Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
7 HAZİRAN 2009 / SAYI 1211 5 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Bu topraklar bizim alın terimizle işlendi Doğup büyüdüğü topraklarda azınlık olarak yaşamanın getirdiği acıları yaşamış bir gazeteci Mihail Vasiliadis. Hem burada hem orada istenmemiş, hakkında dava açılmış. O ise hep iki halkı yakınlaştırmak için yazmış. Yedi yıldır da 1925’ten beri İstanbul’da yayınlanan Rumca gazete Apoyegmatini’yi çıkarıyor. rtık ok yaydan çıktı.” Mihail Vasiliadis, Tayyip Erdoğan’ın “azınlıklara yapılan faşistlikti” çıkışı için düşüncelerini bu cümleyle özetliyor. Belki azınlık sayılmayanlar için Başbakan’ın söyledikleri başka çıkarlara hizmet ediyor olabilir ya da hükümetin icraatlarının bu çıkışla paralellik göstermediği ileri sürülebilir. Ancak uzun süre İstanbul’da, doğup büyüdüğü topraklarda azınlık olarak yaşamış ve getirdiği acıları en derinden hissetmiş birinin açısından olaya bakın. Vasiliadis, hayatının büyük kısmını İstanbul’da geçirmiş bir Rum. Şu sıralar Apoyegmatini isimli Rumca gazeteyi oğluyla birlikte çıkarıyor. Varlık Vergisi günlerini de görmüş, 67 Eylül olaylarını da yaşamış, Kıbrıs’ta ortalık gerildiğinde her gün görüştüğü selamlaştığı insanların nasıl birden kendisine düşman gözüyle bakmaya başladığını da iyi biliyor. Tabii ki birden gelmedi ama olayların dönüm noktası 6 ve 7 Eylül’dü. Vasiliadis o güne kadar geleceğini bu topraklarda gören Rumlar’ın artık başka planlar yapmaları gerektiği anladığını söylüyor. Ancak tüm olanlara karşın İstanbul halkına suçu yüklemiyor. Onların zehirlendiğini, öncesinde yasalarla gerçekleştirilmeye çalışılan “farklı olanları yok ederek ulus devlet temellerini güçlendirme” politikasının en geri dönülmez sürecinin “halkı azınlıklara karşı kışkırtmak” olduğunu düşünüyor. Belki yasaları geri çekebilirsiniz ama... Şu sıralar televizyon programlarında en sık konuşulan konulardan biri azınlıklar, herkes tarih bilgisi, siyasi etkilenmesini istemiyordum. Gitmeye karar verdim” diyor. Peki, Kıbrıs konusunda kendini taraf olarak görüyor muydu? “Hayır ama taraf olarak gösterildim” diye cevaplıyor. Yunanistan yıllarında da bir gazete çıkarır. Kendisinden önce gidenlerin yaptığı gibi düşmanlığı körüklemek yerine iki halkı yakınlaştırmaya yönelik yayınlar yapar. Orada da bir dava açılır, o davadan da beraat eder. Bu arada İstanbul’la ilişkisini de kesmez, sık sık gidip gelmektedir. 2000 yılıysa “Aslında hiç terk etmemeliydim” dediği topraklara dönüş vaktidir. İki yıl sonra 1925’ten beri İstanbul’da yayın hayatına devam eden Apoyegmatini gazetesinin sahibi olur. O günlerde gazetenin tirajı 80’e kadar düşmüştür. Vasiliadis’in deyimiyle “Gazete demeye bin şahit lazımdır.” Şimdi ise gazetenin tirajı 580’e çıkmış, “Her Rum evine bir Apoyegmatini girecek” hedefi gerçekleştirilmiş. Türkiye de ellilere pek benzemiyor belki. Bir dönem Peyami Safa’nın Türk düşmanlığı olarak gördüğü, “kendi içlerinde arada bir konuşabilirler” cömertliğini bahşettiği Rumca’yı konuşmak o kadar büyük problem değil, dahası tüm Türkiye Rumca şarkılar söylüyor. Hoş Vasiliadis de “Acaba Rumlar burada kalsa o şarkılar yine söylenir miydi?” diye sormuyor değil. Bahar geçti bile... ATAOL BEHRAMOĞLU N “A DENİZ ÜLKÜTEKİN iradesi el verdiğince bir şeyler söylüyor. Oysa Vasiliadis olup bitenin canlı tanığı. 