Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 LUZERN SHEFFIELD Luzern’i tepeden seyretmek isteyenlerin vazgeçemeyeceği bir fırsat… 2 saatlik yürüyüşten sonra nihayet Luzern’in Aslanı’na ulaştık. 130 yıl önce Mark Twain’in yolu Luzern’e düştüğünde ona bu anıtı göstermek istemişler. Herkesin heyecanla bahsettiği anıtı gören Twain, Avrupa seyahatini yazdığı kitabında anıtı dünyanın en hüzünlü kaya parçası olarak yorumlamış. Doğal bir kaya parçası oyularak oluşturulan anıt, Danimarkalı heykeltraş Bertel Thorwaldsen tarafından 1820’de yapılmış. Kırık bir mızrak ve koruma kalkanı üzerinde uzanan aslan Fransız Devrimi sırasında Kral 16. Lui’yi korumakla görevli 42 İsviçreli muhafızın sarayı işgal eden halk tarafından linç edilmesi anısına yapılmış. Aslanın yüzünde ölüm uykusuna dalan bir hükümdarın ifadesi var. Bu eseri gördükten sonra Mark Twain ile aynı duyguları paylaşmamak mümkün değil. G remgok@gmail.com 5 TEMMUZ 2009 / SAYI 1215 Mark Twain’in izinde... REMZİ GÖKDAĞ İngiltere’nin çelik şehri ATİLA BESCELİ ngiltere’nin kuzeyinde, İstanbul gibi tepelerden oluşmuş bir kent Sheffield. Nüfus 530 bin civarında. Çelik üretiminden dolayı 19. yüzyıldan itibaren dünya çapında bir ün kazanır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Sheffield’ın çelik fabrikaları silah ve askeri mühimmat yapımında kullanılmaya başlanır. Bundan dolayı da Nazi Almanyası’nın hedefi haline gelir ve bombalanır. En kötü saldırı 12 15 Aralık 1940 tarihleri arasında gerçekleşir; 660 kişi hayatını yitirir ve çok sayıda bina yerle bir olur. 1970’den başlayıp 1980’lere gelindiğinde diğer ülkelerle rekabete yenik düşen İngiltere’nin çelik endüstrisi eski gücünü tamamen yitirir. Bir zamanlar kapalı gişe oynayan Full Monty filmini duymuşsunuzdur. Sheffield’da çevrilen bu filmde, kriz döneminde işsiz kalan bir grup adamın dahiyane(!) bir buluşla barlarda striptiz gösterileri yapmaya başlamaları anlatılır. Sakın bu anlattıklarımdan Sheffield’ın “tozu dumana katmış” bir sanayi kentinden ibaret olduğunu sanmayın. Beş nehrin birleştiği bir şehir burası ve tahminen iki milyonun üzerinde ağaca sahip. Bu sayıyla diğer Avrupa kentlerinin başını çekiyor. Şehrin yüzde 60’ı yeşillik alan, yüzlerce park mevcut. Artık İngiltere’nin her kentinde olduğu gibi Sheffield’da da bir Türkiyeli topluluğu var. Değişik nedenlerle Sheffield’a yerleşmiş ve Türkiye’nin değişik katmanlarından gelmiş Türkler ve Kürtler... Kimi sığınmacı olarak gelmiş, kimi Türkiye’de bir tatil yöresinde garsonluk yaparken tanıştığı İ sviçre’yi keşfetmek amacıyla başladığımız yolcuğun ilk durağı Luzern’di. Hedefimiz bu romantik kenti yakından tanıyıp Amerikalı yazar Mark Twain’in yaklaşık 130 yıl önce hayranlıkla izlediği “Luzern’in Aslanı” anıtını bulmaktı. Zürih’in yaklaşık 50 kilometre güneyindeki kente bir saatlik tren yolculuğundan sonra ulaştık. İstasyondan çıkıp kent merkezine doğru yürürken karşılaştığımız manzara kent hakkında söylenenleri doğruluyordu. Çarşaf gibi bir gölün kıyısından yükselen Alpler, ortaçağ mimarisinin sembolleri, dar sokakların bağlandığı küçük meydanlar, şirin apartmanlar, temiz caddeler ve yemyeşil dokusuyla İsviçre’nin tamamını bu kentte görmek mümkün. Turistlere sunulabilecek bütün sürprizler Luzern’in dar sokakları ve köprülerinde mevcut. İkram ettiği görsel şölenle yetinmeyen kent, İsviçre’nin disiplin ve düzenini de turistlere armağan ediyor. Bütün bunlara beş yıldızlı turistik altyapısı da eklendiğinde Luzern rahatlıkla İsviçre’nin turizm cenneti sıfatını hak ediyor. Çevredeki yüksek dağlar uçak seferlerine engel oluyor. Kentin tek olumsuz yanı havaalanının olmayışı, ancak düzenli ve sık tren seferleri bu eksikliği fazla hissettirmiyor. Kente adını veren Luzern Gölü, İsviçre’nin en çok ziyaret edilen doğal güzelliklerinden biri olarak kabul ediliyor. Alplerin gölgesindeki gölü keşfetmenin en iyi yolu özel tekne turları. Her saat başı hareket eden ve bazıları buharla çalışan tekneler gölün farklı köşelerine uğrayıp gizli cennetin kapılarını aralıyor. Luzern’in Aslanı’nı aramak için başladığımız yürüyüşün ilk dakikalarında Avrupa’nın en eski ahşap köprüsü Kappelbrucke ile karşılaştık. Kenti ikiye bölen Reuss Nehri’ndeki bu garip köprünün yosunlu ahşap ayakları kadar kent tarihinin resimlerle anlatıldığı tavanı da ilgi çekici. Köprü, aynı zamanda Luzern’in simgesi olan ve nehrin ortasında yükselen ortaçağ kulesine de ulaşmanın tek yolu. Bir zamanlar hapisane olarak kullanılan bu kule, günümüzde Luzern’in en çok fotoğrafı çekilen yapısı olarak da biliniyor. Köprüyü benzerlerinden ayıran en önemli özelliği ise konumu. Bu yapıyı inşa edenler her iki yakayı kestirme yoldan geçmek yerine 45 derecelik bir açıyla yolu uzatmayı tercih etmiş. Boğaz köprüsünün bir ayağının Bebek’te diğerinin Üsküdar’da olması gibi bir şey. Köprüyü gören turistlerin ilk tepkisi “İnşa edenlerin bir bildiği vardır” şeklinde oluyor. Ama bu ilginç durumu kentin yerlileri dahil kimse açıklayamıyor. Luzern’in Aslanı’na doğru ilerlerken kenti çevreleyen bir duvar ve kuleler dikkatimizi çekiyor. 14. yüzyılda inşa edilen ve eski kenti koruyan yüksek duvarı 9 kule birbirine bağlıyor. Bu kulelerden üçü ziyarete açık. İ İngiliz kadına gönül verip buralarda kalmış. Kimi iş kurmuş, kimisi de üniversitede öğrenci. Halihazırda Sheffield’da Türklere ait iki restoran, iki süpermarket ve iki kahvehane var. Bunlara ek olarak sayısız dönerci, pizzacı, sandviç dükkânları... Civar köylere gittiğinizde ille dönerci, pizzacı Türk’e rastlarsınız. Sheffield’da en sefil ortam Türk kahvelerinde... Bu kahvelerde saçı sakalı birbirine karışmış Anadolu insanları, içilen sigaranın yarattığı duman altı bir ortamda (evet, İngiltere’de halka açık yerlerde, kapalı alanda sigara içilebilen tek yer neresi diye sorarsanız, cevap: Türk kahveleri) kâğıt, bilardo ve tavla oynar, oyun makinelerine para atar. Ortam hazin ve sefil, çünkü sadece zaman dolduruluyor bu kahvelerde; bizim kültürümüze yabancı bu Kuzey ülkesinden pek bir talep yok. Üniversitelerden, kütüphanelerden yararlanmak akıllara gelmiyor. İngiliz dilini öğrenmek için bir çaba yok. İngilizlerle iletişim az. Bodrum, Kuşadası, Marmaris gibi yörelerden gelenler var; Sheffield’ın yağmurlu havası, yabancılığı onlara hüzün veriyor. İngiliz kadınlarla yaptıkları evlilikler de pek uzun sürmüyor. Çoğunlukla oturum hakkı alındıktan sonra son buluyor ilişki. İngiliz kadınlarının eşitlikçi istemlerine kısa zamanda isyan başlıyor, kültür farklılığı, farklı beklentiler derken ipler kopuyor. Geri dönme planları yapılıyor yapılmasına, ama pek geri dönen olmuyor. İyi kötü bir iş bulunuyor. Kebap işi sağ olsun, dışarda yemeyi, içip sarhoş olmayı seven, sonra da acıkıp uyduruk kıymadan yapılma dönerin satıldığı dükkânlara hücum eden İngilizler sağ olsun; zengin bile olunuyor! G MALMÖ Pop star Michael... Pop star deyimi belki de en çok Michael Jackson’a yakıştı. Ölümü de yaşamı gibi oldu. Etrafında dönen efsane, hayranlarının intiharına kadar uzandı. Kolombiya’nın başkenti Cal’deki sanat festivalinde ortaya çıkan kare ise efsanenin en masum tarafıydı. Anubis Vrussh’un çizdiği Michael Jackson silueti modelinin vücudunda ebediyen yaşayacak... AB dönem başkanlığında İsveç vizyonu... ALİ HAYDAR NERGİS Temmuz’da AB dönem başkanlığını devralan İsveç, birçoğumuz için idol ülke. Biz ona hayranız; o Amerika’ya... Bunu İsveç’teki ilk yıllarımda, hevesle izlemeye gittiğim Sosyal Demokrat Partisi Genel Kurulu’nda fark etmiştim. Kürsüdeki konuşmacılar, sözüm ona ABD’nin Ortadoğu politikalarını eleştiriyorlardı, ama salon görevlisi gençlerden bazıları Amerikan bayraklı tişörtlerle dolaşıyorlardı. Dokuz milyon nüfuslu İsveç’in, yaklaşık bir milyonluk bölümü Amerika’da yaşıyor. Üniversiteli gençlerin en büyük tutkusu okulu bitirdikten sonra kapağı Amerika’ya atmak. Sarışın İsveç dilberleri, bir gün Hollywood’a giderek ünlü bir oyuncu olmayı düşler. Eğitimde, sağlıkta, sosyal yaşamda pratik Amerikan modelleri uygulanır. Ülkede, başından beri, sosyal adaletle ustaca harmanlanmış bir kapitalist ekonomik model uygulanıyor. İsveç’in hem sosyalist, hem kapitalist eğilimli kişilerin sempatisini çekmesi bundan. Sosyal demokratların en iyi ekonomi bakanlarından Kjell Olof Feldt’ın, görev yaptığı yıllarda Amerika’da, en iyi ekonomi bakanı payesiyle ödüllendirilmesi bundan... İsveç halkının önemli bir bölümü Amerikan hayranı. Özellikle yaşlıların bulunduğu alanlarda Amerika’ya karşı kolay kolay laf söyleyemezsiniz. İşte, 1 Temmuz’da AB dönem başkanlığını devralan İsveç, böyle bir İsveç’tir. Dünya 1 STUTTGART Yaşlı fino papaz efendiyi umursamıyor AHMET ARPAD T ahta sıraya uzanmış, başını dini şarkılar kitaplarına dayamış bir güzel uyukluyor. Papaz efendinin duaları, insanların ona eşlik etmesi, hep bir ağızdan söylenen şarkılar hiç umurunda değil. Kilisenin dini resimlerle süslü yüksek duvarlarında orgun sesi yankılanıyor. Tütsünün geniz yakan dumanı kubbelere yükseliyor. İsa, aşağıda olup bitenleri izliyor, küçük kanatlı tombul melekler kar beyazı bulutlar arasında uçuşuyor. Altın şamdanlardan yayılan mum ışığı papaz efendinin mutlu yüzünde yansıyor. Kiliseyi ağzına kadar dolduran her yaştan insan onunla İsa’sına erişiyor... Tüylerine ak düşmüş fino köpeği bütün bu olup bitenleri umursamıyor! O, başı dini şarkılar kitaplarında düşlere dalmış. Yanında oturan yaşlı mı yaşlı, kara giysili kadın finosunu okşayıp bize gülümsüyor. Az sonra dualar, şarkılar sona eriyor. Beyazlara bürünmüş papaz efendi yumuşak, hafif ağlamaklı, hüzünlü bir sesle İsa’dan, Meryem’den söz ediyor. Yaşlı köpek uyukluyor... İnsanlar ise huşu içinde dinliyor. Başlar eğik, boyunlar bükük. Çoğu güney Bavyera’nın yöresel giysileri içinde, bayramlıklarını giymiş. Korodan son ilahiler yükseliyor. Papaz hafifçe eğilip, herkesi selamlıyor ve küçük bir kapının ardında gözden kayboluyor. İnsanlar yerlerinden doğruluyor, ağır ağır çıkışa doğru yürüyorlar. Kısa deri pantolonlu, keçe şapkalı erkekler, rengârenk elbiseleri yere kadar uzanan köylü kadınlar, ellerini önlerine kavuşturmuş, başları eğik, boyunları bükük kara giysili rahibeler, gururlu yöresel politikacılar... Doruğu üç bin metreyi bulan Zugspitze o gün karabulutlar arasında. Münih yönü ise güneşli, gökyüzü masmavi. Avusturya sınırı taş atımı ötede. Garmisch’te tarihi Aziz Martin kilisesinin önü kalabalık mı kalabalık. Ayinden çıkanlar hemen eve gitmiyor. Az önce başları eğik, huşu içinde İsa ile Meryem’e dua edenler şimdi keyifli mi keyifli. Kahkahalar havada uçuşuyor. Birden çan sesleri kilisenin yüksek kulesinden tüm Garmisch’e yayılıyor. Kulakları sağır edecek neredeyse. Az önce kahkahalar atan insanlar susuyor. Beyazlar içinde papaz efendi, peşinde çocuklar kiliseden çıkıyor. Sağ eli havada gülümsüyor, ona saygıyla bakanları selamlıyor. Ağır ağır yürüyor, uzaklaşıyor. Kilisede yanımızda oturmuş olan yaşlı kadın küçük köpeği kucağında bize sokuluyor. “Artık eve gidiyoruz diye seviniyor,” diyor. Finonun mutluluğu gözlerinden okunuyor. Gülümseyip, tüylerini okşuyoruz ve papaz efendinin peşinden gidenlerin arkasına takılıyoruz. Bir anda hava açıyor, dağın doruğundaki karabulutlar kayboluyor, güneş çıkıyor. Gökyüzü Bavyera mavisi. Birahane bahçeleri çabucak doluyor. Ünlü pastane Krönner’in masalarına yerleşmiş Kuzey Almanyalı turistler dağ havasını ciğerlerine çekiyor. Bizse besteci Richard Strauss’un villasını ziyarete gitmeye karar veriyoruz. Ülkemizde daha çok Rosenkavalier operasıyla tanınan Strauss’un, Hofmannsthal ve Max Reinhardt ile birlikte ünlü Salzburg Festivali’ni kurduğuysa pek bilinmez. 1908’den 1949’daki ölümüne dek yaşadığı iki katlı, kuleli villadaki Strauss Enstitüsü’nün arşivi herkese açık. Güney Bavyera’ya gelmeye hep değiyor... G www.ahmetarpad.de alinergis@yahoo.se C M Y B C MY B politikalarında, İngiltere kadar açık oynamasa da, ABD siyasetlerinin sessiz ve uslu bir izleyicisidir. Bu tavrını AB dönem başkanlığı sürecinde de sergilemesi, Fransa ve Almanya ile zaman zaman sürtüşmelere girmesi bu misyonunun bir gereği. Özellikle İsveç ile Fransa arasında Türkiye konusundaki görüş ayrılıkları önümüzdeki süreçte yeni gerilimlere neden olabilir. Avrupa Birliği’nde, Türkiye’ye verilecek statü konusunda İsveç ile Fransa arasındaki uzlaşmazlık bir ay kadar önce iyice su yüzüne çıktı ve Fransa Devlet Bakanı Nicolas Sarkozy’nin, İsveç’e yapacağı resmi ziyaretin iptal edilmesiyle sonuçlandı. İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Sarkozy’nin İsveç’e geleceği günlerde, Le Figaro gazetesinde yayımlanan söyleşisinde, Fransa’nın, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda takındığı tavrı eleştirmekle kalmamış, Fransa’nın, AB içinde uyguladığı siyasi ve ekonomik politikayı da üstü kapalı bir biçimde eleştirmişti. İsveç, dönem başkanlığını, yenilenmiş bir AB parlamentosuyla sürdürecek. İsveç’in, Avrupa Parlamentosu’nda 18 sandalyesi bulunuyor. Türk kökenli isimler ise, hemen bütün partilerden aday olmalarına karşın seçilmeyi başaramadılar. Sosyal Demokrat Parti’den aday olan ve “Pizzacının kızı” olarak bilinen Evin Çetin de İsveç genelinde 21 bin 830 tercihli oy almasına karşın Avrupa Parlamentosu’na seçilemedi. G