Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
31 TEMMUZ 2011 / SAYI 1323 7 SERRA YILMAZ ADNAN BİNYAZAR Yurtseverliğin Ölçüsü Eskiden yurt yerine vatan sözcüğü kullanılırdı. Son yıllarda onun yerini yurt aldı. Yurdunu sevmeyen yoktur. Yurda can feda edilir. Yurt şehit kanlarıyla sulanmıştır... “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ‘ah vatanım’ demiş.” türünden güzel bir atasözümüz de var. Savaş sonrasında yazılmış şiirlerden birinden alınan “Kendi vatanımızda vatansızlar gibiydik” dizesi her okuyuşta içimi yakar. Yurt kavramı “sevmek” eylemiyle bir araya gelince somut çağrışımlar yaratıyor. Soyut diye adlandırdığımız birçok kavramın çağrışımı da öyle değil mi? Örneğin sevmek, soyut bir sözcüktür. Ama neleri sevdiğimizi açıklamamız istendiğinde doğadan, insandan, resimden, müzikten somut örnekler veririz. Yurt, emek verilerek sevilir. Emek verilmeyen ülke toprakları bayındır değildir, yolu yol değildir, izi iz değildir; üretilenin tadı tuzu yoktur. Emekle beslenmeyen yurt kurumlarının iyi işlediği de söylenemez. Tevfik Fikret, “Vatan gayur (çalışkan) insanların omuzları üstünde yükselir,” diyor. Yurtseverliğin ölçüsü sevmek değil, yurdu geliştirip üretken kılmaktır. Biri ortaya atılıp “yurt uğruna canımı veririm,” diye bağırsın, durmadan vatan türküleri çağırsın; toprağını verimli kılmadığı sürece onun yurtseverliği boş laftır. Dağlarda şehit kanı akarken çözüm getirmez laflarla hamasi nutuklar atmanın da yurtseverlikle ilgisi yoktur. Onlar nutuk atıyor, kan, Mehmetçik’ten akıyor! Orhan Veli, ince alay yanı ağır basan bir şiirinde bunu dile getirmiştir: “Neler yapmadık bu vatan için! / Kimimiz öldük; / Kimimiz nutuk söyledik.” Aristoteles, yaklaşık iki bin dört yüz yıl önce söylemiş söyleyeceğini: “İyi bir insan olmakla iyi bir yurttaş olmak her zaman aynı değildir.” İlk bakışta bu sözde mantıksal bir çelişki var gibi gözüküyor. Oysa iki kavramı birbiriyle bağlantılarsak, iyi insanın aynı zamanda iyi yurttaş olmadığı anlaşılıyor. Aristoteles’in düşüncesi, Orhan Veli’nin eleştirel mantığıyla örtüşüyor. İkisi de düşünsel yaklaşımıyla, iyi insan sayılan birçok kişinin iyi yurttaş olamayacağını sezdiriyor. Belki bilgiyle iyi insan olunur, ama iyi yurttaş olmanın ölçütü, yurttaşlık eğitiminden geçmektir. Her yazısında yurtseverliğin özüne gönderme yapan Yılmaz Dağdeviren, internet ortamında bir olay anlatıyor. Olay, eğitimsel bilinçlenme yönünden de ilginç: Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde Japon eğitim uzmanları, eğitim düzenimizi incelemek üzere Türkiye’ye gelmiş. Özal’ın, bürokratlarıyla birlikte onları kabul ettiği bir toplantıda Japonlar vardıkları sonucu açıklamışlar: “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!” Özal, “Nasıl olur?” diye şaşkınlığını belirtince, onlara kendi eğitim uygulamalarını anlatırlar: “Biz Japonya’da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Yavrularımızı hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdiririz. Böylece onların, ülkemizin gücüne inanmalarını sağlarız. Sonra da Hiroşima ve Nagazaki’ye götürür, onlara atom bombası atıldıktan sonra ot bile bitmeyen toprakları göstererek, ‘Siz çalışıp bilinçlenmezseniz, az önce gördüğünüz teknolojiyi daha da geliştirme çabası göstermezseniz ülkeniz böyle olur!’ deriz”. Bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima’mız yok ki!” Japon uzmanın cevabı tokat gibidir: “Sizin de Çanakkale’niz var ki, on Hiroşima eder!” Olayı kaleme alan Dağdeviren’in bu öykücükten çıkardığı sonuç şudur: “Bizde milli ruh sadece boş laf üretmek, ortalara düşüp bağırmaktır...”G binyazar@gmail.com Fotoğraf: MEHMET TURGUT Nereye gidersem gideyim İstanbul’a dönüyorum yetecek kadar ihanet, nefret, şiddet ve saçmalık vardır” derken epey haklıydı. Nefret söylemi marşa dönüştü. Geçenlerde Twitter’da biri bana Kürt olup olmadığımı sordu. “Hayır, değilim” dedim ama sonra pişman oldum. Hata ettim, “Ben Kürt’üm, Ermeniyim, Rumum, Afganım, Zenciyim, Yahudiyim, Filistinliyim ve çok cinsliyim” demeliydim. Sonra bunu Facebook’a yazdım. Bu sefer de “Görüyor musunuz bir tek Türk’üm” diye yazmamış eleştirileri geldi. Bunlar üzerinden insanlar sanal ortamda kavgaya başladı. Böyle hastalıklı bir durum olabilir mi? Fanatizm toplumun afyonu olmuş durumda. Bu tahammülsüzlük hayra alamet değil. Herkes bu oyuna düşüyor. Cehaletin yüksek olduğu ülkelerde de bu oyun tutuyor. Cehaletin bir de entelektüel olanı var. Herkes kendine göre yazıyor tarihi. Resmi tarihe hiç girmiyorum. Ne dersiniz? Hepimiz resmi tarih kurbanıyız. Ümit Kıvanç’ın “Riya Tabirleri” ne güzel bir çalışmadır bu konuda. Bir de Gündüz Vassaf’ın “Tarihi Yargılıyorum”. Ondan herkese birer tane hediye etmek istiyorum. Yüzleşmenin her türlüsü zordur. Şiddete eğilimli, eleştiriyi de ölüm tehditi gibi alan bir coğrafyada işimiz zor. Ereksiyon sorunu en yüksek ülkelerden biri olduğu halde cinsellik erra Yılmaz, NTV’’de “Serra’nın Dostları” isimli televizyon programını listelerinde en başarılı olma iddiasıyla yaşayan bir ülkede, iktidar duygusu yapıyor. Biz de bunu bahane bildik ve Ağva’da çekimlerde onunla ilkel güdülerden mi besleniyor? buluştuk. Son günlerde tırmanan gerginliklerle başladık söze. Marşa Ereksiyon sorunu konusunda haklısın ama bu her ülkede aynı bence! dönüşen nefret söyleminden, tahammülsüzlüğün geldiği noktaya kadar gittik. Bunun üzerinden erkekliği yüceltmek, egosal bir fanteziyi beslemek Elbette hayatın umut dolu olduğunu es geçmedik. Ne de olsa çaresizliğin göstergesi. Ama dikey şeyler, dik duranlar her zaman hayatın sevabıyla günahıyla yaşamaya değer olduğunu konuştuk. iyidir o ayrı! Mesela Kars’ta dimdik bir “şey” vardı, fazla büyük Bir de sürpriz, aslında Serra Yılmaz’ın çalışma temposu için bu bir geldi, lime lime doğrandı! rutin; Yılmaz bu yıl da sinema, müzik ve tiyatro kulvarında kendine Bir söyleşinizde okudum da küçükken arkadaşlarınızı özgü çalışmalarla geliyor. “örgütleyip” tiyatro yaparmışsınız. Hâlâ böyle misiniz? Örgütlenmek aslında çok güzel bir eylem. Ama şimdi “örgüt” Televizyon programı bahanemiz oldu, sizi görmeye geldik. dediğimizde insanlar korkuyor, terör geliyor akıllara. Bu bilerek Nasıl keyifler? yapıldı, çünkü halkların bilinçli hareketi kimseye yaramıyor. Her şey gayet yolunda, asayiş berkemal. Ağva’dan, İstanbul’u Korkuyla yönetmek kolay. Eğer şimdiyi soruyorsan, evet ALİ DENİZ seyrediyoruz. Hem program bana epey iyi geldi. Uzun zamandır ben hâlâ insanları örgütlerim bir şeyler yapmak USLU görüşemediğim dostlarım buraya geliyor ve özlem gideriyoruz. için. Çünkü böyle güzeldir hayat; birlikte, Biliyor musun buradan gece yıldızları bile görebiliyorsun? beraberce... Geçen programda “başarılı olduğunuzu düşmanlarınız artınca fark “Serra’nın Dostları” programını da edersiniz demiştiniz”, aklımda kalmış. Neden? “örgütleyerek” yaptınız öyleyse. Aslında düşmanınız olduğunu ilk fark ettiğinizde başarılı olduğunuzu İki yıl önce, bir buçuk yıl kadar süren “Temel anlarsanız. Çok ironik ama gerçek. İyi olmak, hakkaniyetli olmak çoğu zaman İçgüdü” programını yapıyordum Türkmax’de. yetmiyor insana. Her programda bir konuğu ağırlayıp, ona Var içinizde kalan şeyler sanki. Çok şaşırıp, hayal kırıklığına uğradınız, yemek hazırlıyordum. Sonra afiyetle o “böyle olmamalıydı” dediğiniz ne var ilk aklınıza gelen? yemeği yiyorduk. Yemek programı değildi, Şehir Tiyatroları’nda 16 yıl çalıştım ve birlikte çalıştığım insanlar tarafından öyle algılandı. Bir buluşmaydı o program. uyarılmadan, pervazsızca kovuldum. Zaten baksana insanlar yalnızca Neden? bayramlarda, düğünlerde, özel günlerde Altı ay ücretsiz izin almıştım ama meğerse çentik atıyorlarmış günlerimi, buluşabiliyor. Benim derdim de buydu bittiği gün bana ulaşılmaya çalışılmış ama ulaşamamışlar, zabıta yollamışlar o işte. Sonra bitti, “Temel İçgüdü” gece da ulaşamamış! versiyonunda seks konulu bir program Yani devamsızlıktan kaldınız? düşündüm. Evet, öyle oldu. Aslında herkes beni nerede bulacağını biliyordu. Beni o Düşünmekle kaldı! zaman bulamayan arkadaşlar, İtalyan ve Fransız vizesine ihtiyaç Alıcı bulamadık, çok da aramadık. duyduklarında bana hemen ulaşıyorlardı. Neyse, eski defterler bunlar ama Cevabını bildiğimiz bir soru ama kalıyor işte insanın içinde. neden? Kendine rağmen yaşamayı bilenlerden misiniz? Temel İçgüdü’nün gece versiyonu Yakınındayım, ama asıl olan “şimdiyi” yaşayabilmek, her şeye rağmen vardı aklımda. Seks konulu bir program bunu becerebilmek. Daha da önemlisi, çok kısa değil mi hayat? yapmaktı derdim. Bilgilendirme üzerine Evet, zamanımız kısalıyor. Bu cümlenin sonu da uzlaşmaya çıkıyor bir programdı tasarladığım. Seks üzerine sanırım. tüm sosyal olguları konuşacaktık. Uzlaşmayı pek sevmem, mantıklı nedenlerim varsa kabullenirim. Zaten Eğlenceli, seviyeli ve edepli olacaktı ama başkalarını değiştirmeye çalışmak son derece nafile bir çaba. Mesela kadınlar kimse istemedi tabii. erkekleri değiştirmek ister, ola ki değişirlerse ondan vazgeçerler. Hem temel Bir aidiyetsizlik var sizde, göçebelik belki hatlarda olmaz değişim, yüzeysel ve sığdır genelde. İşin sıkıcı yanı ben de. Nedir bu hissiyatı doğuran? değiştirmek istemem ama kendim değişirim. Ne kadar başarılı olurum Aidiyetsizlik değil, ben İstanbul’a aidim. bilemem ama bunu denerim. Bu değişim irademi karşı tarafın da görüp, Nereye gidersem gideyim İstanbul’a dönüyorum, kıpırdanmasıdır önemli olan. bunu bildiğim için rahat gidiyorum. Burası bir mabet, Değişimden bahsetmişken, son dönemde toplumun ve tepkilerin kutsal bir şehir. Akümü burada şarj ediyorum. Yine evrildiği noktaya ne diyorsunuz? Herkes saldırmak için tetikte. Charles Gündüz Vassaf’tan bir alıntı yapacağım. Bir İtalyan dergisi Bukowski, “Ortalama insanda, herhangi bir günde herhangi bir orduya yazmıştı İstanbul’u, onu konuşturmuştu ve “geliyorlar, gidiyorlar, Serra Yılmaz için önemli olan “şimdiyi” yaşayabilmek, hem de bunu her şeye rağmen yapabilmek. Çünkü ne de olsa hayat kısa ama yapacaklarımız fazla. Yılmaz şimdi “Serra’nın Dostları” isimli televizyon programını yapıyor. Dostlarını ağırlıyor, hem özlem gideriyor hem de gündemi yorumluyor. Nefret söyleminin ayyuka çıkmasından mustarip, fanatizmin afyon olmasından rahatsız. Tüm yaşananların hayra alamet olmadığının da farkında. S beni işgal ettiklerini sanıyorlar en fazla ama ben isteyince silkip atıyorum hepsini” gibi bir şey diyordu. Evet, haklıydı. İstanbul’un üstündeki çirkinliği öğütme özelliği var. Orhan Pamuk buna benzer bir şey diyordu; “hayatımda ne olursa olsun, alt tarafı gider Boğaz’da yürürüm”. Yani İstanbul’un varlığı iyileştirici, şifa verici. Ben de İstanbul’un kendini seviyorum, neye dönüştüğünü değil. İşte o yüzden göçebeliğim rahat, çünkü döneceğim bir yer var. Her daim döneceğiniz bir yer daha var; o da toprak. Bunu da bilmek gerekli. Ölümle barışık mısınız? Ölüme çok referans yaparım, bu iyi yaşamamı sağlar. İnsanlarla olan ilişkileri de ölüm düzenler. Her ayrılık iyi olmalıdır o yüzden, çünkü son hatırlandığıyla kalır insan. Az önce dedik ya, insanlar düğünlerde, özel günlerde bir araya geliyor. Bir de cenazeler var. Evet, öyle buluşturucu bir özelliği var. Ben ölümden konuşmaktan korkmam da, sıkılmam da, çünkü gerçek. Zaten karanlık olmasa ışığın anlamı olmaz. Sabah uyandığında, kimsenin yardımı olmadan elini yüzünü yıkıyorsan ve çayını koyabiliyorsan mutlusundur. Şimdi programla meşgulsünüz sonra neler var peki? Bu sezon da İtalya’da tiyatrom kapalı gişe. Berlin, Paris, Erivan ve İstanbul arasında bir tiyatro köprüsü çalışmamız var. Sedef Ecer yazıyor bunu. Bir de ses enstalasyonu yapıyorum Fransız Radyosu ile ortak olarak. Benim İstanbul’umun sesleri üzerinde çalışıyoruz. “Islak Köpek” grubuyla da doğaçlama müzik yapıyorum. BabuZula ile çalışmamdan sonra Islak Köpek de beni çok heyecanlandırıyor. Ümit Ünal ile “Nar”ın çekimlerini bitirdik, bu yıl beyazperdeye yansıyor. G C MY B C MY B