22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 ARALIK 2010 / SAYI 1289 9 Dünyayı tek başınıza değiştirebilirsiniz imar Emre Arolat, geçen hafta dünyanın en prestijli mimarlık ödüllerinden biri olan Aga Khan’ı İpekyol Tekstil Fabrikası projesiyle kazandı. Bu ödül onun için özel ve farklı bir yerde. O yüzden zaten mesleki macerasındaki bir adımtaşı olarak tanımlıyor. Yalnızca Aga Khan da değil. Emre Arolat Architects’in (EAA) projeleri, 2010 yılında tam 18 ödüle layık görüldü. Ödüller de elbet bir motivasyon. Ancak hangi ödüllerin nasıl verildiği, değerlendirme kriterleri, hızla üretilen ve tüketilen projelerin varlığı gibi pek çok ayrıntıya karşı bir duruş belirliyor Arolat. Bu anlamda ödüllerin parlak dünyasına da çok kanmıyor. Genç mimarlara da bir önerisi var Arolat’ın: “Dünyayı tek başınıza değiştirebileceğinize inanın.” İşte anlattıkları... İpekyol Tekstil Fabrikası projesiyle prestijli bir ödül aldınız. Bu, 2010 yılında aldığınız 18. ödül. Nedir motivasyonunuz? Aga Khan ödülünü nasıl tanımlarsınız? Son dönemde sayıları gittikçe artan mimarlık ödüllerinin neredeyse hepsi, jüri tarafından yapıların kendilerini görerek ya da en azından ciddi bir biçimde dokümantasyonu yapılarak değil, iki fiyakalı fotoğrafa bakılarak veriliyor. Büyük bir hızla üretilen ve “piyasa” tarafından da aynı hızla tüketilen bu ödüllerin ortaya koyduğu iklimde, Aga Khan ödüllerini bu ortamın dışında tutmak yanlış olmayacaktır. Seçim dönemindeki hassasiyet, ZUHAL jürinin, raportörlerin titiz ve AYTOLUN ayrıntılı çalışmalarının yanı sıra; seçim için belirlenen ölçütlerin niteliği bu ayrışmayı anlamlı kılıyor. Hal böyle olunca, Aga Khan ödülünün benim mesleki maceram içinde önemli bir adımtaşı olduğunu kabullenmem gerekiyor sanırım. Seçici kurul projenin, işverenin ticari menfaatine dönük olarak, işlevsel verimliliği hümanizm ile birleştirdiğini söylüyor. Hümanizm burada kendine nasıl yer buluyor? İpekyol Tekstil Fabrikası’nda çalışan insanlar, bu yapının içinde kendilerini diğer fabrikalarda çalışanlara göre bir nebze olsun daha iyi hissediyorlar. Dört duvar arasında, havasız bir ortam yerine, gün ışığı alan ve taze hava dolaşımının sağlandığı yüksek tavanlı, ferah alanlarda çalışıyorlar. Beyaz ve mavi yakalılarla işçiler, kapalı kapılar ve bölücü duvarlar arasında sınıfsal ayrışmayı iliklerinde hissetmiyorlar. Gün içinde dışarıda havanın nasıl olduğunu izleyebiliyor, molalarda bahçelerde dinlenebiliyor, hatta spor yapabiliyorlar. Projelerinizde özellikle hangi kavramlardan beslenirsiniz? Kendinize bu anlamda nasıl bir yol çiziyorsunuz? Biz EAA’da üslupçu bir yaklaşım yerine “durum” odaklı bir tasarım pratiğini sürdürmeyi deniyoruz. Bunu da iç potansiyel üzerinden yapıyoruz. Alışıldık mimari üslupları, bildik akımların motivasyonlarını ve ADNAN BİNYAZAR M Aga Khan, dünyanın en prestijli ödüllerinden biri. Bu yıl katılan 400 projeden beşi ödüle değer görüldü. Bunlardan biri de Emre Arolat’ın Edirne’deki İpekyol Tekstil Fabrikası projesi. Böylece bu, Türkiye’ye gelen 14. Aga Khan ödülü oldu. Tüketim tuzağı ılmaz Dağdeviren, yönlendirici, çözüm üretici nitelikteki yazılarını eşine dostuna ileterek aydınlatma görevini bir düşünce savaşçısı bilinciyle yerine getiriyor. Dinselliği aklın süzgecinden geçiren yorumsal yazıları ise çağdaş dünyaya nesnelliğin penceresini açıyor. Bu bağlamda okuru kafa karıştıran konulardan uzak tutmaya da özen gösteriyor. Bunu şuradan anlıyoruz: CHP’nin şu günlerde yaşadıklarına sözü getirerek, “Dünyada, beyinleri yıkanmış kullar / müritler arasında bile yüzde yüz aynı görüşte olan iki insan yoktur” diyor. Öyle ya, parmağı ya da gözbebeğini oluşturan doku hücrelerinde aynılık olmazken, Einstein’ın, “Fonksiyonlarının onda birini biliyorsak sevinelim” dediği beyin gibi son derece karmaşık bir organda aynılık aranır mı? Düşünsel güçten yoksun toplumlar insan yığınıdır, bilinçsiz kalabalıktır. Böyle toplumlardan ulusal bilinç beklemek de boşunadır. Dağdeviren’in Gülse Birsel’den aktardığı oylumlu bir yazının aşağıya alıntıladığım bölümünü okurken, ancak beyinlerini davranışlarına kılavuz eyleyen bireylerin kendi iradeleriyle yönlerini belirleyebileceklerini düşündüm. Birsel’in yazısından, dünya uluslarınca hemen her fırsatta eleştirilen Amerikan toplumunun, yüzünü geleceğinin karanlık aynasına tutup, önlemler aldığını öğreniyoruz. “Alışveriş yapmamak! Hatta eldeki mallardan da kurtulup yaşamı sadeleştirmek! Kriz sonrası, çalışanlar, gelirlerinin daha büyük bir bölümünü harcamayıp biriktirmeye başlayınca, ABD’li üreticilerin etekleri tutuşmuş! Bir çift ayakkabı yerine kutu oyunu, pahalı bir çanta yerine spor salonu üyeliği, araba yerine seyahat, ruj yerine sinema bileti; insanları daha mutlu ediyor. Bir deneyim kazanmış olmak, kişiye daha yoğun ve uzun süreli bir doyum sağlıyor. Üstelik “mal Y tasarım alışkanlıklarını zaman zaman devreye sokuyoruz. Ama yine de bunlara kayda değer bir yatırım yapmıyor, her projenin kendi sorunlarını tariflemeye çalışıyoruz. Kuşkusuz ortaya çıkan ürünleri birbirlerine yaklaştıran bazı özellikler var. Ancak biz bunların görüntüselliklerinden ziyade zihinsel nitelikleriyle ilgileniyoruz. Peki nedir sizi besleyen? Bir röportajınızda “Nasıl insansan öyle mimarsın” demişsiniz. Bu etkileyici bir tanımlama. Pek çok farklı mecradan. Ben, “nasıl bir adamsan öyle bir mimar olursun” diyenlerden yanayım. Kişisel formasyon mimarın hayatı kavrama biçimini, yorumlama güdüsünü ve sezgilerini etkiliyor. Çoğu kere net olarak tanımlanamayacak dışsal unsurlar kişisel deneyimlerle ve hissiyatla harmanlanıyor. Sanırım bir mimar için beslenme kaynakları, hayli kompleks bir zincir oluşturuyor. Bu anlamda nasıl projeler yürütüyorsunuz? Kabul ya da reddederken dikkat ettiğiniz noktalar neler? Mimariye ve çevreye, sadece iyi tasarlanmış ve güzel yapılar inşa etme edimi çerçevesinden bakmak yerine; onu insana, kente ve doğaya dair bir görüş üretme, mekânı kurmaya yönelik bir düşünce geliştirme yolunda kullanmayı tercih eden bir görüşü benimsiyoruz. Kullanıcıları kısıtlanmış bir yapıdan ziyade, kamusal yönelimleri fazla olan, bağlamsal bir kurgunun verimli bir şekilde tutulduğu projeler daha heyecan verici. Son olarak, gençlere ne önermek, sektörde bazı hassas noktaları unuttuğunu düşündüğünüz meslektaşlarınıza ne hatırlatmak istersiniz? Mimarlığa yeni başlayacak olan genç meslektaşlarıma dünyayı tek başlarına değiştirebileceklerine inanmalarını tavsiye edebilirim. Ortamdaki derin karamsarlığın tembelleştirici tuzaklarına düşmesinler. Okuyan, takipçi ve eleştirel birey olsunlar. Merak etmekten, gezip görmekten yılmasınlar. Sorgulayarak ve gündelik yönelimlere karşı çıkarak, ama her durumda anlamaya ve kavramaya çalışarak üretsinler. İnandıklarının peşinde bıkmadan, usanmadan koşsunlar. Eğer haklılarsa bir gün mutlaka olacaktır... G edinme”nin mutluluk getirmediğini öğrenen “dünyanın en çok satın alan halkı”, kocaman otomobillerini, dört oda / bir salon evlerini, 48 parçalık yemek takımlarını, doğrayan parçalayankarıştıran onlarca mutfak aletini satıyor, ayrı bir oda haline gelmiş gardırop dolusu giysilerini fakirlere bağışlayıp hayatlarını sadeleştiriyor. Bazı aileler, 40 metrekare bir evde, dört tabak, dört bardakla ve işe bisikletle gidip gelerek yaşamanın onları hiç olmadıkları kadar mutlu kıldığını savunuyor. Bu tasarruf anlayışıyla biriktirdikleri parayı yoga derslerine ve tatillere yatırıyorlar.” Her alandaki eksikliğimizi yüzümüze vuran önemli bir gerçek daha! Akılcı Batılılar, içinde bulundukları durumu özeleştiriden geçirip yanlışlıklardan ders almayı biliyorlar. Biz ise, yanlışlığın batağına saplanmak için birbirimizle yarışıyoruz. Bunu da, nice ödünler vererek dışarıdan aldığımız yardımlara bel bağlayarak yapıyoruz. Kulağımızı verelim, çanlar bizim için çalıyor! Bir ülkede küçük bir azınlık müreffeh bir hayat yaşayıp çoğunluk açlığa mahkum ediliyorsa; çoğunluk da tüketim tuzağında kıvranıyorsa, o toplumun her bireyi bir “ölü can”dır! Böyle bir toplumda ahlak bozulmasının önü alınabilir mi? İnsanımız, yaşamsal tehlikelerle yüz yüze olmasına karşın, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi, niye tasarrufa yönelip onurlu bir yaşamı yeğlemiyor? Tüketim krizine girerek kişiliğine sinen onursuzluklara katlanıyor!.. Ülkemizde bunca cana kıyılmasında, ahlak bozukluğu yaşanmasında, tüketime özendiren kredi kartı tuzağına düşülmesinde bunların hiç payı yok mu?.. G binyazar@gmail.com “Çocuktur geçer” demeyin! orbaca davranışlar, genelde yetişkinlerin gözünden kaçan yerlerde, oyun alanında, tuvaletlerde, yatakhanelerde yaşanıyor ve bu olayların büyük çoğunluğundan haberdar olunmuyor. Sır perdesinin kalkması, evde ve okullarda çocukların güvenebilecekleri yetişkinler olması, çocukların anlattığı olaylara hayal ve abartı olarak bakılmaması gerekiyor. Bu konuda yapılan en önemli yanlış ise “nasılsa çocuktur geçer” diyerek olaylara seyirci kalmak. YÖRET Vakfı Başkanı Nüket Atalay, Türkiye’de son yıllarda şiddetin, dolayısıyla zorbalığın da arttığının söylendiğine dikkat çekiyor ve “Ancak bunun bilimsel ispatı yok. Belki de eskiden görmezden geldiğimiz olayları şimdi daha açık konuşuyoruz, ya da medya ele alıyor diye olayların şahidi oluyoruz” diyor. FİGEN Bir zorbalık olayında üç gruptan söz edildiğini belirten Atalay, şöyle devam ATALAY ediyor: “Kurbanlar (mağdurlar) – Saldırganlar (zorba) – İzleyenler. Saldırganlar incelendiğinde kendilerinin geçmişte başka zorbalar tarafından kurban edildiği, özgüvensizliklerinin aksini ispat edecekleri fırsatları değerlendirdikleri anlaşılıyor. Genelde saldırganlar fiziksel gücüne güvenen, kurallara uymakta zorlanan, şiddete eğilimi olan, antisosyal davranışlar gösteren, başkalarının duygularını önemsemeyen kişilerdir. Kurbanlar incelendiğinde onların psikolojik sorunlar yaşadığı ve yardımcı olunduğu takdirde zorbalığı durdurma gücü kazanacakları; kurbanın zayıf, kendini yalnız ve güvensiz Zorbalık nedir? Bir kişiye, bir veya birkaç kişi tarafından uygulanan, sürekli tekrar edilen, onun bütünlüğüne ve iradesine karşı yapılan olumsuz davranışlardır. Kişiler arasında güç farkı olduğunun görüldüğü ve şiddet içerdiği için kabul edilemez. Türleri: Doğrudan zorbalık: Vurma, itme, aşağılama, tehdit gibi açık şiddet göstermek. Dolaylı zorbalık: Kişinin bulunmadığı ortamlarda arkasından konuşma, dışlama, utandırma türü yapılanlardır. Öneriler Z Zorbalığın ne olduğunu açıkça belirleyelim. Olaylara seyirci kalmayalım, olumsuz davranışları olumluya çevirmek üzere müdahalelerde bulunalım. Olayları fark edince nedenini bulmaya çalışalım. Şiddete sıfır hoşgörü kavramını tüm ortamlarda savunalım. Eğitimcilerin eğitimi, çocukların eğitimi, velilerin eğitimi için plan ve programlar geliştirelim. Tüm Okul Yaklaşımıherkesin ortak tutumuyla şiddetle ve onun bir türü olan zorbalıkla mücadele programı geliştirelim. Öğrencilerin zorbalık olaylarını anlatabilecekleri, danışabilecekleri, kendilerine destek olacak yetişkinlere ulaşmalarını sağlayalım. hisseden, mutsuz, içine kapalı, kaygılı, duygusal tavırlarını farkeden yetişkinlerin, bu özellikleri durduracak yöntemler ve programlar yaratmaları sağlanabilir. İzleyenler incelendiğinde çoğunlukla kurbanın yanında olduklarını, ancak kaygılı ve çaresiz hissettikleri için olayları durduramadıkları gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bazı izleyenlerin ise saldırganı teşvik edici davranışları olayların daha da büyümesine yol açabilir.” Araştırmalara göre, erkek çocuklarda gerek saldırgan, gerek kurban olma durumu daha yaygın. Kız çocuklarda da sıkça zorbaca davranışlara rastlanıyor, bazen erkeklerde olduğu gibi Yetenekli çocuklar aranıyor Ekol Drama Sanat Evi, geleceğin yıldızları olmaya aday yetenekli çocukları arıyor. Forum İstanbul Alışveriş ve Yaşam Merkezi’nde 12, 19 ve 26 Aralık 2010 tarihlerinde düzenlenecek Çocuk Reklam Dizi ve Sinema Oyunculuğu Seçmeleri sonucuna göre eğitime katılma hakkı kazanacak 515 yaş arası çocuklar, reklam, dizi ve sinema sektörüne fiziksel ve psikolojik açıdan hazırlanacak. Seçilen çocuklara, her Pazar 3 saat olmak üzere toplam 12 hafta eğitim verilecek. Bu eğitimin sonunda derslerde başarı gösteren ve devamsızlık yapmayan çocuklar ve gençler, sertifika almaya hak kazanacaklar. G fiziki saldırganlık ve çeteleşme var. Ancak kızların daha çok kurban durumda görüldüğü, birbirlerine dolaylı zorbalık uyguladığı anlaşılıyor. YÖRET Vakfı Başkanı Nüket Atalay, okullarda zorbalığın engellenmesi isteniyorsa idareci, psikolojik danışman, eğitimciler, velileri ve öğrencileri de içine katan bir yaklaşımın yani “Tüm Okul Yaklaşımı”nın benimsenmesi gerektiğini vurguluyor. Atalay, “Her gruptan temsilcilerin katıldığı bir ‘Okul Destek Ekibi’ oluşturarak ve bu kişilerin eğitilmelerini sağlayarak, onların ortak akıl geliştirmelerine, kendi gruplarındakilere ulaşmalarına ve olumsuz duygu ve davranışları durdurmaya güçleri olduğuna inandırmalıyız. Bu yapılmadığı takdirde olaylar sürer, çocuklarımız yıpranır, okul idarelerinin çaresizliği ve güven sağlamak için dış güçlerden yararlanması zorunluğu ortaya çıkar” diyor. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle