Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 4 EYLÜL 2011 / SAYI 1328 ADNAN B NYAZAR nsan Manzaraları Sokakta, spor alanlarında, tiyatrosinemakonser salonlarında, işyerlerinde, plajlarda, düğünde dernekte; genellikle üç tür adamla karşılaşılır: Yıkıcılar, yapıcılar, orta yolcular... Yıkıcının, yapıcının ne olduğu belli; belirsizlik orta yolculardadır. Döneklerin, ispiyoncuların, dışyüzüiçyüzü belli olmayanların; orta yolcular arasından çıkacağı görüşünde değilim. Onları aynı kaba koyup eylemsizliklerini aşağılayıcı sözcüklerle nitelemek de benim işim değil. Yıldızı alnına çakılı olanın omzunda yıldız aranır mı; renk vermez oluşları onların en belirgin rengi değil mi?.. Kendine “Ben neyim, niçin varım?” diye sormayan, toplumdaki konumunun bilincinde değildir. Bu bağlamda, orta yolcular, cennette de cehennemde de yeri olmayan Araf’ın ölü ruhlarıdır. Toplumsal felaketler hep onların başının altından çıkmıştır. O nedenle “Susma, sıra sana gelecek!” uyarısı en çok onlara yöneliktir. “Orta yolcu” kavramıyla sözü politikacılara, devlet adamlarına, gıdıklı göbekli bürokratlara getirecek değilim. Hep göz önünde olduklarından onların ipliğini pazara çıkarmaya gerek yoktur. Bu tür görevleri yüklenenler arasında yıkıcıları saymaya parmak yetmez; yapıcılar ise namuslu parmakların göstereceği kadar azdırlar! Ramazan ayı boyunca ekrandan ekrana çekirge gibi sıçrayan Cübbeli’ye taş çıkartan din tacirlerini kuzu gibi izleyen dindarlara da söyleyecek söz bulamıyorum. O kesimin orta yolcuları da, soydaşımız varsayılan maymun gibi, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler, ağızları vardır söylemezler. Onlar, medyanın bal yapmaz tembel arılarıdır. Yazıya bunları söylemek için başlamadım. Küçük şeylerden söz edip küçük sanılanın büyüklüğünü vurgulamaktı amacım. Laf, oraya getirdi. şte insan manzaramızdan küçük iki örnek! Küçük şeyler söz konusu olduğunda; görevini tantanalı masalarda geçirmek varken, ironili mantığıyla, halk zekâsının ürünü seyirlik oyunlardan da esinlenerek; toplumu, iletişim etkileşim kopukluğu, bedbinlik, yaşama sevinci, yetişkingenççocuk ilişkisi, kadınerkek eşitliği, hoşgörü vb. evrensel konularla yüzleştirip aydınlatan Prof. Dr. Üstün Dökmen’in yaptığı erdem değilse, erdem nedir, erdemli kimdir?.. Bu bağlamda, at hırsızı tavırlı birinin olumsuz; bir efendi kılıklının da, çok az kişinin yapabileceği olumlu iki olayına tutmak istiyorum düşüncenin aynasını. Bir öykümde de konu etmiştim: Arkadan çarparak önüme geçen arabesk şarkıcısı suratlı bir genç, elini ağaçların arasına soktu, gözünü bahara açan körpecik yaprakları koparıp ezdi. O anda yaprakların, gencin nikotin leşi kokan parmakları arasında can veriş çığlığını duydum. Elbette ağzımı açıp bir şey diyemedim. Öyle birini uyarmaya kalkmıştım da ne ahmaklığım kalmıştı, ne geri zekâlılığım! Olay “küçük” görünüyor, bence devce büyük! Hücre bozulmasının bedeni üç beş ayda iğne ipliğe çevirmesi neyse, bu da o! Efendi kılıklı kişiyi, akşamüzeri yürüyüşlerinde, yol kenarı süs ağaççıklarının üstüne atılan çerçöpü toplarken tanıdım. Bu olay da üzerinde durulmayacak denli küçük! Oysa bedende sağlıklı hücre ne ise, toplumda birey de odur! Ancak bilgi donanımlı, yaratıcı, sorumluluk bilinci gelişmiş bireylerden oluşan toplumlar sağlam temeller üzerine oturur. Ülkemizde kan akmadığı, kadınların canına kıyılmadığı gün yok! Yaprağa kıymayan, cana da kıymayacaktır. Çerçöpü toplayan, çevrenin yanında, düşünceyi kirletenin de karşısında olacaktır.G binyazar@gmail.com Çiğdem Kazan oğlu ve eşiyle. Hüseyin Muharrem Gündüz ve Delil ldan. Onlar, 1996’da öl üm orucuna girdile r. Birkaç ay sonra K orsakoff’tular. 2000’de yaşananl arı adım adım izlediler. Simurg da onların izinden bize izletiyor bu adımla rı. Bu katliamın külleri daha soğumadı u filmde öldürülen herkes gerçekten ölü. Tam 122 kişi. Yaralananlar hâlâ yaralı. Tedavisi olmayan, insanın hayatını sürdürmesini engelleyen bir hastalığa yakalananların hepsi hâlâ hasta; tam 700 kişi... Aslında bu filmi daha önce de gördünüz siz, belki vicdanlarınız rahatsız olduğu için unuttunuz, belki hiç rahatsız bile olmamıştınız. Söyleyin ölüm oruçlarını hatırlar mısınız, “Hayata Dönüş” operasyonunu? Bazıları hiç unutmadılar. Hava karanlık ve ağır. Gün doğduğu halde üstelik. Ekranın başında altı insan, altı yürek solukları tutuk, doğan günden bihaber, üzüntüden ve öfkeden sıkılmış vücutlarıyla televizyon izliyorlar, pür dikkat. Önce iş makinesinin duvara açtığı bir delik düşüyor ekrana, sonra geriye çekiliyor kamera, nasıl da iyi bildikleri bir duvar o. Yıllarını geçirdikleri avludan içeri giriyor kamera, onlarca askerin, kurşunun, gazın peşi sıra. Kamera koğuşlarda gezindiğinde tanıdık yüzler takılır belki diye daha da dikleşiyor vücutlar. Başa sarıyor görüntü, insanlığın görmesine izin verilen bölümü az çünkü. Gerisi polis ve asker kayıtlarında, bir de siyasi tutukluların hafızasında ve hâlâ evet hâlâ vücutlarında... şte size “Hayata Dönüş” operasyonu. Bir ekran başında altı insan, pür dikkat televizyona kitli uzun süre kaldılar. Delil ldan kalktı ayağa, volta atmaya başladı duvarlara tutunarak. Annesi diğer odaya gitti, ağladığını görmesinler diye. Başka analar için ağladı, ESRA oğlu gibi onlarca çocuk çıkacaktı cezaevinden; engelli, hastalığının adını AÇIKGÖZ söylemesi zordu, isme de gerek yoktu ki, yaşarken bir insanı öldürmekti yapılan. Kimi de çıkamayacaktı. Onlar için de ağladı. Refik Ünal, Cafer Gürbüz, Çiğdem Kazan, Hüseyin Muharrem Gündüz ve Ali Ekber Akkaya sessizdiler. Yıllardır ölüm oruçlarını bir gazeteci olarak takip eden ve sonunda bir belgesel çekmeye karar veren Ruhi Karadağ bunların hepsini çekemedi. Çünkü 1996’da tecride mahkum olmamak, F tiplerine girmemek için ölüm orucuna yatan ve dışarı, sonsuza kadar birlikte yaşamak zorunda kaldıkları bir hastalıkla, Wernicke Korsakoff’la, çıkan bu altı insanın 2000’de yine aynı şey için bedenlerini ölüme yatırmış insanlara gazla, ateşle, kurşunla yapılan saldırıyı izlerkenki canhıraş sessizliği, hiçbir kameranın çekmeye gücü, hiçbir yönetmenin iletmeye yeteneği olamazdı. O gün, hayatının en zor gününü yaşadı Karadağ. Denge sorunu yaşayan, hafıza kayıplarıyla baş etmeye çalışan, vücutlarını kontrol etmekte Ruhi Karadağ. zorlanan altı insanla onlarca gün geçirdi, Bayrampaşa Cezaevi’nin yıkılmış duvarlarını birlikte gezdiler, özlemlerini, umutlarını, yaşadıklarını, inançlarını paylaştılar. şte bunlardan bir yarı belgesel kurmaca film çıktı. Hani şu küllerinden yeniden doğan kuşun adını verdi filme: “Simurg”. Çünkü sağlıklı yaşam hakkı ellerinden alınmış bu insanlar kendilerine yeniden bir hayat kurdu her şeye ve hepimize rağmen. Filmin, Altın Koza’da 21 Eylül’de Türkiye prömiyeri yapılacak, uluslararası festivallerde de gösterilecek. F tipleri, dolayısıyla ölüm oruçlarıyla ilgili bir belgesel çekmeye ne zaman karar verdiniz? Ben öncelikle gazeteciyim. Ancak Türkiye’de bir bellek sorunu var, çabuk unutan bir toplumuz. Bugün sürmanşette verdiğimiz haberi ertesi gün hiçbir yerde görmüyoruz. Bu beni belgesel gazeteciliğe ve yönetmenliğe itti. Türkiye işçi hareketleri ve 1 Mayıs’larını anlatan Gölge Oyunu’nu, Gazi Katliamı’nı anlatan Gayrimuayyen’i çektim. Cezaevi sorunu da Türkiye gündeminde hep yer ederdi. 2000’de F tipleri yeniden gündeme gelince, tutuklular 20 Ekim’de ölüm orucuna başladılar. 1996’daki ölüm oruçlarını da takip etmiştim. Olacakları tahmin ediyordum... Başta gazeteler, ölümleri durdurun, şeklinde destek yazılar yazıyordu. Ancak ölüm orucunun 30. gününde stanbul 4 No’lu DGM kararıyla ambargo konuldu haberlere. 34. günde “Ceazevleri terörün merkezi” diye asparagas haberler sürmanşete çıktı. çeridekileri hedef gösteren haberler yapıldı. Yayın yasağı kaldırılınca da gazeteciler otosansüre devam ettiler. Ben de nasıl daha çok sorumluluk alabilirim diye düşünmeye başladım. B Tanık olmanın getirdiği sorumluluktu yani sizi harekete geçiren. Böylece 1996 ölüm orucuna girmiş ve Wernicke Korsakoff hastası olan, şartlı tahliye edilen altı kişiyle belgesel çekmeye başladınız. Neden bu altı insanı seçtiniz? 1996’da Wernicke Korsakoff nedeniyle şartlı tahliye edilen 50 kişiyle görüştüm. Ancak hikâyeleri nedeniyle Refik Ünal, Cafer Gürbüz, Çiğdem Kazan, Hüseyin Mahurrem Gündüz, Ali Ekber Akkaya ve Delil ldan’la çekimlere başladık. Bir film için yola çıkmıştım, işin içine girdikçe belgesele dönüştü. Asıl film birilerinin beni çekmesiydi. Wernicke Korsakoff yüzünden saatte beşaltı dakika konsantrasyonları vardı arkadaşların. Saatlerce konuşsam da beni ancak 56 dakika takip edebiliyorlardı. Hiçbir çekimin tekrarını yapamıyorduk. Sette hep doktor bulundurduk, çünkü onların psikolojisi çok önemliydi. DEVLET SAĞ ALDI, ENGELL VERD ! Onları ve ailelerini size hayatlarını açmaya nasıl ikna ettiniz? Aslında cezaevlerine dair gelinen süreçten onlar da, aileleri de çok rahatsızdı. Öyle ki evlerine gittiğimde anneler, “Biz yaşadık, siz gazetecisiniz, n’olur durdurun bu süreci de başkaları yanmasın” diye ağlıyordu. Bu süreç aileler için de çok zor. Bir yandan çocuklarının anbean ölüme yaklaşmasını izlediler ölüm oruçlarında, bir yandan bir şey yapılmazsa onları bekleyen tecrit nedeniyle endişe ettiler. Evet, hâlâ da etkiliyor, denge sorunu yüzünden Wernike Korsikoff’lular tek başlarına hareket edemiyorlar. Yemek yediklerini bile unutuyorlar bazen. Aileler çocuklarını devlete sağlam