Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 23 MAYIS 2010 / SAYI 1261 ZÜLAL KALKANDELEN Eşcinsel başkan? “Gay olduğunu açıklayan bir adayın başkanlığını destekler miydiniz?” Bu ilginç soru, geçen mart ayında Amerika’da yapılan bir kamuoyu araştırmasında soruldu. 60 Minutes / Vanity Fair tarafından gerçekleştirilen araştırma, Amerikan toplumunun birçok alanda olduğu gibi, bu konuda da ikiye bölündüğünü kanıtlıyor: Halkın % 50’si gay bir başkanı destekliyor; % 44’ü ise, böyle bir adaya karşı... Aynı araştırmada bu soru, yüksek mahkeme yargıcı ve dışişleri bakanı için de sorulmuş. Yüksek mahkeme yargıcının gay olmasına karşı çıkanlar % 40’a inerken, destekleyenler % 55’e çıkmış. Gay bir dışişleri bakanının kabul edilebilirlik oranı % 56 olurken, karşı çıkanlarınki % 39’a düşmüş. *** Obama’nın yüksek mahkemeye yeni atadığı Başsavcı Elena Kagan’ın her açıdan mikroskop altına alındığı son günlerde, bu sonuçlar daha da önem kazandı. Çünkü Amerikan medyasında bir süredir Kagan’ın lezbiyen olduğu yönünde haberler çıkıyor. Demokratlar, bu haberleri muhafazakârların yaydığını; Kagan’ın Harvard’da dekanken, ordudaki “Don’t Ask, Don’t Tell” (DADTSorma, Söyleme) uygulamasına karşı çıktığını söylüyor. Amerika’da ordu, eşcinsel olduğunu açıkça beyan edenlerin görev yapamadığı tek kurum. Bu uygulamaya göre, ordu, eşcinsellere ancak cinsel tercihlerini gizli tutmaları koşuluyla askerlik yaptırıyor. Kagan, önceleri bunu ayrımcılık olarak değerlendirmiş ve öğrencileri orduya çekmek için gelen askeri yetkililerin kampusa girmesini yasaklamış. Fakat Bush döneminde, bu tarz tavır alan okullara federal paranın kesilmesi gündeme gelince de karşı kampanya başlatmış... 1993’te Bill Clinton döneminde değiştirilen askerlik yasasına dayanan DADT, askerlere cinsel tercihleri ile ilgili soru sorulmasını önlerken, aynı zamanda da, eşcinsellerin cinsel kimliklerinden açıkça söz etmelerini yasaklıyor. Obama ise, eşcinsellerin cinsel tercihlerini gizlemeden orduya alınmalarına olanak sağlayacağına dair söz verdi. Ancak henüz sözlerini yasaya dönüştürmediğinden eski uygulama devam ediyor. *** Amerika eşcinsel hakları konusunda Avrupa’yı daha geriden izlese de, bizim gibi ülkelerle kıyaslandığında çok daha ileri. Çünkü bu konu, orada, ırk, din, dil, etnik köken, cinsiyet ve cinsel tercih farkı gözetilmeden herkesin aynı hak ve özgürlüklere sahip olması için verilen bir mücadele alanı olarak görülüyor. Acaba bizde bir araştırma yapılsa, halkın kaçta kaçı gay bir başbakanı destekler? Acaba Cumhurbaşkanı eşcinsel birini Anayasa Mahkemesi üyeliğine atar mı? Acaba bir gay belediye başkanı adayına yüzde kaç oy çıkar? Sonuçta, eşcinselliğin büyük bir kesim tarafından utanılacak bir suçmuş gibi gösterilmeye çalışıldığı bir ülke burası... Bazılarının, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan gibi, tıbben doğru olmasa da, “Eşcinsellik hastalıktır” dediği garip bir yer burası... Ahlakın sınırlarının cinsel tercihlerle, yatak odası dedikodularıyla belirlendiği bir toplum burası... Çalanın çırpanın yükseldiği, yolsuzluk yapıp halkın parasını yiyenin hesap vermeden gezebildiği bir yer burası... Çocuk tecavüzlerinin aile arasında saklanıp üzerinin örtüldüğü; ama toz kondurulmaz ahlakın eşcinsellere yapılan baskılarla korunmaya çalışıldığı ülke burası... Merak ediyorum; acaba bu ülkede, “Bir insanın bir işe uygun niteliklere sahip olup olmamasının cinsel tercihle ne ilgisi var” diye soran kaç kişi var? G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com Hayatta en kötü şey alışmak Onur Saylak, Sonbahar filminden sonra mültecilerin yaşadıklarını anlatan “Denizden Gelen” ile adından söz ettirdi. Saylak’ın bu filmleri aslında sinemaya bakışını da özetler nitelikte. “Sinemada derdi tasası olan işlerde yer almak, geride bu filmleri bırakmak istiyorum” diyor. ZUHAL AYTOLUN nur Saylak, oynadığı “Sonbahar” filmiyle hayatımıza girdi. Sonrasında da “Gönülçelen” dizisinin Levent’i, “Denizden Gelen” filminin polis Halil’i olarak karşımıza çıktı. Nesli Çölgeçen’in mültecilerin hikâyesini anlattığı hikâyede rol almak, Saylak için çok özel. Uzun yıllar takip edip, keşke film çekse dediği yönetmen Çölgeçen’le aynı projede olmanın keyfini yaşıyor. Çünkü onun yegâne isteği, derdi tasası olan yönetmenlerin filmlerinde rol almak. Televizyon konusunda ise büyük beklentisi yok. “Bu koşullarda televizyondan sanat beklememek gerek” diyor. Sonbahar’dan sonra Denizden Gelen’le, yine bir sosyal meseleyle çıktınız karşımıza. Nedir filmin sizdeki yeri? Kaçak göçmen hikâyeleri izleyip, duyduğumuz hikâyelerdi. Ama işin içine girince ve ön çalışma sürecinde yaptığımız araştırmalarla tuhaf ve acı sonuçlarla yüzleştik. İstatistiklere göre her yıl Türkiye üzerinden 100 bin kaçak göçmen Avrupa’ya geçmeye çalışıyor. Bunlar yakalananların sayısı elbette. Bir de yolda yaşamlarını yitirenler var. Buna iç savaş, açlık gibi sebepler etken. Böyle bir projede yer almayı değil ben, her oyuncu ister. Peki çekimler sırasında tanıklık ettiğiniz olaylar oldu mu? Festivaldeki gösterimde de bir hikâye anlatmıştım, onu çekimler sırasında Dalyan’da yaşadık. Cezayirli bir çocuğun İtalya’ya geçmek isterken yaşadıklarını özetleyen bir not vardı. Tekne batmak üzereyken bir sigara paketine son bir mektup koymuş. “Anne, baba, ben bir bilinmezliğe gidiyorum. Sonumun ne olacağı belli değil” diye başlayan acıklı bir mektup. Onu okumak bile bir sürü şeye tanık olmaya yetiyor. Zaten Dalyan tam bir geçiş noktası. Çekimlerdeyken de üç dört kez böyle durumlarla karşılaştık. Burada benim için temel soru; “Gittikleri yer neresi?” Almanya’ya, İngiltere’ye, Fransa’ya gidiyorlar. Yani sömürgeciliğin olduğu yerlere. Bilinmezliğe yolculuk ediyorsunuz, düşünsenize. Nasıl bir yerde barınıyorsun ki, seni neyin beklediğini bilmediğin bir yere kalkıp gitmek zorunda kalıyorsun. Oysa insan yaşadığı yeri zor terk eder. Seyircide nasıl yer eder, bilmiyorum. Ama biz toplum olarak tribünleri izleyip, ah’lanıp vah’lanmayı severiz. Ülkemizde yaşanan olaylara karşı bu kadar duyarsız olmak çok acı. En kötüsü alışmaktır. Bir şeye alışırsan, her şeye alışabilirsin. Sizin oyunculukta alışmaktan kaçtığınız bir şey var mı? Kendimi beğenmekten kaçınıyorum. O yüzden de çok ağır eleştiririm kendimi. Zaten ekranda izleyemem de. Diğer yandan sektörün zorlu, insanlık dışı çalışma koşullarıyla sürüyor yaşam. Biz de oyunculuk değil oyuncu işçiliği, yönetmen işçiliği, yazar işçiliği yapıyoruz. Televizyonda bu koşullarda sanat değil ancak zanaat icra edebilirsiniz. Çünkü vakit yok. Bir de hayatta neyi dert edineceğini bilmek gerek. Bir oyuncu olarak tanınıyor ve iyi para kazanıyorsun diye her şeyi geri plana atarsan büyük tuzağa düşmüşsün demektir. Peki, siz gün gelir de o tuzağa takılma noktasına gelir misiniz? Bugüne dek takılmadım. Ödüller geldi, “popüler” hale geldim. Ama benim için değişen bir şey yok. Çünkü bende değişen bir şey yok. G O Oyunculuk bir kendini var etme noktası Fizik mühendisliği, kamu yönetimi derken oyunculuk. Bu nasıl bir çıkış oldu sizin için? Aslında benim için kendini var etme noktası oldu. Okurken hep kendimi nasıl tanımlasam diye uğraşıyordum ve kendimi oyuncu olarak buldum. Şimdi de çok keyif alıyorum. Hele de “Sonbahar” ve “Denizden Gelen” gibi derdi tasası olan işlerde rol alınca çok mutlu oldum. Bu tip yönetmenlerle projelere devam edebilirim. Peki, televizyonu nasıl anlamlandırıyorsunuz? Orada da sizi besleyen taraflar var mı? Besleyen yanları var ama ben mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Geçen yıla kadar röportaj bile yapmıyordum, yeni yeni alıştım. Kimse kimseyi kandırmasın, bu koşullarda çok kaliteli bir iş yapmak çok zor. Evinizde neden televizyon yok? Herkese tavsiye ederim. Akşamları o kadar uzun vakitler varmış ki bir şeyler yapmak için. Zaten dizi izlemiyorum. Bütün gün bu ortamdayken bir de eve gidip onları izlemek istemiyorum. Gerek yokmuş bazı şeyleri ertelemeye. Kitap okumak, bir şeyler yazıp çizmek istiyordum, televizyonun bunları engellediğini hissettiğim an, onunla vedalaştım. Hiç kaçırdığınız, ertelediğiniz şeyler yok mu? Var tabii. Dünyayı gezmek istiyorum mesela. Ona yönelik kitaplar alıyorum, baktıkça sinir oluyorum. Diziye başlıyoruz, 2 yıl sürüyor, o bitiyor bir sonraki. Niye? Para için erteliyoruz her şeyi. 33 yaşındayım 10 yıl sonra 43. O yaşta arkaya baktığımda vay ben 4 dizide oynadım, demek istemiyorum. Onun yerine 4 filmde oynadım demeyi tercih ederim. Rusça ve Japonca öğrenmek istiyorum. Bırak dünyayı, Türkiye’yi gezmek istiyorum. Bir Karadeniz’e gittim, feleğim şaştı. Her yeri gezip görmek gerek. G Denizden Gelen C M Y B C MY B