Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 PAZAR YAZILARI 5 TEMMUZ 2009 / SAYI 1215 Korku toplumu... ADNAN BİNYAZAR “Korkuyla yaşıyorum / Korkuyla yazıyorum, konuşuyorum / Korkuyla sesleniyorum kendime / Endişe etmekten korkuyorum / Dilimi tutmaktan korkuyorum.” diyor António Ferreira. Ferreira, Lizbon’da 15281569 yılları arasında yaşamış lirik, dramatik üslubuyla öne çıkan bir Rönesans şairi. Bu şiir, şairin belki uzun bir metninden alıntı, belki tümü bu kadar... Şu birkaç dize bile aydınlanma öncesinin düşünce ortamını yansıtmaya yetiyor. Avrupa’da aydınlanma süreci, ortaçağın dinsel değerlerini yıkıp, onun yerine aklın ve bilimin gerçeğini koyma düşüncesiyle başlamıştır. Kant, aydınlanmayı, insanın, “aklını özgürce kullanma cesareti” diye niteliyor. Ona göre aydınlanma, “kişinin, aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmadan kullanma” özgürlüğüdür. Bu bağlamda birey, “kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama” durumundan kurtulamadığı sürece aklını özgür kılamayacaktır. Her gelişim bir süreci içerir; aydınlanma, bir bahar sabahı uyanıp parlak bir güne başlamak gibi ortaya çıkmadı. Bizim insanımızın kendi kültürü içinde aydınlanma sürecinden geçmemiş olması, toplumda bilgisizlikten doğan bilinçsizliğe yol açmıştır. Atatürk cumhuriyetiyle aydınlanma yolunda büyük bir adım atılmasına karşın, son yetmiş yıldır, yönetim sorumluluğunu taşıyanlar, halkı böyle bir süreçten geçireceklerine, tam tersini yapıyorlar, cemaatçi çoğunluklar oluşturarak, laik devleti dinsel devlete dönüştürmenin yollarını arıyorlar. 21. yy’nin başlarını bulmamıza karşın aydınlanmanın kör kandilinden bile yoksun bırakılan Türkiye’de, 500 yıl önce yaşamış Ferreira’nın korkusunun karayeli, değer yitimine uğramış, yaratma gücü köreltilmiş bizim halkımızın üzerinde de esiyor. Faşizm gibi, dincilik de baskıyla bir korku toplumu yaratır. Oysa korku salmak, egemen kesimlerin gücünün değil, aczinin göstergesidir. Gerçekte, korkutmaya kalkanın korkusu, korkutulanınkinden az değildir. Korkutan, korkuttuğunu sandığından cesur da değildir. Cesaret, bireyin kendi varlığında oluşturduğu bir gizil güçtür. Oysa insanı ancak bilgisi cesur kılar. Bu güç de, bireylik bilinci olana vergidir. Ferreira’nın şiirinde olduğu gibi, korku, insanca bir duygudur. Ama korkunun tutsağı olup sesini kısarak dilini tutmak insanı insanlığından eder. Ferreira, endişe etmekten, dilini tutmaktan korktuğunu söylese de, son dizede şiirsel bir ironiyle, dilini tutmanın korkaklara özgü bir ahlak zayıflığı olduğunu da sezdiriyor. İnsan vardır, toza toprağa karışmıştır; insan vardır, dünyayı kucaklar. Dünyayı kucaklayan, korkunun korkusunu yaşasa da, beyninin ucu vicdanındadır; baskılar onu yıldıramaz. Korkuyu cesaretiyle aşıp dilini kitlelerin kılavuzu kılar, düşünür, konuşur, yazar... Ferreira, yüzyıllar ötesinden şiiriyle aydınlanmanın dar yollarına ışık tutarak, bize insan olmanın sorumluluğunu anımsatıyor. Bir toplum aydınlanma sürecine girmişse, orada artık haksız kazanç elde edenler, hak ve emek düşmanları, ekranlarda gerdan kıran işbirlikçiler, tuzu kuru laf ebeleri barınamaz. Gün gelir, aydınlık, zamana taç olur; öbürleri tarihin çöplüğünde çürüyüp kokuşur... G binyazar@gmail.com Ölümle yaşam arasında “8 Dakika” Sekiz dakikaya neler sığdırabilirsiniz? Özgür Baştaş sekiz dakikaya hayatla ölüm arasındaki çizgiyi sığdırdı. 17 yaşında geçirdiği beyin travması sonucunda nefes alamayıp, nabzının durduğu sekiz dakikada hastaneye ulaştırıldı. “Yaşayamaz, yaşasa da yürüyemez, konuşamaz, bitkisel hayatta kalır” denilen Baştaş beş yıl içinde konuşmaya, yürümeye başladı. Şimdi de yaşadıklarını “8 Dakika” isimli kitabında topladı... ALİ DENİZ USLU ise cılız bir “Git” olmuş. Hikâyesini de anlatıyor; “Hiçbir terapist benimle çalışmak istemezken Senem Aydın beni çok zorluyordu. Hatta ondan kaçıyordum. Ona da kızgındım çünkü canımı acıtıyordu. Elbette tüm bunları onun sayesinde başardım. Bir keresinde sırtüstü yattım, dizleriyle üstüme oturdu ve çalışmaya başladık, uzun sürdü. Sonra da, ‘Bak Özgür, çok yoruldum. Git Senem demeden gitmeyeceğim’ dedi. Ben de çok cılız bir sesle “Git” diyebildim”. Ö zgür Baştaş, Nisan 1987 doğumlu. Şimdi 23 yaşında. Hayatını değiştiren tarih ise doğduğu ayın 12’si, yıl da 2004. O güne dair son hatırladığı okulda test çözerken gözlerinin görmediği ve ardından yere yığıldığı. Sonrası onun için uzun bir süre, hayatla ile ölüm arasında hatırlayamadığı, hissetmediği bir karanlık. Kendi yazdıklarıyla garip, acı ve haksız. Ama Özgür Baştaş okuldan hastaneye yetiştirildiği “8 Dakika”nın yarattığı karanlığı iradesiyle aydınlattı. Bu, ömründen rakam olarak beş yıl da alsa, hayata daha güçlü tutunmasını sağladı. Geçirdiği beyin kanaması sonrası hayatından ümit kesilen Baştaş normal hayatına dönmek için mücadelesini sürdürüyor. “Yeniden öğrendim” dediği konuşma, yazma yetisiyle bir de kitap yayımladı. İsmi “8 Dakika”. Bu kitapta neler yaşadıklarını, hissettiklerini, acısını, hayata dönüşünü anlatıyor. Kendimize rağmen unutup önemsemediğimiz zamanın ve hayatın ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor. Biz de Baştaş’la buluştuk ve umut hikâyesini, ölüme karşı kazandığı zaferini dinledik. YAZMAK RAHATLATIYOR Peki yazmak nereden aklına gelmişti? Baştaş, “Yazmak hep vardı ama kalem tutamamak korkunçtu. Hâlâ yazarken boncuk boncuk terliyorum. Sanırım yazmak konuşmaktan kolaydı. Sonra bilgisayarın başına geçtim, harf harf düşündüklerimi yazdım. Bu kitapla hayata daha çok tutunuyorum. Kendimi anlatmanın dışında, yapabildiğim bir şey bu! Çünkü çalışmak istiyorum olmuyor. Kan vermek istiyorum ama geçirdiğim bu hastalık yüzünden onu bile yapamıyorum. Bu kitap beni hayata bağlıyor” diyor, “İlk zamanlarda bedenimle iletişime bile geçemezken şimdi geldiğim noktanın bir rüyanın gerçekleşmesi olduğunu biliyorum. Burada tek dayanağım da pes etmemek”. O, yaşadıklarıyla benzer engeller yaşayan pek çok kişiye de umut veriyor. Kitabında da bundan sıkça bahsediyor; “Mesela bir yere gittim, bir ortama girdim. Ama olmaz, değil mi? Niye çünkü ben engelliyim. Çünkü engelliler pek evden çıkmaz, kitap okumaz, şarkı söylemez, televizyon izlemez, yeni çıkan bir filmi merak etmez. Niye kardeşim? Ot muyum ben? Hayır değilim. İddiaya varım, birçoğunuzdan da daha eğlenceliyim”. Özgür Baştaş pek çok engelli için umudun simgesi. Fotoğraf: Vedat Arık İNATÇI İSE YAŞAR... Baştaş o günü, “Her gün gibi sıradandı. Bir anda görmemeye başladım. Ayağa kalktım ve bayılmışım. Babam nasıl olduysa sekiz dakikada okula ulaşmış ve beni hastaneye götürmüş. Yani o süre biraz daha uzasaymış hiç şansım olmayacaktı” diye anlatıyor. Hastanede solunum cihazına bağlanan ve beyin kanaması geçirdiği anlaşılan Baştaş daha sonra apar topar ameliyata alındı. Annesi Asiye Baştaş ameliyat sonrasını, “Doktor ameliyattan önce kötü haberi verecekken hasta geri döndü denmiş. Ama ameliyattan sonra yaşama ihtimaline de yüzde bir dendi. Hatta yaşasa bile büyük ihtimal bitkisel hayata devam edecekti. Hasta kaybedilmeye aday diye tanımlıyorlardı ve narkozsuz acil ameliyata alındı. Dört saat sonra doktoru bekleyeceğiz dedi. İlk 72 saat çok zor geçti. 17 gün uyutuldu” diye özetliyor. Söze Özgür Baştaş devam ediyor; “Babam ve amcam inat etmese ameliyata alınmayacakmışım. Hatta ameliyat sonrası doktor ‘ben ilk defa ölü birini ameliyat ettim’ demiş. Ne kadar şansı var sorusunu da, ‘Bundan sonrası Özgür’e kalmış. Ne kadar inatçıysa yaşama ihtimali o kadar yüksek. Ama çok inatçı olmalı’ diye yanıtlamış. Babam ve amcamın tepkisi ise: ZAMAN BİZDEN BAĞIMSIZ Özgür Baştaş artık zamanın değerini ve anlamını daha iyi bildiğini düşünüyor. Bunu da çevresindekilere, kitabıyla da tüm okuyucularına anlatmak istiyor; “Benim hayatımın ortası hiç olmadı. Yaşadıklarımın hep en uçlarına gittim. Ama pek çok şeyi yaşayınca öğreniyorsunuz. Şimdi bildiğim tek şey yaşama tutunmak için bir nedeniniz olması gerektiği. Düşünsenize bir bardak suyu içebilmek için iki yıl çalışmanız gerekebiliyor”. Evet, zaman da bizden bağımsız, onun değerini bilmek kaçınılmaz. Onun da söylediği ve sayfalara aktardığı gibi; “Yaşadığımı hissetmek istiyorum. Omuzlarımda yük öyle ağır ki! Bazen olduğum yere çömelip öyle duruyorum. Sonra ayağa kalkıyorum tekrar, odama gidiyorum, aynaya bakıyorum şöyle bir. Bu gördüğüm ben miyim? Hayır! İnsan kendini görmek istediği gibi görebilmeli. Hemen makyaj yapıyorum. Üstümü değiştiriyorum. Takıp takıştırıyorum. Dudaklarıma koca gülümsememi yapıştırıp güne başlıyorum”. G ‘O zaman yaşayacak’ olmuş”. Asiye Baştaş ameliyattan sonra Özgür’ün günlerce uyuduğunu tekrarlıyor ve sonra ilk tepkilerini verdiğini söylüyor ama hastaneden eve götürülürken yürüyemez, konuşamaz ve sadece sıvı ile beslenir halde olduğunu da ekliyor. Ama Özgür zamanla gösteriği ilerleme ile herkesi şaşırtmış. Yutkunabilmesi için boğazına takılan cihazdan, midesine takılan tüpten kurtulmuş. Asiye Baştaş ise bir anne olarak yaşadıklarını tanımlayamıyor. Kızını bilinçsiz görse de umudunu hiç yitirmediğini anlatıyor. Özgür’ün bilincinin dokuz ay sonra açıldığını söylerken bilinçsiz döneminin bir kısmında çok hırçın ve saldırgan olduğunu anlatıyor, “Acıyı hissetmiyordu. Kendine zarar veriyordu. Sonra bir gece babası ile ilk kez bilinçli iletişime geçti ve her şey hızlandı”. Baba Mithat Baştaş bir gece kızının yanında hastanedeyken ona yaklaşıp “Seni öpebilir miyim?” dediğinde Özgür izin vermiş. Sonra da ona olanları anlatmış. Özgür Baştaş ağlayarak dinlerken iyileşme sürecinin de en büyük adımını atmış. YENİDEN ÖĞRENMEK Özgür Baştaş uzun süre konuşamadı, yürüyemedi. Bedenine hükmetmesi çok zamanını aldı. Bir bebek gibi her şeyi yeniden öğrendi. İşte bu yüzden başına gelenlerin büyük bir haksızlık olduğu görüşünde. Ama bununla doğan nefret duygusunun kendisini hayata tutunmak için kamçıladığını söylüyor. “Niye, neden, niçin bendim? Kabullenemiyordum. Öfkeliydim. Çok hareketli olduğum için okulda bana ‘Zıp Zıp’ diyorlardı. Başıma gelene, kaderime karşı öfkem, onunla inatlaşmam beni hayata bağladı” diyor. Geçirdiği beyin kanamasından ancak bir buçuk yıl sonra ilk kez konuşabildiğini anlatıyor. İlk sözcüğü Kendi filminizi çekmek ister misiniz? endi filminizi çekmek ister misiniz? Biliyoruz istersiniz. O zaman çekingen davranmayın. İstanbul Oyuncak Müzesi’nde 823 Temmuz tarihleri arasında açılacak film atölyesine katılın. Ses ve ışık nasıl kullanılır, senaryo nasıl C M Y B C MY B K oluşturulur gibi sinemanın temel soruları hakkında eğitim alabileceğiniz bir atölye burası. Film çekme konusuna gelince; çekeceğiniz filmin hem oyuncusu, hem yönetmeni, hem sesçisi hem de ışıkçısı olacaksınız. Gözünüz korkmasın. Nasılsa genç insanlarsınız. Çünkü kurs 1218 yaş arasındaki sinemacı adaylarına hitap ediyor. Dilek İçsel yönetimindeki dersler çarşamba ve perşembe günleri 15.0017.00 saatleri arasında yapılacak. G Tel: (0 216) 359 45 50 51