylüyor. Sizin gelince kaçıyor Gül. Hepimiz bazen benzer şikâyetleriniz var mı? Sizce deriz ya, “kaçacağım bu şehirden” Türkiye’de oyunculuk mesleği nereye diye ama cesaret edemeyiz, Gül bizim gidiyor? yapamadığımızı yapıyor ve böylece Ben bu kadar olumsuz macera başlamış oluyor. düşünmemekle beraber daha da Gül, Güzel Köy’de ne gibi tezatlarla güzel olabilirdi kısmını da ele alıyorum. karşılaşıyor? Hikâye izleyiciyi nereye Şartlarımız daha iyi olabilir. Oyunculuk götürecek? güzel ama bir o kadar da zor bir Şehirde doğmus, büyümüş bir kız meslek. l için birden bir köyde yaşamak çok da kolay olmuyor. Zaten aslında Gül’ün adaptasyon süreci bence en eğlencesi. Düşünsenize bambaşka insanlar, bambaşka bir ev, hatta bambaşka bir şive. Şehirdekine göre çok farklı bir hayat. Elbette birçok tezat ve alışmadığı durumla karşılaşıyor. Sizin hayatınızda hiç büyük şehirden günlük hayatınızdan kaçtığınız dönemler oldu mu? Neler yaşadınız? Geleceğe yönelik böyle bir planınız var mı? Dediğim gibi bu şehirde yaşayan hemen herkesin hep aklının köşesinde duran bir “B planı” gibi... Birkaç sıkıntı, dert üst üste gelince hep ortaya çıkar böyle istekler. Benim de aklıma hiç gelmemiş değildi açıkçası. Ben politika yaparken sanat, sanat yaparken politika yaptım ALİ DENİZ USLU G ülsen Tuncer şimdi Kuvayı Milliye destanını klarnet ustası Gökhan Demirdöğmez ile okuma tiyatrosu olarak hazırlıyor. Bir de “Ya Habibi! Bahar Keder Kokuyor” devam ediyor. Fırsat buldukça üniversitelerde popüler kültürün insanları nasıl zehirlediğini anlatıyor. Tecrübelerini paylaşıyor ve öğrenmesi hiç bitmiyor. Bazen kendini resmi dairelerde evrakların korunduğu “yangında ilk kurtarılacak olan” dolaplara benzetiyor. Sanat ve politika arasındaki ilişki iyiden iyiye koparıldı. Ömrü, sinemayla politika yapıp, mücadele ile geçmiş biri tüm bunları nasıl yorumluyor? Öncelikle Gezi yeni bir milat, Türkiye coğrafyasında değişik görüşteki eğitimli eğitimsiz herkes harekete geçti. Ama önce kendi kırılmalarımıza bakalım. Cumhuriyet’in kuruluşundan kıyısından ucundan aldıklarımız zaten baki. Sonra 68 kuşağı olduk. Ben iyi bir 68 üyesi olmakla hep onur duydum, öğrenci temsilcisiydim. Zaten politize olmamız da kaçınılmazdı. Hak ve emek mücadelesini el yordamı ile keşfettik, bulduk, paylaştık. 68’in rüzgârını arkamıza aldık ama 1970 darbesi topluma ağır bir travma yaşattı. Kitaplar yakıldı, belgeler yok edildi, insanlar işkence gördü. Bir süre sonra suyun üstüne başımızı Kuşaklar arası çatışma ya da kopukluk her neyse o artık kalktı mı? Günün jargonunu, müziğini ve edebiyatını gençlerden takip ediyorum. Gezi ve sonrasında onlar uyandı, kendilerini keşfettiler. Bizim 68 dönemi öncesindeki saflığımızı tattılar. Bu tadı alan ondan vazgeçemez artık! Tabii artık bunun sürdürülebilir olması gerekli. Artık gençlerin ne istediğini herkes biliyor, onlarla doğru iletişim kurmak için iyi bir fırsat bu. Gelecekte biz yokuz onlar var, ama bizim tecrübelerimizi dinlemeliler. Bakıyorum da şu an gençlere yönelik metotlu ve planlı bir parti çalışması göremiyorum. İktidarlar doğası gereği gençlerden korkuyor ama muhalefet de gençlerden çekiniyor gibi geliyor. Nedir sizce siyasette durum? Bana sorarsan siyasetçiler kendilerine güvenmiyor. En asi, en katı, en uçarı genç ile bile iyi iletişim kurabilirsiniz kendinize güveniyorsanız. Korkarsan görmezden gelirsin, üstüne basmak istersin. Bizim gençliğimizde gençlik kolları çok önemliydi, beğenin beğenmeyin Mustafa Sarıgül, Deniz Baykal, Ertuğrul Günay gibi isimler oradan çıktı. Şimdi bir İşçi Partisi’nin gençlik kolları iyi, CHP çalışmıyor, AKP nasıl yapıyor bilmiyorum. Neye inanıyorsan inan, ister faşist ol ister komünist, ister sosyal demokrat. Hangi parti sana uygunsa ona katıl, onunla dönüş, onu dönüştürmeye çalış. Bir öğrencim oldu; Sanat politiktir halbuki. Ben politika yaparken sanat, sanat yaparken politika yaptım. Okumayı ise hiç bırakmadım, ertelemedim. Bir dönem İkinci Yeni’nin ortasına düştüm. Ece Ayhan yakın dostum oldu, Edip Cansever de öyle, Turgut Uyar’ı ve Cemal Süreya’yı tanıdım. İyi ve güzel insanlarla bir arada olma şansım oldu. Çocukken de klasiklerden oluşan bir kütüphanemiz vardı, pek çoğu Rus klasiğiydi. Hepsini henüz çocukken okudum. Onların izleri, gölgesi de kaldı üstümde. Zaten hep başımı kaldırarak yürüdüm, hep merakımın peşinden gittim. Bir de ben de cins ayrımı yoktur, insan vardır yalnızca. Olgunlaşmış insan, olgunlaşmamış insan ayrımı... Mesela Aziz Nesin buna ithafta bulunarak bana “Gülsen abi” derdi! En özlediğiniz dönem? Elbette yetmişlerin ikinci yarısı! Maddi olarak çok kötüydüm ama Adana’da Barış gecesi bile yaptık. Sonra Madenİş’ in grev çadırlarındaydım. 1 Eylül gecelerini hazırladım. İşçinin bir elektriği vardır, özel bir enerjisi. Siz buna ne derseniz deyin ama onlarlayken bu enerjiyi yakalarsınız, değişime inanırsınız. Cesaretiniz yerine gelir, umudunuz yeşerir. O yüzden işçilerle olmayı hep sevdim, hep inandım onlara. İnsandaki cevher bir slogan değil, ben bunu işçilerde gördüm. Şimdi sırada neler var? Benim iki çalışmam var; biri Kuvayı Milliye GÜLSEN TUNCER zamanının büyük çoğunluğunu gençlerle geçiriyor. Hem tecrübelerini anlatıyor hem de onlardan öğreniyor. Gezi sonrası gençlerde 68 ruhunu görüyor. Bu da ona umut veriyor. “Artık gençlerin ne istediğini herkes biliyor, onlarla doğru iletişim kurmak için iyi bir fırsat bu” diyor. Dünya görüşü ne olursa olsun gençlerin hızla politize olup siyaset yapmaları gerektiğini özellikle vurguluyor. çıkardık. Benim Madenİş dönemim de o zamana denk gelir, sonra da İlerici Kadınlar Derneği ve Barış Derneği... Anadoluya gidiyorduk, memleketi tanıyorduk, bir yandan da Ankara’da tiyatro yapıyordum. Değişime inanmıştık ki bu sefer de 1980 darbesi üstüne basılan kır çiçekleri gibi ezdi bizi. Bu hayatta ve memlekette hep bir kavganın ucundan tutup mücadele verdiniz. Hepsini anlatmak zor, yazmak daha zor. Savrulurken kaybolmamayı nasıl öğrendiniz? Biz çok hırpalandık, çok örselendik. Farkımız bizden öncekilerden el almışlığımızın olmasıydı. Ustalarla bir araya gelirdik, konuşurduk, tartışırdık, çalışırdık. İşte 80 sonrası kuşak bu şansı kaybetti, gençler ustalardan el alamadı. Politika, sanat, eğitim, her alanda bu kopukluk yaşandı. Mesela ne şanstır ki Uğur Mumcu ile kaç kere birlikte olduk, olabildik. Şimdi hayatımıza teknoloji empoze edilirken, gençler pek çok şeyi okumuyor, okumadan öğreniyor. Ortada çok bilgi var... Büyük bir ziyafetten aç kalktığımızı düşünüyorum. Bir de bela yanı var tabii internetin, antibiyotik gibi bir şey bu. Çünkü kullanım amacına göre faydası değişiyor. İşte gençler de kaos içindeydi, meczup gibiydiler. Sonra Gezi geldi, atmosfer olaylarında “anlamlı kaos” diye bir tabir vardır. Gençler kendini buldu, politize oldular, haklarını aradılar ve mücadeleyi öğrendiler. “ben sosyal faşistim” diyordu. Ben de bana iki sayfada bunu yazarak anlatmasını istedim. Uzun süre erteledi yazıyı, sonra geldiğinde “ben artık sosyal faşist değilim!” dedi. Çünkü araştırınca ne olduğunu öğrendi. Bizim bunun gibi bilmediğimiz o kadar gerçek var ki! İnsanlar neyi, niye savunduğunu dahi bilmiyor. Ya meslek örgütleri ve sendikalar? Günümüzdeki saçmalıkların başlıca sebebi de meslek örgütleri ve sendikaların bastırılmış ve öldürülmüş olmaları. 70’li yılların başında zinde ve aydınlık bir tavır varsa eğer, bu sendikaların eseridir. Şimdi sendikalar toprağın altında uyuyan tohumlar gibi. Sendikaların ve meslek örgütlerinin sağcısı solcusu olmaz ortak amaç insandır. Yani faşistsin diyelim, “günde 17 saat çalışacağım!” diye mi direneceksin! Elbette hayır, insani, vicdani standartlar neyse onun için mücadele edeceksin. Meslek örgütlerinin neredeyse hepsinde çalıştım, şimdi hiçbirinde değilim gidip orada kim ile kavga edeyim! İnsanların artık ayması gerekir. Gezi bir milattır tamam ama onu hikâye gibi anlatıp nostaljisini yaşamak yerine üstüne bir şeyler koymak gerekir. Gezi neydi, sonra nasıl saptırılmak istendi? Gezi’ye katılanlar şu an neler düşünüyor? Şu sıra en fazla çalışan olanaksızlarına rağmen Türkiye Yazarlar Sendikası. Oyuncu ve sinema örgütleri ortada yok. Davaya girersen devam edeceksin, girip de çıkmak daha kötü. destanı. Onu bir okuma tiyatrosu şeklinde hazırladım. Gökhan Demirdöğmez isimli çok yetenekli bir klarnet ustası ile çalışıyorum. Bir de “Ya Habibi! Bahar Keder Kokuyor” devam ediyor. Arap coğrafyasında kimilerinin bahar olarak tanımladığı değişimlerin emperyalist merkezlerce yönlendirildiği ve bu süreçten mutluluk değil ancak keder duyulabileceğini düşünüyorum. Tüm bunları da bu coğrafyanın şiirleri ve müzikleri ile anlatıyorum. Bahar kelimesi Guantanamo’de insanlara turuncu renk giydirmek gibi geliyor bu bana. Bir de popüler kültür ve toplum eğitimi veriyorum üniversitelerde. Popüler kültürün bizi nasıl zehirlediğini anlatıyorum. Var mı panzehiri? Politize olmak! Tüketim toplumu bizi nasıl tüketiyor, yeteneklerimizi nasıl köreltiyor, subliminal mesajlar, dayatmalar... Tüm bunları yılların tecrübesiyle, gözlemlerimle anlatıyorum. Bazen kendimi resmi dairelerde evrakların korunduğu dolaplar vardır ya “yangında ilk kurtarılacak olan” o dolaplar gibi hissediyorum. Hatta o dolaplardan biriyim sanırım! Bir de kitaplarımı bir kütüphaneye bağışlamak istiyorum, küçük bir etnografi müzesi kurmak belki de. Yıllardır topladığım, özenle koruduğum kültür ürünleri var. Bağımsız ya da özel bir müze olabilir bu. Öyle çok kitabım var ki, pek çoğunu da okumaya ömrüm yetmeyecek. Zaten ömrümün kalan yıllarını okumak ve düşünerek geçirmek istiyorum. l C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle