14 Haziran 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 HAZİRAN 2011 / SAYI 1315 7 En büyük eksiklik, tarihimizle yüzleşmek Lale Mansur’un son filmi Misafir, gitmekle kalmak arasında bir aşk hikâyesini anlatıyor. Erkek egemen toplumun içinde sıkışıp kalmış kadınlardan sadece birinin, Ayşe’nin hikâyesini taşıyor beyazperdeye. Ancak kendinizden bir şeyler bulacağınız kesin. Mansur’a göre de bu hikâye mutlaka izlenmeli, “Çünkü özellikle kadın konusunda, Türkiye bir mezbahaya dönmüş durumda” diyor. ört duvar arasında, “küçük” bir dünya... Evliliğinde mutsuz, taşralı bir kadın olan Ayşe, hayatı katlanabilir kılacak ufak ayrıntılara tutunuyor. Taa ki kilometrelerce uzaktan gelen sürpriz bir misafirle karşılaşıncaya dek. Bu hikâye Lale Mansur’un başrolleri Halit Ergenç’le paylaştığı Misafir filminin. Ozan Aksungur’un yönettiği film, gerçek bir olaydan uyarlanmış. Belki de kapısını çalmadığımız evlerde yaşanan, yüzünü görmediğimiz, adını bile bilmediğimiz yüzlerce hikâyeden biri bu. Biz de Lale Mansur’la hem Misafir’i konuştuk, hem de kendi yaşamına dokunduk. Ancak söz daha gerilerden, bale yıllarından başladı, bugüne dek uzandı. Sanat yaşamınıza balerin olarak başladınız, oyunculuk sonra geldi. Peki çocukluk yıllarınıza dair neler var aklınızda? Dansçılık çok erken yaşlarda yapılmış bilinçli bir seçimdi. Oyunculuk da bir rüzgâr değil, yine araştırıp, düşünerek ve isteyerek seçilmiş bir meslek benim için. Herhangi bir savrulmadan söz edemeyiz bu anlamda. Oyunculuk insanı çok zenginleştiren bir meslek, bu bakımdan benim için özellikle, önemli bir karardı. Dansı özlüyor musunuz? Bale günlerinizi... İlk bıraktığım yıllarda rüyamda dans ediyordum. Bale salonunu bir baştan diğerine ağlamadan geçemiyordum. Şu anda geri dönüp baktığımda sanki ikinci bir hayat yaşıyormuşum gibi geliyor. Bunu özellikle Londra’da daha önce alışveriş ettiğim bale malzemesi satan dükkânların önünden geçerken yoğun olarak yaşıyorum. Müzikle ilişkiniz nasıldır? ZUHAL Çok çeşitli türlerdeki müzikleri dinlerim ve severim. Bunda dans AYTOLUN ve konservatuar yıllarım kadar Cem’le (Mansur) olan birlikteliğimin de payı büyük. Müzik, dans, oyunculuk... Aradığınız ne oldu hep? İstediğiniz noktaya ulaşabildiniz mi? Daha iyi bir insan olmaya gayret ediyorum. Tabii bir de işimi daha iyi yapmaya. Ulaşılacak bir yer yok. Ama zaman içinde daha iyi bir oyuncu olduğuma inanıyorum. Bunun da bir sonu yok ayrıca. Şimdi, Misafir filminiz vizyonda. Gitmek ve kalmak arasında bir aşk hikâyesi olarak tanımlanıyor film. Size göre bir ne hikâyesi bu? Film, beni samimiyetiyle yakaladı. Çünkü arzularını gerçekleştirememiş, erkek egemen toplumun içinde sıkışıp kalmış milyonlarca kadından sadece birinin hikâyesi bu. Çok gerçek! Canlandırdığınız karakterin, Ayşe’nin, kendine ait “küçük” bir dünyası var. Siz “küçük” dünyalarla ne kadar ilgilisiniz? Sıradan hayatlar olduğuna inanmadığım gibi küçük dünyalar olduğuna da inanmıyorum. Tam tersine aslında, “büyük dünyalar” sanılanın