verip, tedavisi olmayan bir hastalıkla geri aldılar. Mesela Delil ldan, bugüne kadar hiç mahkemeye çıkartılmamış, varsayım üzerine suçlanmış, ancak mahkumiyet kararı yok. çeri girdikten üç ay sonra, F tipine gitmemek için ölüm orucuna yatıyor. Ailesine Korsakoff hastası olarak teslim ediliyor. Üstelik rahatsızlığından dolayı sorgusu yapılamadığı için hakkında 14 yıl önce açılan dava hâlâ devam ediyor. şin daha da vahimi, kimi Wernicke Korsakoff’lular bu davalar sonucunda yeniden cezaevine alındı, on hasta var şu an F tipinde. F tipi sorunu hâlâ devam ediyor, tecrit nedeniyle fiziksel ve ruhsal hastalıklara yakalanan tutukluların sayısı her geçen gün artıyor. Üstelik pek çok keyfi hak ihlalinin yaşandığını da biliyoruz. Dünyanın hiçbir çağdaş ülkesinde böyle bir uygulama yok. Bu uygulamanın insan ruhunu tahrip ettiği bilimsel bir gerçek. Bu bizim ayıbımız. Bu insanların ölümlerini izledik, şimdi de çürümelerini izleyerek devam ediyoruz bu ayıba. Ben bu projeyle bir gazeteci olarak özür diliyor, bir yönetmen olarak sorumluluğumu yerine getirmeye çalışıyorum. Bu nedenle mi on yıla rağmen bu filmin peşini bırakmadınız? 2001 ölüm orucu yedi yıl sürdü. Dünyanın en uzun, en büyük katılıma sahip eylemi. Ancak biz o eylemi unuttuk. Daha da kötüsü, insanların katledildiği bir operasyonu “Hayata Dönüş” adıyla hatırlıyor olmamız. Herkesin bunu düşünmesini istedim. 2007’nin sonunda tekrar işe koyuldum. stanbul’da yaşayanlarla ilişkim devam ediyordu, ancak yurtdışına çıkmak zorunda olanları yeniden bulmam gerekti. On yıl sonra onları yaşadıkları yerde ziyaret edip çekimleri tamamladım. On yıllık bir çalışma bu, bir belgesele sığmayacak kadar çok çekim yapmış olmasınız... Onlarca saatlik çekim yaptık, ancak 100 dakikasını izleyeceksiniz. Adına “Hayata Dönüş” denilen, onlarca insanı öldürüp, yüzlercesini sakat bırakan, aylar öncesinden “Tufan” adıyla hazırlığının yapıldığı daha yeni ortaya çıkan operasyonun şimdiye kadar hiç ortaya çıkmamış görüntüleri de var belgeselde... Nasıl elde ettiniz bunları? Gazeteciliğim sayesinde... Ancak asıl sorulması gereken benim görüntülere nasıl ulaştığım değil, neden görüntülerin hâlâ ortaya çıkmadığı. Operasyonlar yetkililer tarafından çekildi. Gazetelere sansürleyerek, kendi ayıplarını kapattıkları görüntüleri servis ettiler. Benim çıkardığım görüntüler olanın yanında devede kulaktır. Asıl onları, o görüntüleri çıkartmak lazım. Bu da toplumsal inatla olur. G mtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç Genel Yayın Yönetmeni: brahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Miyase lknur Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ dare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli / stanbul (0212) 343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdürü: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Hakan Çankaya / Neşe Yazıcı Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı (0212) 251 98 74 / 75 (0212) 343 72 74 (554555) Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt / stanbul Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. cumdergi@cumhuriyet.com.tr C MY B C MY B