6 Eylül 1955’te o zamanlar çalıştığı Embros gazetesinin bulunduğu Suriye Pasajı’ndaymış. İyi ki de oradaymış çünkü karşıdaki Rus Konsolosluğu’nu düşünen polisler pasajın önüne barikat kurmuş ve saldırganları önlemiş. AYRILMAYI DÜŞÜNMEDİM Zaten kendisi acı gerçeği çok öncesinden fark etmiş; 1950’den itibaren başlayan süreç; Rum erkeklerin kamplara gönderilmesi onun da öncesinde “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası. 1955 Eylülü’nden sonra 18 ay içinde tam 50 bin Rum İstanbul’u terk etmek zorunda kalmış. Ya terk etmeyenler? Vasiliadis de onlardan biri. “Rum cemaati bir klan değildir sonuçta herkesin kendine göre bir düşüncesi vardır. Benim ayrılmak gibi bir düşüncem hiç olmadı. Bizler bu topraklara çok bağlıyız, çünkü bu topraklar bizim alın terimizle işlenmiştir” diyor. Altmışlı yıllar görece bir rahatlama sağlamıştır. Ta ki 1964’te Kıbrıs yeniden karışana kadar. Düşmanlığın fitili yeniden ateşlenir. Çoğunluğa göre Kıbrıs Yunanlıları ve Rumlar arasında bir fark yoktur. Oysa Vasiliadis, Kıbrıs’taki Yunanlılara Rum denmesinin bile oyunun bir parçası olduğunu düşünüyor. O yıllarda kendisine bir de “Türklüğe hakaretten” dava açılır. Tam üç defa beraat eder. Dava sürerken Yunanistan’a kaçmak kolaydır ama kendisine bir çamur atılmıştır onu temizlemeden gitmek Vasiliadis’e göre suçu kabul etmektir. Ayrılışı ise çok da beklenmeyecek bir sebep yüzünden; “1974’de Kıbrıs Harekâtı’nda Türk ordusu Yunanistan’daki iç karışıklıktan da yararlanarak adaya kolayca girdi. Ben de her türlü baskıyla mücadele ederim ama alaya hiç gelemem. Etraftan alaylar duyunca dayanamadım. Zaten aile kuracaktım ve çocuklarımın Türkiye’deki iç karışıklıklardan fazla SON SÖZ Konuyu Hrant Dink’e getiriyorum, cümlemi bitirmeden “Çok sevgili arkadaşım” diyor. Sırf benzer konumları paylaşan iki insan değil, aynı zamanda akşamları kafa kafaya verip gazetelerinin akıbetini düşünecek kadar yakın iki dost. “Ya Mihail şu gazetene bir de Türkçe sayfa eklesen daha iyi olmaz mı?” “Yok Hrantım sizde Ermenice bilmeyen Ermeniler var ama bizim Rum cemaatinde pek yok.” Konuşmalar hâlâ aklında. Önceki akşam birlikte olduğu insan vuruluyor ve ne büyük çelişkidir ki Vasiliadis, birkaç gün sonra düşmanlıklarına çokça şahit olduğu sokaklarda bu kez “Hepimiz Ermeniyiz” pankartının arkasında birçoğu azınlık olmayan insanlarla birlikte yürüyor. “O anki duygularımı anlatmam çok zor” diyor ve devam ediyor; “belki size tuhaf gelecek ama Hrant’ın vurulmasından sonra içimde kalan azıcık korku da yok olup gitti. Çünkü o olay uyuyan bir halkın vicdanını öyle bir uyandırdı ki, bundan sonra benim başıma da benzer bir şey gelse aynı şeyler yaşanacağını biliyorum. Oradaki antifaşist hava o kadar güçlüydü işte.” G isandı mayıstı derken, bahar geçti bile... Siz bu yazıyı okuduğunuzda haziranın ilk haftası da sona ermek üzere... Bunun ne kadar farkındayız? İlkbahardan söz ediyorum… Baharın geçip gitmiş olduğunun ne kadar farkındayız? Hırslar, yarışlar, tasalar. Haklı ya da haksız kaygılarımız. Ama ilkbahar geçti bile. 2009 ilkbaharı sona erdi. Tekrar, yeni bir ilkbaharla karşılaşmak için üç mevsim geçmesi gerekecek. Bu haftanın pazar yazısını tasarlarken, birden, aklımda ilkbaharın geçmiş olduğuna dair hiçbir şiir, hiçbir dize bulunmadığını ayrımsadım... Baharın geldiğine dair sonsuz şiir vardır. Bizde, dünya şiirinde. Yazın geçmiş olduğuna dair şiir sayısı da haddinden fazladır. Ama gelişine öylesine sevinilen ilkbahar, sessizce, fark edilmeksizin geçip gider... Bunun nedenlerini düşündüm… İlkbaharın neden, geride hiç iz bırakmamışçasına geçip gidişini... Kış bıktırdığı için baharın gelişi bir sevinçtir. Yaşamın, sanki kaldığı yerden, yeniden başlaması gibi bir şey. Bu nedenle de ilkbaharı şiirlerle karşılamamız, bu yeniden doğuşu selamlamaktır. Yaz mevsiminin özlemle, hüzünle uğurlanması da anlaşılır bir şeydir. Çünkü güz ve ardından gelecek olan zorlu kış bir kez daha kapıdadır. Mevsimler arasında ayrım yaptığımı düşünmeyin. Hepsinin ayrı güzellikleri olduğunda kuşku yok. Kaldı ki özellikle güz, bende şiir yazma isteğini kıpırdatan bir mevsimdir. Fakat bunlar yine de hüzün duygusunun ağır bastığı şiirler olacaktır. Genelde de öyle değil mi? Tıpkı, yazın bittiğine dair şiirlerin de yine hüzün içermesi gibi… Buna karşılık, bahar şiirleri hep, mutlulukla, coşkuyla, yaşama sevinciyle dolup taşar. Böyleyken, onun geçip gittiğini ayrımsamayız bile. Yazı ağıtlarla uğurlarken, öylesine sevinçle karşıladığımız ilkbaharın sessiz sedasız geçip gitmiş olmasını umursamayız. Neden? Düşündüm ve sanıyorum ki buldum: Bu umursamazlıkta insana ilişkin bir vefasızlık var. Kışı sona erdirdiği için baharı sevinçle karşılıyor, ona coşku dolu şiirler armağan ediyoruz… Güzle yer değiştiren yaz mevsimini ağıtlarla uğurluyoruz... Fakat yerini yaza bıraktığı için ilkbaharın geçip gitmiş olması umurumuzda değil… Bunları düşündüm ve sessizce geçip giden 2009 ilkbaharı için üzüntü duydum… 2009 ilkbaharı ve bütün ilkbaharlar için… Şiirlerle karşılayıp da böylesine fark ettirmeksizin geçip gitmelerini umursamadığımız… Güle güle 2009 ilkbaharı… İnsan vefasızlığımızı bağışla… Coşkuyla karşıladıktan sonra seni hak ettiğince yaşayabildiğimiz de kuşkulu… Şiir olmadıysa da, bir şairin sana hoşça kal yazısı olsun bu... G ataolb@cumhuriyet.com.tr TARİHTE BU HAFTA 7 Haziran 1915: I. Dünya Savaşı sırasında ilk kez bir Alman zeplini İngilizlerce düşürüldü. 1943: İstanbul’da başlayan tifüs salgını yüzünden bazı sinemalar kapatıldı. 1956: Demokrat Parti hükümetinin hazırladığı “Yeni Basın Kanunu” TBMM’de kabul edildi. Hürriyet Partisi adına söz alan Turan Güneş, “Bu kanunla, değil basın özgürlüğü, basın bile kalmayacak” dedi. 1980: Ünlü Amerikalı yazar Henry Miller hayata gözlerini yumdu. 8 Haziran 1949: Ünlü İngiliz Yazar George Orwell’in “1984” adlı romanı yayımlandı. 1985: Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan hayata gözlerini yumdu. 9 Haziran 1908: Ünlü Fransız yazar ve filozof Simone De Beauvoir doğdu. 1928: Avusturyalı pilot Charles KingsfordSmith, uçağıyla Büyük Okyanus’u aştı. 1934: Walt Disney’in çizgi kahramanlarından Donald Duck’ın (Vakvak Amca) çizgi filmleri yayınlanmaya başladı. 1977: Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Taha Carım, Roma’daki evinin önünde iki teröristin açtığı ateş sonucu öldü. Saldırıyı, “Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları” adlı terör örgütü üstlendi. doğdu. 1923: Pierre Loti adıyla bilinen ünlü Fransız yazar “Louis Marie Julien Viaud” hayata gözlerini yumdu. 1946: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi, Sadun Galip Savcı, Cihat Baban, Hayri Alpar ve Sait Kesler tarafından kuruldu. öldü. 1979: Amerikalı Bryan Allen pedalla dönen pervanesi bulunan bir hava aracıyla Manş Denizi’ni aştı. 13 Haziran 1946: Üniversitelere özerklik veren “4936 sayılı kanun” kabul edildi. 1952: “Fikir İşçileri Kanunu” kabul edildi. Gazetecilerin çalışma hukukunu düzenleyen kanunla kıdem ve ihbar tazminatı, yıllık izinli ücret gibi haklara sahip oldu. 1963: “2021 Mayıs Olayları”ndan sanık bulunan 1459 Harp Okulu öğrencisinin yargılanmasına, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Mahkemesi’nde başlandı. Hazırlayan: ALİ SELİM EMEÇ 11 Haziran 1966: Ünlü şair ve siyasetçi Hamdullah Suphi Tanrıöver hayata gözlerini yumdu. 1970: Güreşçi Ahmet Ayık dünya şampiyonu oldu. 1982: Türkiye güzeli Nazlı Deniz Kuruoğlu Avrupa güzeli seçildi. C M Y B C MY B 10 Haziran 1909: İlk S.O.S. sinyali, telsizle Slavonia adlı İngiliz gemisinden verildi. 1914: Ünlü şair Oktay Rifat 12 Haziran 1924: Türkiye’nin ilk sanatoryumu olan “Heybeliada Sanatoryumu” açıldı. 1966: Keban Barajı’nın temeli atıldı. 1975: Mustafa Kemal Atatürk’ün evlenip ayrıldığı Latife (Uşaklıgil) Hanım