aksine çok sığ olabiliyor. Peki bu film, nasıl bir empati yaratacak? Ya da sizce izleyicinin böyle bir derdi var mı? Aslında bu biraz da izleyicinin kim olduğuna bağlı. Ama yine de kim olursa olsun, böyle bir derdimiz olsa çok iyi olur. Çünkü özellikle kadın konusunda Türkiye bir mezbahaya dönmüş durumda. Evet ama bir yandan da içerik buyken, diğer yandan film internette “cesur” sahnelerle dolaşıma giriyor. Neden sizce bir film çıktığında, içeriktense ilk iş olarak cinsellikle ilgili sahneler cımbızlanıyor? Öncelikle bırakın “cesur” sahneleri, filmde sevişme sahnesi bile yok! Bu haberi yazan, ATAOL BEHRAMOĞLU D üstelik benim ağzımdanmış gibi yazan kişi, film çıkıp da içinde sevişme sahnesi olmadığını görünce utanmış mıdır merak ediyorum. Siyasi görüşleriniz, bir yandan destek görürken diğer yandan da oldukça eleştirildi. Nedir bir sanatçı olarak siyasetle ilişkiniz? Vicdanı olan bir vatandaş olmak boyutunda. Kendini dünyanın merkezi zannetmemek... Hayvan hakları üzerine çalışıyorsunuz, kadın hakları, çocuklar için adalet... Türkiye’de gündem hızlı bir değişim içinde. Sizce bu gündeme bağlı olarak sanatçılar muhalif tavırlarını ortaya yeterince koyabiliyorlar mı? Düşüncelerini açıkça ortaya koyan az sayıda kişi var. Tehlikeli politik konularda demiyorum, ama hiç değilse toplum tarafından kolay kabul edilecek, kadın hakları, hayvan hakları, doğayı koruma gibi konularda daha çok kişinin öne çıkmasını isterdim. Çok meşhur bir tiyatrocu bana şöyle bir vaaz vermişti: “Bir stratejin olsun, herkesin kabul edeceği şeyler de ortaya çık”! Eleştirilmek istemeyen arkadaşlar hiç değilse bu vaazı yerine getirebilirler. Uzlaşmak mı size göredir, çarpışmak mı? Hiçbir şey siyah/beyaz değil ki... Peki siyasi bir film yapmayı düşünür müsünüz? Ne yazık ki yazma konusunda yeteneğim sıfır. O yüzden yazılmış olanları değerlendirmeye devam edeceğim. G Zekâ Zekâ için “Tanrı vergisi”dir derler. Gerçekten de sadece zekâ değil birçok başka yetenek doğuştan gelmedir. Sadece yetenekler mi? Aptallığın, başkaca olumsuz özelliklerin de doğuştan gelme bir yanı vardır. Fakat her türlü kişisel özellik eğitimle biçimlenir. Doğuştan gelme olumsuzluklar varsa eğitim yoluyla törpülenir. İyi özellikler yine eğitim yoluyla geliştirilip ışıldatılır. Bu anlamda hiçbir şey sadece “Tanrı vergisi” değil, ondan daha çok insan ürünüdür... Zekâ üzerine düşünmeyi sürdürelim. Zekâya sadece bir düşünce kıvraklığı denebilir mi? Bilgiden yoksun bir zekâ yüzeyselliğin ötesine geçemez. Eninde sonunda da kurnazlığın sınırları içinde kalır... Zekâ sahibi bir bilim insanının bilgi yoksulu olduğu düşünülemez bile. Bu sanatçı için de böyledir. Zeki fakat sanatının gerektirdiği bilgiden yoksun sanatçı, birtakım oyunlar içinde sıkışıp kalır. Bu, yaşamın bütün alanlarında böyledir. Zekâ ancak bilgiyle yaratıcı üretime dönüşebilir... Fakat bana kalırsa bilgi de zekânın yaratıcı üretime dönüşmesi için tek başına yeterli değil. Kendi alanımdan, edebiyattan örnek verecek