Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 MİLANO 7 HAZİRAN 2009 / SAYI 1211 Descartes’a hiç huzur yok ASLI KAYABAL Karşınızda Monroe... Julien’s Açık Arttırma Evi bu sefer turnayı gözünden vurdu anlaşılan. Ünlü açık arttırma şirketi yıllardır önemli pop ikonlarının değerli hatıralarına ya da gereksiz ıvır zıvırlarına ev sahipliği yapıyor. Marlyn Monroe da bundan payına düşeni alıyor. Bu fenomenin, Andre De Dienes tarafından 1953’de çekilen fotoğrafı güzel yıldızın birtakım özel eşyalarıyla birlikte satışa çıkarıldı. R ussell Shorto Amerikan asıllı İtalyan bir yazar. Shorto’nun Longanesi yayınevinden çıkan yeni kitabı “Descartes’in Kemikleri” Fransız felsefecinin ölümünün ardından Avrupa’nın yarısını dolaşan ve bir tür kult objesine dönüşen kemikleri ile gövdesinden ayrıldığı bilinen kafatasının başına gelenleri anlatıyor. Amsterdam’da John Adams Enstitüsü’nün yoneticiliğini yürüten ve New York Times gazetesinde yazan Shorto’nun polisiye bir yapıt tadındaki araştırma kitabinda ortaya çıkan gerçek, Descartes’in ölü bedeni ve kafatasının yüzyıllar boyunca bilim adamları, krallar, büyükelçiler, tüccarlar, din adamları, devrimciler ve sanatcıların tüyler ürpertici koleksiyonculuk tutkusunun kurbanı olduğu. “Düşünüyorum öyleyse varım/Cogito ergo sum” sözüyle ünlü Renè Descartes 1596’da doğdu. Savunduğu felsefi görüşler Katoliklerin sert saldırılarına uğrayınca dönemin İsveç kraliçesi Kristina’nın teklifini kabul ederek Stokholm’e gitti. 1650’de geldiği İsveç kara kışa teslim olmuştu. Descartes geceleri çalışıyordu. Ama İsveç kraliçesinin isteği üzerine sabah şafak sökmeden önce ders vermek üzere İsveç Kraliyet ailesinin yolunu tutuyordu. Çetin kış koşulları Descartes’in bronşite yakalanmasına neden oldu ve 1650’nin 11 Şubat gecesi yaşama veda etti. İlk zamanlar bu beklenmedik ölümün ardında İsveç sarayında dönen entrikaların rolü olduğu düşünüldü. Descartes’in cenazesi protestanlara yakın düşmesin gerekçesiyle çocuklar mezarlığına gömüldü. Shorto’nun araştırmasına göre on altı yıl sonra Gunes Krali XVI. Louis Katolik geleneklerine uygun bir gömü önerdi. Öykü daha sonra karmaşık bir yol izliyor. Descartes’in bedeni 1666’da Paris’e getirildi. Taşıma surecinde büyükelçi De Torlon olumsuz metinleri kaleme alan filozofun hatıra olsun diye bir parmak kemiğini aldı. Descartes, SaintGeneviève kilisesine gömüldü. Ama yeni mezarında da huzuru bulamadı. Fransız devriminin ardından Katoliklerin kurbanı olduğu iddiası ile Condorcet adlı devrimci, filozofun Panthèon’a gömülmesini istedi. Ama bu isteği gerçekleşmedi. Çünkü bu sırada Condorcet öldü. Bu kez bir başka devrimci sanatçı Alexander Lenoir devreye girdi. Descartes’ın kemiklerinin bir Mısır lahdine konulmasını sağladı Lenoir. Bu arada Descartes’in parmağındaki yüzükleri arkadaşları için hatıra olarak aldı. Kemikler 1819’da Saint Germain des Près kilisesine taşındığında kafatasının bedenden ayrıldığı fark edildi. Birkaç yıl sonra İsveçli bilim adamı kimyacı Jacob Berzelius’un Descartes’in kafatasını bir müzayedeye bağışladığı gerçeği ortaya çıktı. Kafatası daha sonra Fransız doğabilimci George Cuvier’e ulaştı. Cuvier de Fransız Bilimler Akademisi’ne bağışladı. Descartes’ın kafatasının kemiklerin İsveç’ten Fransa’ya götürülmesinden önceki gece bedeninden ayrıldığı anlaşıldı. Bu işlemi İsveç Kraliyeti muhafızı ve kemiklerin taşınması işinde görevli Isaak Planstrom yapmıştı ve kafatasına imzasını atmıştı. Fransa’da Trocadèro Antropoloji Müzesi’nde CroMagnon adamının yanında yerini alana kadar Descartes’ın kafatası 15 elden geçti. “En son kafatası antropolog Pierre Paul Broca’nın isteğiyle kurulan İnsan Müzesi’nde, kemikler ise SaintGermain Katolik Kilisesi’nde korunuyordu” diye yazıyor Shorto kitabında. Ama Descartes hâlâ huzur bulmuş değil. Çünkü Fransa başbakanı Francois Fillon Renè Descartes’ın yüz yıldır Paris İnsan Müzesi’nde korunan kafatasını Loire’da Descartes’ın 16071615 yıllarında eğitim aldığı Cizvit rahiplerin yönetimindeki bir manastıra nakletmek istiyor. Kısacası Fillon’un siyasi kampanyalarına alet olan Descartes’a öteki dünyada da rahat yok!.. G aslikayabal@hotmail.com NEW YORK New York’ta bir dünya turu IŞIK CANSU CANAYAK İ talyanlar gürültücüdür; İspanyollar bizlere benzer, tembel.. Fransızlar ukaladır, Asyalılar sakin, sessiz. Ülkelerin de imajları vardır böyle, merak ederim, New York’un imajı nedir, New York’lu kimdir, neye benzer, dışardan bakan için diye. Kime sorsak ayrı bir şey söyler bence burası hakkında, bir tanesi “New York da neymiş canım, bütün Hispanikler doluşmuş, Latin Amerika mı burası” derken, diğeri “Çekiklerden geçilmiyor, Çin mi burası yahu” diyebilir; bir diğeri “Bütün taksi şöforleri Ortadoğulu, burası ne biçim Amerika’ymış” diye görüş belirtebilir. Hepsi haklıdır da. Böyle bir karmaşaya ne Amerika’nın ne de dünyanın başka bir yerinde rastlamak mümkün değildir. Mesela San Francisco’da böyle bir şey yoktur, tipik Amerikalılarla doludur orası. Ama New York’a adım attığınızda sizi bu şehirden nefret ettirten de, bağlayan da aynı şeydir: New York Cumhuriyeti ve onun içindeki ayrı ülkeler. Klişedir ama doğrudur: Neredeyse dünya haritasında gezer gibi gezebilirsiniz bir metrodan diğerine atlayarak burada. Şöyle ki, eğer gerçek New Yorkluları, sanatçı ruhluları, bohemleri, kafalarındaki dev şapkaları kimselere aldırmadan taşıyanları görecekseniz, Aşağı Doğu Yakası, Doğu ve Batı köylerine gideceksiniz. Yunanistan’a gideceğim bu akşam, bir sirtaki istiyor canım diyorsanız, Queens’in, Astoria bölgesinden yer ayırtacaksınız. Ben Afrikan Amerikalıların arasına karışırım bugün, resim çekerim kafama göre diye tutturursanız, Bronx’a doğru bineceksiniz metroya. İspanyolcamı ilerleteceğim şekerim, neredeymiş Meksika’dan göçenler diye merak ederseniz, Doğu Yakası’nın Harlem’ine çıkacaksınız sıcak, nemli bir New York günü, kapısı açık arabaların içinden gelen Latin müziğine tembel tembel eşlik eden, kaldırımlara oturmuş Latinoları görmek için. İtalya gibisi yok, nerde pizzam, hani şarabım diye söyleniyorsanız, Küçük İtalya semtine gidip dışarıda oturacaksınız, gelip geçeni seyrederek. Bir votka devirsem Ruslarla iki çift laf ederek diye kıpırdıyorsa içiniz, Brighton plajına gideceksiniz. Peki ya canınız ördek çekerse, ucuz Çin yemeği diye karnınız kazınırsa ne olacak? İstikamet Chinatown olacak, değerli eşyalarınıza sahip çıkmayı unutmayarak. Diyelim ki bunların hiçbirini yapmadan öylesine bir gün geçiriyorsunuz, yine de elinizde olmadan bir dünya turu yapacaksınız; bir Hintlinin taksisine binecek, bir Pakistanlıdan gazete alacak, bir Afrikan Amerikalıya yol soracak, bir Rus barmenden içki isteyecek, bir Asyalının terzisine gidecek, bir Latin Amerikalı ile yan yana oturacaksınız trende. Hiçbir zaman homojen olmayacak dünyanız, onlarca ülkeyle dip dibe gezeceksiniz her gün. Bu yüzdendir ki New York içinde kaç ayrı ülke olduğu belli değildir. Bu yüzdendir ki, New York öyle herkesçe sevilmez. Bu yüzden kafalar karışıktır burası ile ilgili, ne kadarı senindir ne kadarı benimdir buranın, bilebilen yoktur. Olur da şimdilerde yolunuz düşerse çok sıcak bir New York yazına, ya da düşmüşse daha önce, siz de sayın içinizden bir gün içinde kaç ülkeden, kaç milletten geçtiğinizi burada. Diğer dilleri İngilizce’den daha sık duymanıza şaşırın ve düşünün siz de, New York Cumhuriyeti’nde bugün hangi ülkeye gidip ne yesem diye... G KİEV Kuzeyde neler oluyor? DENİZ BERKTAY M oldova’da siyasi kriz, dinmiyor. Nisan ayındaki parlamento seçimleri sonrasında muhaliflerin işgal ettikleri parlamento binasının tepesinde Rumen bayraklarını dalgalandırmalarından sonra iktidar, olayları güçlükle kontrol altına alabilmişti. Şimdiyse, gündemde devlet başkanlığı seçimleri var ve devlet başkanının parlamento tarafından seçildiği Moldova’da, parlamento, bir türlü devlet başkanını seçemiyor. Önümüzdeki günlerde yapılacak olan oturumda da devlet başkanı seçilemezse, bu sefer parlamento seçimleri de yenilenmek zorunda kalacak. Fakat, Moldova’da son bir buçuk ayda patlak veren gerilim, aslında geç kalmış bir renkli devrim girişiminden ziyade (geç kalmış dememin nedeni, 2000’lerin ilk yarısında eski Sovyet coğrafyasında Batılı ülkelerin desteğiyle gerçekleşen renkli devrimlerin 2000’lerin ikinci yarısından itibaren “morarma” sürecine girmesi... Gürcistan örneğini bugünlerde izliyoruz), bölgedeki etnik yapının nasıl bir barut fıçısı haline dönüştüğünü ve bu fıçının ufak bir kıvılcımla patlamaya hazır hale geldiğini göstermesi bakımından önem taşıyor. Etnik unsurun, birkaç yönü var. Birincisi, Rumenlerle Moldovalılar aynı kökenden geliyor. Moldova toprakları da, yüzyıllar boyunca, Osmanlının boyunduruğundaki Rumen asıllı Boğdan Prensliği’nin bir parçasını oluşturduktan sonra Rusya’nın eline geçmişti. 1917 Ekim Devrimi sonrasında bütün eski Çarlık topraklarında iç savaşların ve bağımsızlık hareketlerinin hüküm sürdüğü sıralarda (1919) bugünkü Moldova ile bugünkü bazı Ukrayna topraklarında yaşayan Rumen kökenli nüfus, Romanya ile birleştiğini ilan etti. Sovyet yönetimi, buraları ancak 1940 yılında, Nazi Almanyası ile ittifak kurduğu ve Doğu Avrupa’da geçici bir istikrarın sağlandığı bir dönemde Romanya’dan geri alabilecekti. Romanya’nın Sovyetler Birliği’ne teslim ettiği toprakların bir bölümü Sovyet Moldova Cumhuriyeti’ne, bir bölümü de, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlandı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gerek Romanya’da gerekse Moldova’da dönemin iktidarları birleşmeyi savunduysa da, o dönemde kapitalizme geçişin şokunu yaşayan Romanya’nın Moldova’ya ağabeylik edemeyeceği kısa sürede görüldü. Fakat Romanya, 2007’de AB üyesi olduktan sonra, Moldova ve Ukrayna’daki “tarihsel haklarını” yeniden gündeme getirmeye başladı. Romanya Dışişleri Bakanlığı’nın web sitesinde yakın zamanlara kadar, Moldova’da hangi yayın organlarına ne kadar maddi yardım yapıldığına ilişkin bilgiler yer alıyordu. Romanya Devlet Başkanı da geçtiğimiz günlerde, Moldova ile sınır anlaşmasını imzalamayacağını, “zira hiçbir aklı başında Rumen devlet adamının, 1939 AlmanSovyet anlaşmasını meşru kılacak bir anlaşmaya imza atmayacağını” söyleyerek, Moldova üzerindeki emellerini açıkça dile getirdi. Ukrayna’da Batı yanlısı olan yönetim, yakın zamanlara kadar, Rusya’nın olası toprak taleplerine dikkat çekiyor, buna karşılık NATO üyesi Romanya ile yaşanan sorunlar, fazla gün yüzüne çıkartılmıyordu. Artık Ukrayna yöneticileri de, birincil tehdit olarak açıkça Romanya’yı sayıyorlar. Moldova’dan 1992’de ayrıldığını ilan eden ayrılıkçı Transdinyester bölgesindeki Slav nüfus ve “Büyük Romanya” sınırları içinde yaşamaya hiç de hevesli olmayan Moldovalı Gagavuz Türkleri, etnik gerilimin diğer unsurlarını oluşturuyor. Her şeyden önce de, AB üyeliğini her derde deva olarak gören ve “AB’nin olduğu yerde etnik çatışmalardan bahsetmek Sevr paranoyaklığıdır” diyerek ahkâm kesenlerin kafalarını yukarıya kaldırıp kuzeydeki gelişmeleri incelemeleri gerekiyor. G C M Y B C MY B