Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 MÜNİH 23 AĞUSTOS 2009 / SAYI 1222 Englischer Garten’da pazar keyifleri... EROL ÖZKAN T emmuz günlerini yağmurlu ve bunaltıcı sıcaklarla geçirdikten sonra ağustos günlerini de aynı şekilde yaşamaya başladık... Almanya’da herkes havalar yüzünden sinir küpü adeta... Sabahleyin harika bir güneşle gerinerek uyananlar, akşamüstleri ani yağmurlara nasıl da şaşkınlar, hiç sormayın? İnsanlar en çok hafta sonlarında gerginleşiyor... Her şeye karşın ağustos pazarlarında Münihlilerin vazgeçilmez adresi “Englischer Garten”ın şöhretini mutlaka duymuşsunuzdur! Avrupa’nın en eski ve en büyük parkı olması bir yana yansıttığı görüntülerle ilginçliğini hâlâ koruyor burası... Sabahın köründe bisikletli kızların dolandığı bu çılgın parkta her saat değişen bir yaşam var. Özellikle pazarları... Piknikçiler, top oynayanlar, çırılçıplak güneşlenenler ve davul çalanlar bunlardan birkaçı sadece... Münih gibi kültürün ve sanatın her köşede yaşatıldığı bir kentte Marien Meydanı şehrin kalbidir adeta. Oradan Odeon Meydanı’nı görüp hızlı adımlarla kentin yeşil köşesi İngiliz bahçelerine uzanmak zor değil. Taze kesilmiş çimen kokan geniş çayırlarda güneşlenen çıplakların sayısı da ikiye katlanır ağustos sabahlarında. Bu parkın esasen en çok merak edilen köşesi Monopteros anıtının tam karşısı. Şirin bir derenin öteki kıyısı çıplakların alanı. Sizi orada önce Afrikalı davulcular karşılar. Pazar günleri davul çalıp kafa çekenler de çoğaldılar giderek. Kulakları çınlasın bizim Okay Temiz’i bile kıskandıracak ustalıkta ritim atan davulcu takımı kafaları şişiredursunlar, az ötede anadan doğma güneşlenen kadınlar bu yaz Pakistanlı röntgenciler yüzünden daha kuytulara tüymüş. Bereket Münih’teki bizim çember sakallılar burayı bilmiyorlar? Englischer Garten aslında bir marka. Dünyanın en ünlü parklarından. 1793’te açılan bu parkın fikir babası bir Amerikalı. Bavyeralıların Kont Rumfort olarak tanıdığı bu zat, Alman ortağı Ludwig von Sckell ile bu parkı tasarlar. Çin kulesi ile Monopteros anıtı parkın ana eksenini oluşturur ve daha sonra park büyür de büyür... Burası günümüzde bisikletlilerin cenneti adeta... Tabii hafta sonunda kazanovalar ve çapkınlar da burada... Bilhassa parkın kuzey girişindeki Cafe St. Moritz haklı bir üne sahip. Çarpıcı dekoru ve ilginç müşteri profili ile enteresan bir köşe... Saçları jöleli yakışıklı İtalyan gençleri, tatilden dönmüş dullar, kırçıllaşmış sakalları ve muzip bakışlı eski çapkınlar, takıp takıştırmış kokoş güzeller, siyahlar içinde yırtık çoraplı Madonna takılan yeniyetme punk kızlar, eski tiyatro oyuncuları... Kimler kimler yok ki orada... Ve akşamüstüne doğru hava kararıp da, aniden bastıran bir yağmurla keyfi kaçan kızların çığrışmaları arasında çakan şimşeklerle herkes bir anda doluşur bu kafeye. Ben de diplerde bir masaya ilişirim. Parkta yaşanmış can sıkıntılı bir pazarın son saatleri. İçimde hüzünler sevinçler üst üste. Yüzümde ise belli belirsiz bir gülümseyiş. Yağmurda ıslanarak tekrar yollardayım... G erolozkan66@hotmail.com BİŞKEK Bakiyev güveni taçlandırdı! OSMAN KARAKAŞ Geleneksel Suya Atlama Festivali Bir ülke düşünün ki atlama ve zıplama eylemlerini iliklerine kadar yaşasın, yaşamakla kalmasın bunu geleneksel bir festivale dönüştürsün. Slovenya öyle bir ülke işte. Fotoğraftaki adamımız da Geleneksel Atlama Festival çerçevesinde Soca Nehri'ne atlayan onlarca katılımcıdan sadece biri. Y aklaşık beş bin Türkiye Türk’ünün yaşadığı beş milyon nüfuslu Kırgızistan kısa bir süre önce Cumhurbaşkanlığı seçimi ile Kurmanbek Bakiyev’e “devam” dedi. Geçerli oyların yüzde 86.33’ünü alan Bakiyev, bu görevde beş yıl daha kalacak. Her zaman olduğu gibi muhalefetin “usulsüzlük” iddiaları ciddiye alınmadı. Türkiye başta olmak üzere birçok ülke Bakiyev’i kutlayıp başarılar diledi. Bakiyev, seçim zaferini turizm merkezi Issık Göl’deki (Sıcak Göl) Kolektif Güvenlik Örgütü Zirvesi ile perçinledi. Hem muhalefete hem de dış dünyaya; “Güçlü bir şekilde görevime devam ediyorum” mesajını verdi. Seçim arefesinde zirve toplantısına katılan liderler böylece Bakiyev’in yanında oldukları mesajını verdiler. Tabii ki bu zirvede en önemli lider güçlü ülke Rusya’nın Cumhurbaşkanı Dimitri Medvedev’di. Bakiyev zaferlerini kişisel bir tesadüf ile taçlandırdı. Zirveden bir gün sonra yemin ederek tekrar koltuğuna oturan Kırgızistan Cumhurbaşkanı, aynı gün 60’ıncı doğum gününü kutladı. Küçük ama çok güzel bu ülkedeki aksaklıkların ortadan kalkması ve ekonomik refaha ulaşılabilmesi için daha uzun bir yol var. Çünkü ülke kaynakları kısıtlı ve su hariç doğal kaynaklar bakımından “şanssız” bir ülke. Tahminlere göre beş binin üzerinde Türkiye’den Türk var. Ayrıca 1944’te Gürcistan’dan sürgün edilen 40 bin civarında da Ahıska Türk’ü yaşıyor. Türkiye devlet olarak hem buradaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına hem de yerel Türklere çok da yakın değil. Burada yaşayan işçi Türklerin en büyük sorunu uçak ücretleri. İstanbul’a sadece THY uçtuğu için bu “tek tabanca” avantajını ekonomik eziyete döndürmüş. Yüksek gelire sahip ya da bekâr bir kişi için bu sorun değil tabii. Ancak aile geçindirme derdinde olan birçok işçi için Türkiye’ye tatile gitmek bir hayal. Dört kişilik bir ailenin yol, fazla bagaj ve diğer masrafları altı bin dolar civarında. Gidiş dönüş bilet ücreti 600 ila 1000 dolar arasında değişiyor. Oysa aynı THY yarım saat daha kısa uçuş mesafesine 299 dolara yolcu taşıyor. Bişkekİstanbul seferi yapan uçaklar ise neredeyse tam doluluk oranı ile uçuyor. Çoğu zaman yer bulmak imkânsız. Buna rağmen THY tek başına olma avantajını bir “fırsatçılığa” dönüştürmüş durumda. Bu konuda devletin birçok makamına yazılan yazılar da sonuçsuz kalmış. Ahıska Türklerine gelince; onlar Türkiye’nin kurduğu üniversitede çocuklarına meslek kursları açılmasını ve daha yakın sosyal ilişkiler kurulmasını bekliyorlar. Tek dertleri, Türk dilini, kültürünü unutturmamak ve çocuklarının Kırgızistan kültür mozaiği içinde kaybolmamalarını sağlamak. Ancak bu mümkün değil. Eğitim ve Kültür Turizm Müşavirliği ile TİKA yerel Türklere yönelik sosyal ve mesleki projeleri uygulamaya geçirmeli. Dokuz televizyon kanalı ile Orta Asya konusunda 19 yılda bir arpa boyu ilerleyemeyen TRT ise; Rus, Arap, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Alman yayın kuruluşlarını 10 yıl geriden bile takip etme başarısını gösteremiyor. Harcanan bütçeler mi? Onu hiç sormayın! G okarakas@hotmail.com GRANADA Biraz Arap, biraz İspanyol, biraz Çingene IŞIK CANSU CANAYAK ıcak, nemli, ağır, sarı bir hava. Yaşam yavaş, sokaklar boş öğle vaktinde, ismi nar olan bu güney şehrinde. Evet, evet Granada nar demek... Gördüğüm en tuhaf şehirlerden birindeyim, hemen fark ediyorum, yeni kısmı bildiğimiz Antalya iken; esas görülmesi gereken tarihi Arap mahallesi Albaicin ve dağa oyulmuş evlerinde zamanın hiç değmediği bir biçimde yaşayan İspanyol çingenelerinin muhiti Sacramonte birbiriyle iç içe geçmiş; yeni tarafla hiç alakası olmayan bir hal ve eda içindeler çünkü. Andalucia bölgesinin en önemli, Arap ve İslami etkilerin eski Endulüs devletinin başkenti Cordoba'dan sonra en bariz görüldüğü Granada; Kuzey Afrikalı Müslümanların en S son kaybettikleri yer, İberya yarımadasındaki egemenlikler 1492’de biterken. Dalından son düşen nar Granada yani, o zamanların efsane kral ve kraliçesi İsabel ve Ferdinand’ın askerleri Müslümanları yollarlarken topraklarından. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği daracık sokakları, çaktırmadan tepeye doğru tırmanıp durduğunuz eski Arap mahallesi Albaicin, bana sorarsanız bir film seti. Gerçeklik duygumun yittiği ve karşıma bir anda bir uzaylı inse “peki” diyeceğim, gizemli bir boyuta geçtiğim mahalle. Ne pencerelerde bir insan, ne sokaklarda bir ses. Bembeyaz evler, öylesine korunmuş... Sarı balkonlar, yıllardır açılmamış... Devamlı keçi gibi tırmanıyorum yukarıya, sıcaktan aklım şaşmış... Ve geliyorum Elhambra Sarayı'nı tam karşıdan, bütün “nar”ı tam yukardan gören, ünlü tepe Aziz Nicholas’a. Yeşilin içinde kırmızı kırmızı yanıp sönüyor Elhambra, hem kalesi hem de sarayın kendisi... İspanya’da en çok ziyaret edilen turistik yer burası, boşuna girmiyor insanlar sabahın altısında sıraya, öğlen bir gibi girebilmek umuduyla bu saraya. Devam ediyorum tırmanmaya, o hüzünlüasiseksi ve sert dans Flamenko’nun doğduğu dağa, Sacramonte’ye doğru. Zaten koruma altında bu bölge, mağaralarında hâlâ aynı biçimde yaşıyor İspanyol çingeneleri, bundan yüzyıllar önce nasıl yaşıyordularsa. Flamenkonun hasının izlenebileceği birkaç ünlü yer dışında öyle turistik bir yer de değil, hatta oldukça yabani. Düşünmeden edemiyor insan, üzerine hiçbir şey eklenmese bile, sadece var olan yapıları, değerleri, özgün kültürleri korumak, onları kendi doğal yaşam alanlarında bırakmak ne kadar unutulmaz manzaralar yaratıyor bir şehirde diye. Hatırda kalmanın yolu elde avuçta olana gözü gibi bakmak diye... Granada işte bu yüzden bu kadar acayip bir yer bana sorarsanız. Çok modern bir İspanyol şehrine İslamın elini dokundursak ne olurdu, el değmemiş Çingeneleri dağlara salsak neye benzerdi sorularının cevabı narın tepelerinde gizli. Elhambra Sarayı’nın kırmızısında, Granada’nın dayanılmaz sıcağında, İspanya’nın en prestijli üniversitelerinden Granada Üniversitesi’nin banklarında, şehirdeki öğrencilerin terleyen ama mutlu yüzlerinde saklı. İnanmayan gidip narı görebilir, yetmiyorsa bir lokma da ağzına atabilir... G cansucnyk@hotmail.com STOCKHOLM Ilımlı İslam ihracı OSMAN İKİZ “Kardeşim sen kendi bahçene bak, ne işin var Asya bozkırlarında” diyesi geliyor insanın. 200 yıldır savaşa girmemiş bir ülke, Amerikan dolmasını yutup Afganistan’a asker gönderdi. Afganistan’ı teröristlerden kurtaracaklarmış. Terör öyle bir boyut almış ki, İsveç bile tehdit altındaymış. Lâf bol. Söylenenlerin çoğu da doğru. Refleksleri zayıflamış olan ama emperyal sevdadan vazgeçemeyen Batı, ya başına gelecek belayı göremiyor ya da hesabına geldiğinden belayı bile bile yaratıyor. “Made In USA Usame” gibi. Somali’de şeriat devleti için savaşan El Shabab içinde en az 30 İsveç pasaportu taşıyan genç varmış. Bunların arasında ölenlerin sayısı üçe çıkınca duyuldu. Basın ne oluyor diye üstüne gidince öğrendik şeriat savaşçılarının El Shabab’a nasıl devşirildiğini. İsveç ve göçmen konuları haber olunca hep adı geçen Stockholm’ün Rinkeby mahallesiymiş terör örgütünün verimli bahçesi. Olanlar şaşırtıcı değil. O mahallede en az 15 yıldır, Somalili kadınlara vaaz veren imamlar “Sakın çalışmayın. Devlet size bakacak. Bol çocuk doğurun. İlerde İsveç’i de İslam yapacağız” diyerek beyin yıkadı. Bunlar biliniyor. Peki önlem alındı mı? Ne gezer... Bir mahalleye tıkılıp, yobazlara teslim edilen insanlardan ne beklenebilir... Belediye aydan aya karnını doyuracak kadar para verdi mi yabancının haline şükredip İsveç’e medyun kalacağını sanıyor. Yobazların çalışmalarına falan da aldırdıkları yok. Sistemin her türlü tehlikeyi bertaraf edeceğine inanıyorlar. Siyasi polisin antiterör uzmanı ise bayağı endişeli. Şeriatçıların çalışmalarından haberdar olduğu belli. Irak savaşından sonra, şeriatçı imamların da etkisiyle gençler arasında El Kaide hayranlığı almış yürümüş. Bu da tabii ki El Kaide’nin kopyası, ya da Somali şubesi gibi çalışan El Shabab’ın işini kolaylaştırıyor. Rinkeby’de olanları yakından izleyenlerin anlattığına göre, gençler Somali’ye ölümü göze alarak gidiyormuş. Öldüklerinde şehit olacaklarına inandırılıyorlarmış. Bunlar bilinen senaryolar. Tuhaf olan İsveç gibi bir ülkede büyüyen çocukların bu senaryolara kanıyor olması. Avrupa’da gettoların hali artık sır değil. Buralarda yaşayanların arasına şeriatçılar girince bu karşılaştığımız ve muhtemelen daha da kötüleşecek olan tablo ortaya çıkıyor. Antiterör uzmanına göre Somali’deki çocuklar sağ kalırlar da İsveç’e dönerlerse iyice bilenmiş olacaklarından intihar saldırılarından, suikastlara kadar her türlü terör eylemi için risk artacak. Paradoksa bakın, İsveçli askerler binlerce kilometre uzakta terörist avlarken burada terörist yetişiyor. Avrupa’da yetişmiş Müslüman gençlerin İslamı modernleştireceklerine inanılıyordu. Oysa onlar İslamı türbana soktu. Yobazların tuzağına düşenler de terörist oluyor. Ilımlı İslam ihracıyla uğraşan Avrupalılar bahçede yetişen koyu İslamcılarla nasıl başa çıkacak bakalım. G osman.ikiz@tele2.se C M Y B C MY B