olursam, zekâya ve yaptığı işin gerektirdiği bilgilere sahip bir yazarın, şairin, her zaman başarılı olamadığının örnekleri pek fazladır... Belki duygu eksikliğinden... Ve yanı sıra, dünyaya bakışın, dünya görüşünün eksiklerinden, yanlışlarından... Bunlara ben, tartışmaya açık olsa da, “iyi yüreklilik” kavramını eklemek istiyorum. İyi yüreklilik, bana kalırsa, sadece herhangi bir alanda başarının değil, doğru dürüst insan olmanın da temel koşuludur... “İyi yürekli bir zekâ” ise insanın sahip olmak isteyeceği herhalde en seçkin bir yetenek sayılmalıdır... Son olarak siyaset alanının “zekâ”, “bilgi” ve “iyi yüreklilik” kavramlarıyla ilişkisine bakalım... Siyasetçinin başarılı olması için, zeki, bilgili ve iyi yürekli olması gerekli midir? Günümüz Türkiye siyasetine, dahası dünya siyasetine göz attığımızda, bunun her zaman böyle olmadığını görüyoruz... Hatta tam tersinin geçerli olduğu rahatça söylenebilir... Yani zeki değil fakat kurnaz, bilgi sahibi değil demogog, iyi yürekli değil kötü kalpli olunduğu ölçüde, siyasette başarı kapılarının açıldığı da bilinen bir gerçektir... Fakat bu değişmez, aşılmaz bir yasa mıdır? Hiç kuşkusuz, hayır. İnsan insanlaştığı, toplumlar eğitilip uygarlaştığı ölçüde, siyaset alanında da kurnazlığın yerini iyi yürekli bir zekânın, demogojinin yerini bilimsel bilginin alacağından kuşku duymamak gerekir... Bu yazı aslında burada bitebilirdi... Fakat onu esinleyen bir olaydan söz etmezsem eksik kalır... Birkaç gün önce bu ülkenin başbakanı, ana muhalefet partisi liderini, herhalde yarım entelektüel danışmanlarından birinin buluşu olarak, “hakiki” değil “sanal” bir kişilik olmakla suçladı... “Öyle biri aslında yoktur, o sanal olarak vitrine çıkarılmış biridir” dedi... Bir TV programında, başbakanın ona neden sanal dediği sorulan muhalefet liderinin, sözcüğün gerçek anlamıyla bıyık altından gülümseyerek verdiği kısa yanıt, bir “iyi yürekli zekâ” örneğiydi: “Herhalde artık rüyalarına girdiğimden...” Tam bir hafta sonra bugün yapılacak genel seçimlerin sadece ve basitçe iki farklı siyaset arasında değil; kurnazlık, demogoji ve kötü yürekli bir saldırganlıkla, bu olumsuz özelliklerin sahiplerini artık rüyalarında da rahatsız etmeye başlayan bilimsel bilgi ve iyi yürekli bir zekâ arasında geçeceğini göstermeye sadece bu örnek bile yeter... [email protected] www.ataolbehramoglu.com.tr TÜRK SİNEMASI ZENGİNLEŞİYOR Misafir filminde, Halit Ergenç’le başrolde. Uzun yıllardır sinemanın içindesiniz. En çok hangi dönemi özlüyorsunuz? Artık çok çeşitli filmler yapılıyor ve genç yönetmenlerle Türk sinemasının çok zenginleştiğini düşünüyorum. Özlediğim dönem, henüz çekmediğim filmler. Sinemada ve özellikle televizyonda ne gibi hikâyelere ihtiyaç olduğundan söz edebiliriz, sizce neler anlatılmalı? En büyük eksikliğin tarihimizle yüzleşmek olduğunu düşünüyorum. Bu da yakın geçmişte giderilmeye başlandı. Örnekse Hatırla Sevgili bu açıdan önemli bir dönüm noktasıydı. Eski sinemalar kapanıyor, hatta bazıları alışveriş mantığının içine yerleştirilmeye çalışılıyor. Kapanmayanlar da büyük zorluklarla yüz yüze. Bu sizde hayalkırıklığı yaratıyor mu? Mesele sinemanın nerede olduğu değil, ne gösterildiği ve belli bir derinlikte filmlere olan talebin boyutu. Ancak sinema tarihimizle ilgili binaların korunması gerektiğine inanıyorum. Tiyatro projesi var mı yakın zamanda, istiyor musunuz? Bu sezon uzak kaldım, ama görüştüğüm projeler daima var... G Bir kişiyle başladık, 18 bin kişiye ulaştık üşün Taşın Derneği’nin kuruluşu 2007 yılına dayanıyor. Sekiz üniversite öğrencisi okuma alışkanlıkları olmadığı için şikâyet ederken bir proje geliştirdi. Haftada bir kitap bitirecekler, okudukları kitaplar üzerine konuşacaklardı. 50 hafta boyunca, hiç aksatmadan her hafta bir kitap okudular. Sonrasında da “Türkiye’de kitap okunmuyor” diye şikâyet etmektense, çözüm üretmeye karar verdiler. O gün bugündür de üniversite bünyesinde kurdukları kulüple kitap okuma etkinlikleri düzenleyerek, okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışıyorlar. Ancak bu yol, o kadar da kolay alınmamış. Bayrampaşa’da bir kütüphanede gerçekleştirdikleri ilk etkinliğe yalnızca bir kişi katılmış, o da Selim Çavuş ekibin dışında bir arkadaşları. D Kitap okuma alışkanlığı geliştirebilmek için etkinlikler düzenleyen Düşün Taşın Derneği, üye sayısını arttırıyor. Şimdiki hedefleri ise kuracakları temsilciliklerle her ilde okuma günleri düzenleyebilmek. Yılmamışlar, devam etmişler yollarına. İkinci etkinlikte rakam 35’e çıkmış. 2010 yılı sonunda dernek statüsü alan ekip, sonrasında etkinlik alanını da genişletmiş. Derneğin başkanı Selim Çavuş, şimdilerde bu etkinlikle binlerce kişiye ulaştıklarını söylüyor: “Farklı mekânlarda düzenlediğimiz etkinliklerle amacımız kitabı herkesin gündemine taşımak oldu. Kitap klişe bilgilerle yalnızca evin oturma odasında okunmaz. Otobüste, vapurda, kafede, her yerde okunabilir. O yüzden köprüde, statta, (www.dusuntasin.net) C MY B C MY B otobüste, kütüphanelerde etkinlikler geliştirdik. İki yıl önce Avrasya Maratonu’na katıldık, köprüde oturup kitap okuma etkinliği yaptık. Ali Sami Yen stadında yaklaşık 18 bin kişinin katıldığı bir okuma günü gerçekleştirdik.” Bu etkinlikler aynı zamanda birer sosyalleşme platformu. Niye evde değil de sizinle okuyayım diye düşünenlere de bir yanıtı var Çavuş’un: “Herkes etkinliğe kitabıyla geliyor, sonra da okuduklarını paylaşıyor katılımcılarla. Bu, toplum karşısında konuşabilme yeteneği de kazandırıyor insana.” Derneğin etkinlikleri bugüne dek yalnızca İstanbul’da gerçekleşiyordu. Şimdi Anadolu’ya da yayılması amacıyla bölgelerde temsilciliklerle yollarına devam edecekler. Ekim ayı itibarıyla her bölgede bulunacak temsilciliklerle daha fazla kişiye ulaşmak istiyorlar. “Kitap okuma rakamları üzüntü verici. Ancak biz kendimizdeki sorundan yola çıkarak sadece konuşmuyor, çözüm üretmeye çalışıyoruz. Bu bir domino etkisi gibi yayılarak büyüyecek.” G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle