03 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

22 HAZİRAN 2014 / SAYI 1474 7 Kendimle dalga geçtikçe güvenim arttı Müziğin karikatürünü yapıyorum Müzik devam ediyor mu? Uzun metraj bir film geldi, bir romanı çekiyorlar. Orada bir şarkıcıyı canlandıracağım, doğal olarak da bir şarkı yaptım ismi de “elimi soksam!” Benden daha ne beklenir ki zaten! Ben müziğin karikatürünü yapıyorum. Şarkı dediğin alır götürür, ben güldürüyorum. Konser de veriyorum ama iki şarkı sonra şova dönüşüyor. Gençler beni seviyor, ben de onları seviyorum. Bana duyulan o büyük antipatiyi sempatiye çevirmek en büyük kazancım oldu. Ben kendime sanatçı demeye utanırım. Derdim başka! Kolay mı sanatçı olmak? Fazıl Say varken kim sanatçı? Ben eğlendiririm, güldürürüm, olayım bu benim. Şov adamıyım ben yalnızca, o kadar. Şöhret? İçimi acıtan çok şey var mazide. Antideprasan alıp, içki içip gittiğim işler oldu. Şöhret boktan bir şey, alışıyorsun bırakamıyorsun, uyuşturucu gibi. Yılın En İyi Çıkışı’nı yaptım 1998’de, ertesi yıl en iyi iniş, daha doğrusu çakılış da bana aitti. Olduğum yerde yükseldim ve aynı yere çakıldım. Şimdi göğsüme gelen sert topu yumuşattım ama golümü hâlâ atamadım. l E UR D Ğ U : f ra Fotoğ MİR Atilla Taş’ı nasıl bilirsiniz bilmiyorum ama o bildiğiniz adam değil. “Kim peki?” derseniz onun da yanıtı bende yok. Atilla Taş hikâyesiyle, yaptıkları ve yapamadıkları ile Türkiye’nin sıra dışı karakterlerinden. Önyargıları kırmak elbette zor ama bu röportajı başka bir gözle okumayı deneyin. İşte bunlar hep direnmek! S televizyonda ağlayan, pis bir osyal medyanın en çok magazin figürü hem de... Ben konuşulan karakterlerinden bir yıl öncesine kadar dibin de Atilla Taş. Mizah ile ciddiyet dibindeydim. Sosyal medya, arasında onu seven de çok şansım ve yeniden doğuşum eleştiren de. Son dönemin dili sivri oldu. Uçurumun kenarındaydım, muhalifi aynı zamanda geçmişiyle aşağıya bakmadan atladım, şansa de barışık. İçini acıtan tecrübeleri denize düştüm ve hayatta kaldım. fazla. Şöhretin ne menem bir 90’lı yılların sonuna damgamı hastalık olduğunu biliyor. “En iyi ALİ DENİZ vurdum! Günahıyla sevabıyla çıkışla” ve hemen ertesindeki “en USLU büyük bir başarıydı bu. Erol Köse iyi çakılışın” buruk tadı ise hep ile çalışıyordum o dönemde; ağzında; “Olduğum yerde “buradan atla, buraya zıpla, şuraya zırla, ona yükseldim ve aynı yere çakıldım. Şimdi laf çak, ona laf sok” şeklinde yönetiliyordum. göğsüme gelen sert topu yumuşattım ama O zaman magazin daha da çirkindi. Sabah golümü hâlâ atamadım” diyor. programlarında karaktersizliğin dibine de Atilla Taş ismini duyunca yüzlerini vurdum. Ben o şartlara sonuna kadar uydum, ekşitenler yerini dudaklarında sempatik intihar ettim bir anlamda da. bir tebessümü olanlara bıraktı. Nasıl oldu Sonra ortalardan kayboldunuz. evrim? Nerelere sığındınız, neler yaptınız, ülkeden Müthiş, tarifsiz bir önyargıyla yaftalandım. mi kaçtınız? Tabii haklıydı da böyle düşünenler, Fetret dönemim başladı. Önce Londra’ya savunulacak hiçbir yanım yoktu! Zırzop ve gidip dil öğrendim, sonra iki yıl Amerika’ya aşağlık bir magazin figürü olarak görüyordu gittim. Sinema okudum, soluk aldım. Kendimi herkes beni. “Ham Çökelek söyleyip, geliştirdim, sürekli okudum. Ben zaten çok okuyan bir adamım ama bunu söylediğimde de gülüyor insanlar! Cahil değilim emin olun. Bana salak bir karakter oynattılar, oynadım orada Atilla Taş’ı. “Twitter yeniden doğuşum oldu” dediniz. Size gelmeden önce arkadaşlar şunu sordu. “Bu adamın twittlerini başkası yazıyor olmalı. Bunu sor ona!” Herkes bunu soruyor, yok öyle bir şey! Benden tuhafları da var diye düşünüyorum artık. Altı üstü telefonla üç beş cümle yazıyorum, bunun mesaisi nedir, üretkenliği nedir? Yani demek insanlar beni yazmaktan bile aciz birisi olarak tanıyor, işte bu büyük sıkıntı. Şimdi beni çok ciddi insanlar takip ediyor, bazı şeylere aklımın ermediğini düşünüp aşağlıyorlar. Gizli gizli takip edenler de var, alalen küfür edenler de... Twitter maceranız da gerçek isminizle başlamamıştı. Neden çekindiniz? Evet, “mikikolog” diye girdim. Muhalif yazıyordum ve çok rahattım. Sarkastik, iğneleyici, hicivli... Sonra “bu kim?” demeye başladılar, önemli de insanlar izlemeye başladı beni. “Niye gizleniyorum?” diye sordum kendime, cevaba ben de güldüm; “Ben Atilla Taş’ım!” Gerçek ismimi yazarsam herkes kaçacaktı, ama kendim olmak istedim. İnsanlar beni anlasınlar, “aptal değilim”, “kafam çalışıyor”, “dünya ile derdim var” bunu bilsinler istedim ve korka korka ismimi yazdım. Gerçek kimliğimi açıkladığımda doğal olarak herkes beni terk etti, “yazık lan” dediler genelde. Kırılma noktası PSY’nin “Gangnam Style” şarkısını “Yam Yam Style” diye yorumlamanız oldu değil mi? Biz onu yaparken internete koymayı düşünmemiştik, aramızda yapmıştık ve çok eğlenmiştik, ağır bir rezaletti çünkü. İnternete koyunca milyonlara ulaştı, öyle saçmaydı ki çok sevildi. Ben de güleyim mi ağlayım mı bilemedim, ama topa girdim, iyice makara arttı. Kendimle dalga geçtikçe, güvenim arttı. Daha güçlü hissetmeye başladım, günah çıkarıyor gibiydim. Sonra da ironinin ucu kaçtı! l “Kırmızılım” şarkıma sosyalist marşı derlerse! BirGün Pazar ekinde “Ne çektin be kırmızı!” isimli bir yazı yazdınız. Devamı gelir mi? “Şimdi bu mu çıktı?” diyenleri duyar gibiyim. “Evet yazdım” ama sor bir niye? Niye? Antalya’da Gezi Parkı olaylarında altı genç öğrenci kardeşimizi polis gözaltına alıyor, üçü serbest kalırken üçü tutuklanıyor ve içlerinden biri olan Ayşe Deniz’in taktığı kırmızı fuların, ‘sosyalizm simgesi’ olduğu tutanaklara geçiyor ve bu gençlere 93 yıl hapis isteniyor! Derdim de burada işte. Ben de “kırmızılım” diye bir şarkı yapmıştım. “Kırmızılım sana yandı canım diyordum” şarkıda. Yıllar önce bilinçaltına itilmiş sosyalizm korkusu, bir genç kızın fularında bir terör simgesine dönüşürken, her yılbaşında şans için giyilen iç çamaşırında bambaşka bir şeye bürünüyor. Ama kimseye “giydiğin iç çamaşırı kapitalizmi simgeliyor, neden giydin bunu?” demiyorlar değil mi? İşte bunu diyorum o yazıda. İyi ki o şarkıyı eskiden yapmışım, yoksa şarkıda kırmızı geçiyor diye sosyalizm marşı sayıp beni de tıkarlarmış içeri... Peki, korktuğunuz oluyor mu, çekindiğiniz? En değerli tweet’ler de silinenler aslında. Çünkü otosansürümüz büyük! Ama korkmuyorum, hem de hiç. Sular bulanmadan durulmaz, demokratik diktatörlükle yönetiliyoruz. “Benim, benim, benim” demekle olmaz, her şey bizim. Demokrasi bize dar mı geniş mi göreceğiz, daha da çekeceklerimiz var, öyle görünüyor. Bir de hatırlatma “alkollü kafayla twitt atılmaz!” Ben kaostan besleniyorum, her şey süt liman olsun, huzura kavuşsun, ben biterim! Ekmek teknem kapanır huzur gelirse, o yüzden hemen ortalığı karıştırmam lazım. Tanıdık geldi mi bu söylediklerim? Şaka bir yana ülkenin yönetim şekli bu. l Gezi Direnişi döneminde diliniz ve muhalefetiniz iyice sivrildi. Önceden de öyleydim ama Gezi herkes için bir milat oldu. Bunu da bir twitt olarak yazdım hatta; “bu ülkede apolitik olmak denize girip ıslanmamak gibi” diye. Gezi’de herkesin morali bozuktu, öfke arttı, isyan başladı. “Taksim’e bu kadar biber gazına gerek yok, ben bir bir konser verseydim dağılırdı millet” diye bir twitt attım. Bunu atarken de çok düşündüm, çünkü mizah ile ciddiyetsizlik arasında kalmıştım. Sonra şiddetin dozu arttıkça her şey değişti. Politik olarak nerede duruyorsunuz? Ben siyaset üstüyüm, vicdanın tarafındayım. Ülkeyi babasının çiftliği gibi yönetenler, kanunları kendilerine biçenlerin karşısında elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Ben tüm bunlara muhalefet ediyorum. “Muhalefet sana mı kaldı?” dersen, durum ortada! Kara propaganda çok masum bir çocuğu terörist olarak gösterebilirken, çok üçkâğıtçı hırsız bir adamı da hayırsever olarak gösterebilir. Ama insanlar bunun farkında. Dünya yanıyor herkes bunu görüyor. Şöyle bir de twittiniz vardı. “yetkili makamlarca yalanlanmadıkça, hiç bir şeye inanmam”. Senin inanmanı istemedikleri şeyi yalanlıyorlar, çünkü sen doğruyu görüyorsun! Ne de olsa otoriteye hasta bir milletiz, gücü seviyoruz. İtilip kakıldıkça sadakatimiz artıyor. Elbette sosyal medyanın eksileri de var. Twitt atıp vicdanı rahatlatmak büyük yanılgı. Mastürbasyon da çok yapılıyor bu anlamda. Mizah savunmaktır, direnmektir. İşte bunlar hep direnmek. l ATAOL BEHRAMOĞLU Baku’da ilk günden izlenimler ıllardır gezegenimizin köşesini bucağını gezen biri olarak, bir kenti görmek için neresinden başlamak gerektiğini, nerelerini görüp yazmak gerektiğini yine de tam olarak öğrenebilmiş değilim. Belki de tek bir yöntemi yoktur bunun… İçinden geldiğince, herhangi bir sıralama gözetmeden yazmak en iyisidir belki de … Önceden ve birçok kez geldiğiniz bir kentte, kentin bugününü görmekten çok anıların baskınına uğruyorsunuz… Onlar da bölük pörçük… Hangisi ne zaman, hangi gelişte yaşandı… 1970 başlarındaki ilk Baku yolculuğumda MoskovaBaku uçağından indiğimde çocukluğumun Kars’ına gelmiş gibi olmuştum… Sonra, bozuk paraları yutup da çalışmayan sokak telefonları, Sovyetler Birliği’nin farklı bir bölgesinde, bize daha çok benzeyen bir yerinde olduğumu hemen göstermişti… Nâzım Hikmet’in senaryosundan çekilen “Aynı Mahalleden İki Kişi”yi o ilk gelişte mi, 70’li yılların ortalarında bu kez Türkiye’den bir sinemacı ekibiyle geldiğimde mi izlemiştim, anımsamıyorum… Sonraki gelişlerimden bir başkası Baku Üniversitesi’nde konusu şiir çevirisi olan bir sempozyumda bildiri sunmak içindi.. Baku’ya her gelişimde bu kenti daha değişmiş buluyorum. Gelişip büyüdüğü kuşkusuz. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kendini en Y önce toplayan ve yeni döneme fazla zorlanmadan uyum sağlayan ülkelerin ve kentlerin başında Azerbaycan ve Baku’nun geldiği söylenebilir… Şu anda bulunduğum “Kafkas” oteli de içlerinde olmak üzere her yandan yükselen dev yapılar, muazzam havaalanı İstanbul trafiğini aratmayacak araba bolluğu bunun kanıtı… Fakat bu, işin bir yanı… Öte yandan, bu gün kurultayın açılış konuşmacılarından (dilimize de çok sayıda kitabı çevrilen) politikdedektif yazarı Cengiz Abdullayev heyecanlı konuşmasında gençliğin artık okumadığından yakınıyordu. Verdiği örnek ise etkileyiciydi: Önceki dönemde 114 kitabevi olan Baku’da bu sayı 4’e düşmüş… Kitabevleri tüketim ürünlerinin satıldığı mağazalara dönüşmüş… Azerbaycan’ın büyük kentlerinden Gence de tek bir kitapçı kalmamış… Buna karşın, kurultayın yapıldığı “Muğam Merkezi”nin büyük salonu, herhalde büyük çoğunluğunu Azerbaycan Yazıcılar Birliği üyelerinin oluşturduğu, herhangi bir Batı kentinde görülebilecek şıklıkta kadınlar ve erkeklerle doluydu… Pek çok konuşmacı arasında 1984 doğumlu çok genç bir yazarın, Pervin Nuraliyeva’nın akıcı ve çok düzgün bir Azeri Türkçesiyle yaptığı konuşma, Azerbaycan genç kuşağı adına onur verici, hayranlık uyandırıcıydı. Nuraliyeva’nın “Balerin” adıyla, Akçağ yayınevince bir öykü kitabı yayınlanmış Türkiye’de. Bana imzaladığı bu kitabı ilgiyle okuyacağım ve umarım düş kırıklığına uğramayacağımı umuyorum… Yine bugün akşamüstü iki delikanlı, “Kulis.az” adıyla bir internet dergisi çıkaran Tural ve Mir Mehdi, benimle bir söyleşi yapmak için otele geldiler. Yaklaşık bir saat süren söyleşide, sanattan siyasete, felsefeden toplum bilime, her konuda konuştuk… Türkiye’yi internet ve televizyon kanalları üzerinden dikkatle izleyen bu gençler de, bilgi birikimleri, akıllı sorularıyla beni Azerbaycan gençliği adına umutlandırdı. Anar tekrar başkan seçildi ve öyle olması da gerekiyordu… Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin (onlar Yazıçılar İttifakı diyor) seksen yıldır var olmayı sürdürmesi büyük bir olay. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra da devlet desteği (yönetim yerleri olan büyük ve tarihi yapıyı korumaları, çıkardıkları dergilere maddi katkı) belli ölçülerde sürmüş, sürmekte… Bunda Anar’ın seçkin kişiliğinin, güçlü yazarlığının baş etken olduğu kuşkusuz… Bizim 40 yıllık sendikamızın durumu ise ortada… Azerbaycan’ın her alanda varlığı kuşkusuz sıkıntılarını gecikmeksizin aşacağına, bölgenin ekonomide olduğu kadar kültür ve sanat alanlarında da giderek daha da güçlenen bir ülkesi olacağına inanıyorum. l [email protected] C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle