02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 24 KASIM 2013 / SAYI 1444 Ben romanlarımda yaşıyorum Şebnem İşigüzel, 20 yıl önce ilk kitabıyla hayatımıza girdiğinden beri insanın kötücüllüğü, karanlığı üzerine kafa yoruyor. Son kitabı Venüs’ün iyimser bulunması biraz da bundan. Çünkü bu sefer trajedilere rağmen ayakta kalmayı başarmış kadınlar, kahramanları. Bir kadının yaşamöyküsü üzerinden bir aile tarihini anlatırken, bir ülkenin kuruluş hikâyesine de göz atıyor. Venüs’ün ondaki yeri ayrı, çünkü kendi ailesinin kadınları da dile geliyor. Söyleşi: ESRA AÇIKGÖZ Fotoğraflar: VEDAT ARIK Şebnem İşigüzel, ilk kitabı “Hanene Ay Doğacak”ı çıkardığında 20 yaşındaydı. Kitabın takma isimle yazıldığı düşünüldü. Ensest, ölü sevicilik gibi Türkiye’nin tabu olan konularını ele alıyordu roman, içe işleyen bir dille. Okuru kendi karanlığı, kötülüğüyle yüzleştirdiği kitaplarının devamı geldi; “Öykümü Kim Anlatacak?”, “Eski Dostum Kertenkele”, “Neşeli Kadınlar Arasında”, “Sarmaşık”, “Çöplük”, “Resmigeçit”, “Kirpiklerimin Gölgesi”. Şimdi de İletişim Yayınları’ndan çıkan “Venüs”le karşımızda İşigüzel. Bir aile tarihçesini anlatıyor bize; kadınlar üzerinden. Çünkü acılara tanıklık edenlerin kadınlar olduğunu biliyor. İşte o yüzden sadece bir aile anlatısı olmakla kalmayıp, bizi ülkenin tarihinde, karanlık köşelerinde de gezintiye çıkardığı bu romanı kadınlar üzerinden kuruyor. Sözü sahibine bırakalım... Venüs’ü yazma fikri nasıl oluştu? En temelde ailemin verdiği bir ilham. Bu defa kendi soyağacımın dallarında şakıyayım, dedim, ama hikâye birebir gerçek değil tabii. Ne kadarı kurgu, ne kadarı gerçek? Ufak tefek küçük ayrıntılar var. Ailemin romandaki aileyle aynı yıllarda İstanbul’a gelmesi gibi. Kitabın kahramanı akıl hastanesine düşüyor. Dedenizin annesini de akıl hastanesine yatırmışlar? Evet. Muhtemelen Alzheimer ama bilinmediği ve bakmak da hayli zor olduğu için akıl hastanesine yatırılıyor. Babam o zaman çok küçük. Bu hep anlatılırdı. Ailenin bir kederiydi. Çocuk olarak beni çok etkilemişti hikâyesi. Belki de o yazdırdı kitabı, dile gelmek istedi. 2001’deki bir söyleşinizde aile tarihinizi yazmaya başladığınızı, ama yarım bıraktığınızı söylüyordunuz. Venüs o yarım kalan hikâye mi? O başkaydı. Çok garip, Venüs’e de neredeyse her gün başlıyor, ama yarım bırakıyordum. Bir şey vardı beni tutan. Başlamak baya sıkıntılı oldu. Ne kadar sürede yazdınız? Romana girdiğimde her şey çok hızlı olur. Ama bu defa kahramanım beni çok şaşırttı. Mesela cinnet getirdiği bir gece oldu, o hiç hesapta yoktu. Çok ağır bir şey yaptı ve kendini kuyuya attı. Onunla birlikte, ben de atladım ve orada koptum. Hiçbir kitabımı yazarken öyle kopma anım olmamıştı. Bu da yarım kalmış bir roman olacaktı. Sekiz ay ara verdim. Sonra tırmandım kuyudan ve bir solukta bitirdim. dinlemiyor, bizimle çok konuşmuyor diye. Hayatta sessiz ve küçük bir dünya kurmaya gayret etmişimdir. O herkesin gözünü oyduğu, kafasını patlattığı dünyaya açılmakta hep sıkıntım oldu. Venüs sadece bir aile tarihi değil, bu ülkenin köklerini de anlatıyor ve kahramanları hep kadın. Neden? Son yıllarda daha çok kadınlar üzerine eğiliyorum. Ailemde kadınlar çok güçlüydü. O etkili oldu. Bir de en güzel onlar anlatabilirdi. Masalları annemizden dinleriz. En önemlisi de, bir ülkenin acılarına en çok tanıklık eden kadınlardır. Gören, bekleyen... Galatasaray’da anneler bir ömür beklediler, bekliyorlar... Her beldenin bir utanç davası, taciz edilen çocuğu var. Yapanlar erkekler, onların dillendirmesine imkân yok. Bu duyguyla yazdım. Çok da güçlü kadınlar bunlar. Başlarına onca bela sarıyorsunuz, ama ayakta kalıyorlar. Sadece kalmak da değil, dolu dolu yaşıyorlar... Kadınların trajedisiyle mücadeleciliğini dengelemeyi nasıl başardınız? Ben mantıktan ziyade, kalple, sevgiyle yapılan işleri seviyorum. Yazmak da böyle. Mantık çok devreye girerse mühendislik yapısı haline dönüşüyor. Aslında insan ruhuna sirayet edenler hep kalbimizle gördüklerimiz. Bu kadınların güçleri de oradan kaynaklanıyor. Sezgileri çok kuvvetli. Tehlikenin kokusunu alıyorlar. Bir trajedinin içindeler, ama mutlu olmasını, kendilerini avutmasını biliyorlar. Kitaptaki kadınlardan biri de Ermeni tehcirini yaşıyor; bir aile tarihiyle Türkiye’nin o karanlık dönemini de gösteriyorsunuz. Romanlarınızda Ermeni sorunu ayrı bir yer tutuyor... Çok büyük bir acı 1915’te yaşananlar. Ermeniler acılarını çok büyük bir asaletle taşıyor. Bu durumdan çok etkileniyorum. Ama gücüm bu acıyı anlatmaya yetmez. Yüzleşmeliyiz. Bunu da en iyi sanat, sinema, edebiyat yapabilir. Siyasetin vicdanı yok, ama Anadolu’nun yüzleşmek için vicdanı olduğunu düşünüyorum. İnsan hikâyelerine bakmak, tanıkları dinlemek lazım; ki Anadolu’da tanıklar daha fazla dinlenildiği için pek çok insan bu acıyı biliyor. Bir siyasetçinin Hayır’ı, inkârı yok onlarda. Bu pür insanlığa ulaşmalıyız. l KALPLE YAPILAN İŞLER... Kahramanın bu kadar elinizden tutup götürmesi korkutmuyor mu? O olmadan yazamazsınız ki; Onların kimliğine, hissine girmeden, baktıkları gibi bakmadan, onlar gibi düşünmeden... Aslında bir filmde oynamak gibi. Türkan Şoray’ın “Ben filmlerimde yaşadım” lafını çok severim. Ben de romanlarımda yaşıyorum. Elbette bir süre sonra onun sesini kesmek, defterini dürmek gerekiyor bir romancı olarak... Bir nörolog yaratma sürecini beynin kısa devre yapması diye açıklamış. Gerçekten patlıyor bir şey. Normal hayata geçiş nasıl oluyor? Hastalıklı olmama imkân yok, çocuklarım, sorumluluklarım var. Ama zaman zaman bir romana dalmak beni çok sessizleştiriyor. O zaman herhalde çevremdekiler kırılıyor, bizi Aslıhan Sanal Kendi karanlığımızdır bizi öfkelendiren İnsanın içindeki pas tutmuş çivileri teker teker sökmektir, diye tarifliyorsunuz yazmayı. 20 yıldır yazı masanızın başındasınız, 9. kitabınız çıktı. İçinizden ne gibi çiviler söktünüz? Ne öğretti yazmak size? Bütün işler gibi bir iş olarak görüyorum yazarlığı. İş ne ister? Sabır, güç, hayal kırıklığına uğradığınızda silkinmek ister. Yazı da bunları istiyor. Mutluyum tabii. Oyun oynamak, hayaller âlemine dalmak gibi çok tatlı bir yanı var. Başka iş yapamazdım. Onun dışında bakmak, görmekle ilgili getirdiği bir şey var. Çoğu insan çok derini, inceyi görebildiğimi düşünmez. Hep eksik görünürüm niyeyse, uyarmak zorunda hissettiğiniz insanlar vardır ya, onlardanımdır, “hanımefendi dikkat edin” diye. Ya da aldatılmaya müsaitmişim gibi algılanırım. Ama öyle değildir, kafamın arkasında bile gözlerim olduğunu hissederim, ciğerini okurum karşımdakinin. Çünkü sezgileriniz ilerliyor yazdıkça. Ama öte yandan insan içinde çok bulunmadığınızdan hayat acemisi kalabiliyorsunuz. Kötücüllüğe, karanlığa baktırıyorsunuz romanlarda insanları. Kendi karanlığınıza dair ne gibi keşifleriniz oluyor yazarken? Yazmak, bir ruhsal kazı, psikoanaliz gibi. Bazen kendi karanlığımı da görüp öfkelendiğimi anlayabiliyorum. Aslında bizi öfkelendirenler biraz da karşımızdakinde kendi karanlığımızı görmemiz. Bende de bu oluyor elbette. Nefret ettiğimiz insanlarda biraz biz varızdır. Ama kendimden çok kahramanlarımla ilgeniyorum. Şimdiye kadarki kitaplarınızı tekrar gözden geçirdiniz mi? Hepsi benim için çok kıymetli. Ama bilmiyorum, garip oluyor, bir yabancı gibi hissediyorum. Öyle ya da böyle varlar artık ve bir ömürleri olacak şu dünyada, en azından ben hayattan gittikten sonra biraz daha yaşarlar, şansları varsa daha da uzun. Yazdıklarınız birilerinin elinde bir zaman geçiriyor ve hiç tanımadığınız sizi seven ya da sizden nefret eden birileri oluşuyor. Sizse kendi halinizde yaşayıp duruyorsunuz... Kızım, lise 2’de, yeni yeni okumaya başlıyor kitaplarımı, onun hayretini görmek de ilginç oluyor. Röportaj yapmayı pek sevmiyorsunuz, hatta ikiüç iyi romandan sonra tamamen gözden kaybolmak istiyorum, demiştiniz. Buna yaklaşıyorsunuz sanki... Romanlara son veremem de, röportajlara son vereceğim. Çok görünmeyi sevmiyorum hakkaten. O yazarlık gösterisi oluyor. Bunları yapanları yadırgamıyorum, ben yapamam, istemem. Şimdi internet sayesinde kendi medyanızı yaratabilirsiniz. Zaten romanlar ortada. Yani, evet, gittikçe geriye çekiliyorum ve bu konuşma zamanla bitecek, ama tabii ileride huysuz ihtiyar bir yazar olur muyum, bilmiyorum. l Yeni Organlar Yeni Hayatlar ORGAN NAKLİ, AHLAK VE EKONOMİ Türkiye'de organ nakline dair titiz bir çalışmanın ürünü olan bu kitapta Aslıhan Sanal, organ naklinin görece kısa tarihini ve kişisel, toplumsal, ahlaki, teknolojik ve ekonomik yönlerini ele alıyor. Organ nakli geçiren hastaların hikâyelerini okurken, yeni organların bu kişilerin hayata bakış açılarını, dünyayı ve kendilerini algılama biçimlerini nasıl değiştirdiğini ve bu değişimle başa çıkmak için ne tür yöntemler geliştirdiklerini görüyoruz. Babalarından aldıkları böbreği bir tahakküm aracı gibi görüp reddeden, eşlerinden böbrek aldıktan sonra karakterleri birden değişen, nakledilecek organ bulmak amacıyla ülke ülke dolaşan, parayla organ satın alma konusunda ahlaki ikilemlere düşen, ölüme yaklaştıkça hayatı ve kendilerini sorgulayan hastaların iç dünyası tüm gerçekliğiyle gözlerimizin önünde beliriyor. Çeviri: Selin Siral Metis Edebiyatdışı 272 sayfa Hastaların öznel deneyimlerinin yanı sıra organ nakliyle ilgili yasal düzenlemelere ve yasadışı uygulamalara, organ ticareti ve mafyasına, bedenin metalaşmasına, toplumun ölüm, intihar ve akıl hastalığına bakışının organ nakli üzerindeki etkilerine de eğilen Sanal, okuru birbiriyle bağlantılı sayısız öğeden örülü karmaşık bir evrenle tanıştırıyor. Hastaları, doktorları ve organ nakline dair her türlü teknoloji ve uygulamayı içeren bu evrenin dönüşen ve dönüştüren yapısını anlatırken, aynı zamanda genel insanlık durumuna dair önemli belirlemelerde bulunuyor. Çocuklar sevgiyi büyütüyor Diğer kitaplarınızda olduğu gibi bu kitapta da evlilik eleştirisi var. Oysa iki çocuk annesi, evli bir kadınsınız. Bu tezatı yaşamınızda nasıl yok ediyorsunuz? Kendim değil de, evlilik üzerine bir şeyler söyleyebilirim. Evlilik zor iş. İnsanlar yalnız olmamak uğruna kendini bir şeylere mecbur tutmamalı. Önce kendi içinde özgürlüğünü, mutluluğunu sağlamalı. Kahramanım, evlilik bir cehennem, diyor. Bence Türkiye’de pek çok evde böyle cehennemler var. Psikolojik şiddet, fiziksel şiddetten daha ağır. Hep evlenmekle koşullanıyoruz. Bu çarkın dışına çıkmak müthiş güç gerektirir. Bu döngü ilgimi çekiyor. Ama ben kendi içimde bir denge, mutluluk sağladığımı düşünüyorum. Ailemi seviyorum. Sıkıntılarım olsa, herhalde arkama bakmadan kaçardım. Tamar ve Ararat size ne öğretti? Sabırlı olmayı... Fiziksel güç de veriyor, ağır bir iş çocuk bakmak... Önünüzde bir canlı büyüyor. Bazı şeyleri çocuklarım üzerinden daha iyi hissediyorum. Onları sevince bir sürü şeyi de seviyorsunuz kendiliğinden; vicdanınız varsa tabii. Evdekilere karşı vicdanınız varsa, dışarıdakilere karşı da vardır. O yüzden çocuğu olup da başka çocuklara kötü davrananları, özellikle siyasetçileri anlayamıyorum. Onlar da baba, anne, ama bir çocuk ekmek almaya giderken vuruldu, 150 gündür komada. Siyaset, anneliği, babalığı, vicdanı nasıl soyuyor? l metis İpek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, İstanbul T 212 2454509 F 212 2454519 E [email protected] W metiskitap.com C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle