Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 PAZAR YAZILARI Emeğin kutsal ışığı ADNAN BİNYAZAR öy Enstitülerinin kapatılması eğitimin yozlaşmasına yol açtı. Köyden kente göç ise, ülkemizde tarımsal üretimin kökünü kuruttu. Amaçlarını din tacirliği temeline oturtan partiler bu ortamda doğmuş, iktidarı ele geçirmiştir. Kişiliklerini belli çıkarlara teslim etmemişlerse, az çok mürekkep yalamışlar, oyunu din bezirgânlarına vermez. Köyden kente taşınanların dinci iktidarlara nasıl oy deposu olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Bugün, kente göçenlere, önüne gökdelen burçlarının dikildiği kentlerin varoşlarında bir köle hayatı yaşatılıyor. Geleceği her yönden karartılmış bu topluluklar, göçtükleri yerde kendilerini değiştirmeyi bilemeyince, ne yazık ki, oylarını üç beş kuruşluk sadakaya mahkum etmişlerdir. Üç günümü geçirdiğim Doğu’nun kıraç tarlalarına bakarken bunları düşündüm. Anamın doğduğu Ağın’a her gidişimde bademlerin tutmadığından, üzümlerin dalında kuruduğundan söz edilirdi. Oysa Ağın’ın, hele de ilçenin kuzeyine düşen Akpınar Mahallesi’nin yeşili, rengini sanki cennetten almıştı. Ağaçların gölgelediği tarlalarda yetişen sebzeler, meyveler nasıl suluydu, nasıl diriydi!.. Bu gidişimde gördüm; Akpınar’da eski günlerin o çıldırtıcı yeşilinin yerini ölgün sarılıklar almış, tarlaları adam boyunu aşan pıtraklı otlar sarmış... Toprakla içli dışlı olanlara, doğa’nın ölümü öbür ölümlerden ağır gelir. Her karanlığın aydınlığı var; son günümü, ilçenin güneyinde Keban Barajı’na dil gibi uzanan Enerle’de geçirdim. Kimi yerler bomboştu. Kimi yerlere de, Nâzım’ın deyimiyle, başını göğe bir kısrak başı gibi uzatan nar ağaçları, üzüm bağları dikilmişti. İnsan eli değmeyen yerde üretim olmaz. O da yetmez, insan, beyninin ışığını da akıtacak elini değdirdiği işe... Alaattin Yazıcı, dili yürüyüşünden, yürüyüşü dilinden hızlı bir inşaat mühendisi. Arkadaşı Faruk Doğan’la; aralarına Ahmet Ayhan’ı da almışlar; baba mirası toprak bilgisiyle başlamışlar çalışmaya. Alaattin ne herkesle içli dışlı, ne fazla mesafeli, ne gösteriş düşkünü; karşılaşır karşılaşmaz, dört beş yıldır elini üzerinden eksik etmeden yetiştirdiği narları, üzüm bağlarını göstermek istediğini söyledi bana. Israrcı olmadı, ama görmemi istediğini, coşkusu yansıtıyordu. Sonunda, kardeşlerim Ersan’la Gürhan, ressam Zafer Gençaydın, bizi arabasına bindirip, o emek harikası bağına götürdü. Bağ deyince, eskinin yaprak yığıntılarını kuruyordum düşlemimde. Meğer dünya nasıl değişiyorsa, sulamanın önem taşıdığı bağ yetiştirmenin yöntemi de değişmişti. 200 dönümlük bir arazi getirin gözünüzün önüne. Bir yanda sıra sıra narlar, bir yanda üzüm bağları. Onların arasında uzanan esnek borulardan sürekli damlalar düşüyor ağaçların dibine. Nasıl bir teknikse bu; sanki ağaçlar sulanmıyor, bir çocuk biberondan su somuruyor... İlçe bağlarında üzümler daha koruk çağındayken, onun yetiştirdiği teveklerden kapkara salkımlar sarkıyor. Salkımları özenle koparan Alaattin’in yüzünden yansıyan emeğin kutsal ışığını o anda gördüm. İnsanın ele aldığı işi eşsiz kılmasından büyük mutluluk yoktur. O artık bedensel bir varlık değildir, oluşumunu kendi varlığıyla kurmayı bilmiş has insandır. Onların varlığıyla, 2 bin nüfuslu Ağın’ın iyi şarap üretilen bir yer olması yakındır... G Tek nota ve aşk... ESRA AÇIKGÖZ oskoca bir orkestrada, tek görevi bir notayı zille sadece bir sefer çalmak olan bir adam, yalnızlığı ve seyirciler arasındaki bir kadına duyduğu aşk... Dağhan Celayir’in “Tek Notalık Adam” adlı kısa filmi işte bunu anlatıyor. 40 uluslararası festivale kabul edilen film, on dördünden ödülle döndü; 53.Valladolid Film Festivali, Toulouse Film Festivali, Tofifest International Film Festivali, 20. İstanbul Kısa Film Festivali... Son olarak İspanya’da düzenlenen 32. Cine Elche Uluslararası Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü kazandı, bu bir ilk, çünkü bu ödül festivalin 32 yıllık tarihinde İspanya dışındaki bir ülkeye hiç verilmemişti. Filmin Oscar için aday adayı olma ihtimali de var. İşte yönetmeni Dağhan Celayir’ın anlatıkları... Tek Notalık Adam filminin fikri nasıl oluştu? Ailem,1213 yaşlarımdayken beni sürekli konsere götürürdü. O yaşta, klasik müzik konserine gitmekten hiç haz etmezdim. Dolayısıyla konser yerine, insanları gözetlerdim; uyuklayanlar, sohbet edenler, tartışanlar... Orkestrada bir perdede olup ötekinde olmayan bir perküsyoncuyu takip ederdim. Sanki orkestrayla alakası yoktu da, arada nadiren notalara vuran bir karakterdi. Onu izlerken, eğlenmeye başladım. Yokluğu bile bir heyecan uyandırıyordu, ne zaman gelecek diye bekliyordum. Sinemayla uğraşmaya başlayınca, bir gün bunla ilgili film çekmeliyim, diye düşündüm. “Tek Notalık Adam”, Dağhan Celayir’ın bol ödüllü kısa filmi. Üç buçuk yıllık bir çalışmanın ürünü; sponsor için yüzlerce firmayla görüşmüş, onlarca festivale başvurmuş Celayir. Bunca zahmete katlanmasına sebep yaptığına inanması. Aldığı on dört ödül, inancın boşa olmadığını gösteriyor. Filmin, Oscar’a aday adayı gösterilme ihtimali de var... Yönetmen Dağhan Celayir ve filmden kareler (solda)... Fotoğraf: Vedat Arık K K MÜZİĞİN GÜCÜ... Film, sıradan yaşamların da hikâyesi olabileceğini gösteriyor... Ufak, değersiz gibi gözüken işlerin ne kadar büyük bir bütüne hizmet ettiğini, ancak çark dönmediğinde fark edebiliyorsunuz. Eğer o senfoninin sonunda zil olmazsa, tek bir nota çalsa dahi, müziğin akışı değişir... Başta bunla ilgili dağınık fikirlerim vardı, ilk yazdığım senaryo diyalogluydu. Sonra bir senaryo doktoruyla, Öktem Başol’la çalıştım. Bir haftada zihnimi temizledi, filmin diyalogsuz çok daha güçlü olacağına karar verdik. Bu benim için de iyi bir deneyim olacaktı, sadece müziğin ve oyunculuğun gücünü kullanacaktık. Böyle olunca oyunculara da daha fazla sorumluluk düşmüştür. Oyuncu seçimini nasıl yaptınız? Kadir Has Üniversitesi’nde oyunculukla ilgili master dersi veren Çetin Sarıkartal eski hocamdı. Ona danıştım. Şehsuvar Aktaş ve Sanem Öge oynuyor. Senaryoyu hiçbir zaman oyunculara göstermedim. Pek çok orkestranın perküsyonistleriyle görüşerek, kendim oyuncu gibi çalıştım. Bir perküsyoncu tek nota çaldığında kendisini nasıl hissediyor, onu ortaya çıkardım. Birkaç gün kapanıp, sanki o notayı çalacak benmişim, hayatım bunun üzerine kurulu gibi notlar çıkardım. Onları oyuncuya verdim. Nazi Özgüç, zaten Ankara Opera ve Devlet Balesi’nin şefi, filmde de bir şefi oynadı. Bursa’da çekim yaptık, çekim ekibi 25 kişiden oluşuyordu, Bursa Senfoni Orkestrası’nın hepsi oradaydı. Seyircilerle beraber 350 kişi filan vardı. Bir kısa film için çok kalabalık bir ekip... En yüksek bütçeli kısa film olma özelliği de taşıyor “Tek Notalık Adam”... Bu ben çok zenginim, demek değil. Bir fikrim vardı, ama param yoktu. Üç buçuk sene destek aradım, bine yakın firmayı aradım, 120’siyle yüz yüze görüşebildim. Her gün üç dört saatimi firmalarla görüşmeye harcadım. Projeyi bırakın kısa film nedir diyenler oldu? En sonunda JTI kabul etti. Film bitince de her şey bitmiyor, festivallere başvurdum. İlk 70 festival hayır, dedi. Tam herhalde yanlış bir şey yaptım, diye düşünürken biri kabul etti, birkaç ödül alınca da davetiyeler gelmeye başladı. Filmin bu kadar çok ödül almasını beklemiyordunuz yani... Hayır... 14 ödül aldı. 40 uluslararası film festivaline katıldı; Rotterdam, Paris, Roma... En çok hangi ödülü aldığınızda şaşırdınız? İspanya’dakini, çünkü 32 senelik tarihinde ilk defa yabancı bir filme ödül verdiler. Alsa alsa, en iyi senaryo ya da oyuncu ödülünü alabilir diyordum, en büyük ödülü bana verdiklerinde çok şaşırdım. İzleyiciler de, gazeteciler de yine İspanyol film kazanır diye düşünüyorlarmış. Jüri başkanı, “Ödülü senin alacağından kimsenin şüphesi yoktu, tartışmadık bile, çünkü sinema anlatım dilini çok iyi kullanmışsın, çekim teknikleri de daha önceden görmediğimiz bir şeydi, fikri de iyi yorumlamışsın” dedi. Gurur vericiydi. YAPTIĞIMA İNANIYORDUM Başka nerelere gidecek film? Şu an San Paulo’da yarışmada, Güney Kore’ye gidebilir, İtalya’da, Rusya St. Petersburg’da festivallere katılacak. On festivalden de haber bekliyorum. Filmin Oscar’a gitme olasılığı olduğundan da bahsediliyor... Bazı festivallerde dokuz ödülün altısını aldığınızda Oscar aday adayı oluyorsunuz. Şu an bir festivalden dolayı aday adayı olma ihtimali var. Bakalım, ne olacak... Gerçi Oscar için çok büyük bir lobi çalışması gerekiyor. Üç buçuk yıl sponsor bulmak için uğraşmışsınız, sonra festivallere katılmak için... Bunca uğraş ne için; şöhret, para?.. Delilik belki de bilmiyorum. Ben iyi bir şey yaptığıma inanmıştım. Bu inanç sayesinde Hasan Gergin, İsmail Karadaş gibi iyi isimleri filmimde çalışmaya ikna edebildim. Bir süre sonra proje artık benim çocuğum gibi oldu, hem onu olabildiğince tek başına bırakmaya çalışıyorum, hem de bırakamıyorum. Şimdi sırada ne var? JaponTürk ortak yapımı bir kısa film çekeceğim. 2010’da bitecek. Bir de BelçikaHollandaTürk ortak yapımı bir uzun metrajlı film çekeceğim. Pazar filminin yapımcısı Ceyda Tufan ve İki Genç Kız’ın yapımcısı Gülen Güler yapımcılarım. 2010’da çekimleri başlayacak. Türkiye’den Belçika’ya giden bir diplomat ailenin çocuğunun dil bilmeden orada yaşamaya çalışmasını anlatan, otobiyografik ve kurmaca bir film. Çocuk okulda bazı önyargılar nedeniyle dışlanıyor. Tam da Ağca’nın Papa suikastı yüzünden tekrardan yargılandığı, Türkiye’nin imajının yerle bir olduğu dönemler. Babası da NATO’da bir diplomat. Çocuk NATO’nun stratejilerini buluyor ve onları okulda uyguluyor. Müttefik buluyor kendine, kuzeye doğru genişliyor. Soğuk savaş lafını kendince çevirip, kartopu savaşı başlatıyor. Sonuçta başarılı oluyor. Ancak o çocuk yaşta da olsa, Sineklerin Tanrı’sında olduğu gibi, güç eline geçince bunu kontrol edememeye başlıyor. Film de bunun acı sonuçları üzerine. G İşimizi neden yapıyoruz? AYLİN KOTİL A binyazar@gmail.com Aylin@kotil.web.tr C M Y B C MY B slında bu başlığı bence her insan hayatında en az bir kere kendine sormalı. Çok klasik belki ama evet, önce sevdiğimiz işi yapmamız gerekiyor. Çünkü gerçekten seviyorsak tatmin olabiliyoruz. Bazen yaptığımız işi neden yaptığımızı unutuyoruz. Unuttuğumuz noktada ya işin hakkını vermemeye başlıyoruz ya da hırsımız bizi esas amaçtan uzaklaştırıyor. İkisi de tatsız bir durum. Vakit doldurmak için gelinen işlerle ömür dolmuyor. Ancak hırsla yapılanlar da çok ürkütücü oluyor. Hatta zarar verici. Kişi bir yerde kontrolden çıkıyor ve esas isteğinin ne olduğunu unutuyor. İkisinin özünde boşa giden bir hayat var. İşimiz en az sekiz saatimizi kapladığı için bu anlamda önemli. Hırsa ya da heyecansızlığa yenilmiş hayatlar yaratıyoruz. Ve o kadar rutine dalıyoruz ki, durup ben bu işi neden yapıyorum diye sorgulamak aklımıza bile gelmiyor. Sonuçta kendi hayatımızı, kendi ellerimizle zincirlemekle kalmayıp, farkında olmadan hayatımızı yaşanmaz kılıyoruz. Yorgun beyinler, yorgun vücutlar böyle meydana geliyor. Tatile bile gitsek dinlenemeyen bakışlar böyle oluşuyor. Hayata yüzde yüz kendini veremeyen insanlar böyle meydana geliyor. Ama dahası mutsuz olup neden mutsuz olduğunu bilemeyen ve mutluluğu kendinde değil de bir başkasında arayan insanlar da böyle oluşuyor. Tabi bu noktadan sonra hayata geliş nedenimizi sorgulamak hayal oluyor. Dünyaya neden geldiğimiz ve kendimizi ne kadar şekillendirip beslediğimiz ayrıntı bile olamıyor. Sonrasında, ya işi sırasında sıkıntıdan internette dolanan insanlar oluyoruz ya da hırstan hayatı kararan ama farkında olamayan... Sonuçta her ikisinde de olan kendi hayatımıza oluyor... G