Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 7 HAZİRAN 2009 / SAYI 1211 Babam, annem, oğlum nerede? ESRA AÇIKGÖZ BİR MEZAR ARIYORUM... Faruk Eren, 12 Eylül’ün ilk “kaybı” Hayrettin Eren’in kardeşi. Ağabeyi kaybedildiğinde o sadece 16 yaşındaydı. Ağabeyini kaybetmenin yükü ağırdı, ama anne babasının yaşadığı acıları görmek daha da zordu. Yaşanabilecek en büyük acının evlat acısı olduğunu daha o yaşta öğrendi. “O dönemde annem bir röportajda, ‘Çiçeklerle donatacak bir mezar arıyorum’ diyordu. Onu bile çok gördüler. Şu anda annem 82, babam 84 yaşında. 30 yıldır oğullarına ne olduğunu bilmiyorlar, hâlâ mezar arıyorlar” diyor. Hayrettin Eren, 21 Kasım 1980’de İstanbul Saraçhane’de gözaltına alındı, önce Karagümrük Karakolu’na götürüldü, sonra Gayrettepe‘ye. Ailesi, gözaltı defterinde adını gördü, ancak siyasi şubeden gelen yanıt kesindi: “Böyle biri gözaltına alınmadı.” Faruk Eren o günden beri “kayıp.” 1. Sayfanın devamı A ilesi, ceset bulunduktan sonra suç duyurusunda bulundu. Ocak’ın en son Terörle Mücadele Şubesi’nde görüldüğü yönündeki tanıklıklara rağmen yargılamadan sonuç alınamadı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruldu. AİHM, “yaşam hakkı”nı ihlal ettiği için Türkiye’yi mahkum etti. Aslında Emine Ocak şanslı kayıp yakınlarından... Bu ne mi demek? Bunun için çocuğuna dair hiçbir bilgiye ulaşamayan, başında yas tutacak bir mezar bile bulamayan anneleri dinlemeniz gerekiyor. Ya da babasının nerede olduğunu soran çocuğuna yanıt veremeyen bir eşi... Yıllardır kayıp yakınları ve “Kayıplara Karşı Uluslararası Komite” (ICAD) gibi kurumların mücadeleleriyle geliştirilen toplumsal baskı ile itirafçıların, JİTEM elemanlarının itirafları ve Ergenekon iddianamesindeki kimi bilgiler sonucunda bazı yerlerde kazılar yapıldı. Şimdi kayıp yakınları, sonucu bekliyor, tek istedikleri sevdiklerinin cesetleri... Yıllar sonra Galatasaray Lisesi önünde kayıp yakınlarının sesi de bu yüzden yeniden yükseliyor: “Kayıpları durdurun, kaybedenler yargılansın.” Aileler, geçen hafta da İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Kayıplar Mahkemesi’nde kaybedenleri yargıladılar. BİRBİRİMİZE DOYAMADIK Dicle Anter’in gözleri hâlâ nemleniyor babasını anlatırken. Diyarbakır’da 20 Eylül 1992’de öldürüldü gazeteciyazar Musa Anter. Böyle bir acı, yıllar geçse de azalmıyor, unutulmuyor. “Babamın öldürülmesinin acısı ölünceye kadar bitmeyecek” diyor, “Babamla çok uzak kaldık, ben evdeyken o cezaevindeydi, büyüdüğümde 25 yıl Avrupa’da kaldım. Tam açığı kapatacağım derken... Babam öldürüldüğünde 40’ıma gelmiştim, onunla daha çok şey paylaşabileceğim yaştaydım. Birbirimize doyamadık. Her gün kalktığımda onu yanımda arıyorum. Keşke bir on sene daha yaşayabilseydi. Hep 90’ıma kadar yaşayacağım derdi, hayata bağlı biriydi.” Devletten istediği tek şey var oğul Anter’in; isimleri bilinen katillerin yargılanması… Bir de sorusu var: “Hukuk var, demokrasi var, deniyor. Hangi hukuk, hangi demokrasiden bahsediliyor. Biz niye görmüyoruz bunu?” Emine Ocak, oğlunun fotoğrafıyla... Fotoğraflar: Erhan Arık Faruk Eren’in kardeşi Hayrettin 1980’in ilk “kayıp”larından. Nazilerden bugüne “Gece ve Sis”... Kaybetme politikası dünyada kayıtlara 1920’lerde geçiyor. Sistematik olarak uygulanmasıysa, Hitler faşizmiyle gerçekleşiyor. Ünlü “gece ve sis” kararnamesiyle “istenmeyen kişiler,” esrarengiz bir biçimde gözaltına alınıyor ya da kaçırılıyor. Tıpkı 15 Ocak 1919’da Berlin’de “kaybedilen” Rosa Luxemburg gibi. Geçen hafta, Berlin’deki Charite Hastanesi’nin anatomi deposunda bulunan başsız, ayaksız ve elsiz cesedin Luxemburg’e ait olduğunu açıkladı hastanenin Adli Tıp Bölüm Başkanı Prof. Dr. Michael Tsokos. Nazilere göre bu yöntem, açık infazlardan, idamlardan çok daha etkili ve caydırıcı. R. Luxemburg. Çünkü bir süre sindirse de yoğun bir isyan duygusu da yaratan idam ve infazların aksine, “kaybetme”nin yarattığı psikolojik yıkım, korku daha etkili. Savaş sonrası ABD’ye götürülen deneyimli SS şefleri, ABD istihbarat birimlerinde “kaybetme” politikasının da öğreticileri oluyor. Nazilerden öğrenilen “kirli savaş” deneyimi Yunanistan İç Savaşı’nda, Vietnam’da, Laos ve Kamboçya’da denendikten sonra Latin Amerika’da uygulamaya sokuluyor. Böylece 1970’lerden itibaren, Latin Amerika’da ABD desteğiyle yapılan darbeler döneminde kitlesel bir hal alıyor. Kayıpların sayısı Guetamala’da 1966’dan beri 38 bin, Arjantin’de 3040 bin, Şili’de ise 197383 yılları arasında 16002500 arası olarak veriliyor. Arjantin’de kayıpların yaklaşık yüzde 40’ı kadın. G AFFETMEYECEĞİM... Zübeyde Tepe, tepkili. “O kadar çok anlattık ki bunları” diyor, “kitaplar yazıldı. Kayıplarımızı haykırdık, ama duyulmadı, duyulmuyor.” Haksız sayılmaz. Oğlu Ferhat Tepe’nin gözaltına alınıp kaybedilmesinin üzerinden 16 yıl geçti, ama katilleri hâlâ bulunamadı! Tepe’nin cesedi, işkence edilmiş halde 8 Ağustos’ta bir ihbar üzerine Hazar Gölü’nde bulundu. Davalar, takipsizlikle sonuçlandı. Ailesi, AİHM’e başvurdu. Türkiye, “gerekli araştırma ve soruşturmayı yapmadığı” gerekçesiyle tazminata mahkum edildi. Anne Tepe’nin öfkesi geçmeyecek, ta ki bütün kaybedilenler açıklanana ve sorumluları yargılanana kadar... Zübeyde Tepe ve oğlu Ferhat. Dicle Anter’in tek isteği, babası Musa Anter’i öldürenlerin yargılanması... HERKES TEHLİKE ALTINDA... Bunlar buzdağının sadece görülen yüzü... Çünkü kayıplara dair çok ayrıntılı bilgi yok. Kayıp ailelerinin başvuruları ve yapılan çalışmalar sonucu tespit edilen kayıp sayısı 1250 olsa da, resmi olmayan bilgiler 17 bin kayıp olduğunu gösteriyor. “Kayıplara Karşı Uluslararası Komite” (ICAD), Türkiye Seksiyonu sorumlusu Havali Mengi, bu konuda doğru veriler edinebilmek için kayıp yakınlarına ulaşmaya çalıştıklarını anlatıyor. Kimi zaman da aileler onları buluyor. ICAD’ın kuruluşunda da kayıp aileleri etkili olmuş. “Hasan Ocak Kampanyası” sonrasında Şili, Kolombiya, Uruguay, Filipinler, Sri Lanka, Zaire, Irak, Filistin, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerdeki kayıp yakınları ve insan hakları savunucularının Türkiye’ye gelmesiyle kurulan ICAD, gözaltında kayıplar sorununun uluslararası olduğunu ve bunda çokuluslu tekellerin büyük rolü bulunduğunu belirtiyor. Gözaltında kayıplara karşı örgütlü mücadelenin başlangıç yeri Latin Amerika. Arjantin’deki “Plaza de Mayo Anneleri”nin mücadelesi birçok ülkeye örnek oluyor. 27 Mayıs 1995’ten beri her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri’nin ilham kaynağı da onlar. Peki, kim bu “kaybedilenler?” Yanıtı Mengi’den: “Öldürülen, kaçırılan, kaybedilenler arasında Hüseyin Toraman, Düzgün Tekin, Kenan Bilgin gibi sosyalistler, devrimciler; Vedat Aydın gibi insan hakları savunucuları, Musa Anter gibi halk bilgeleri, avukatlar, sendikacılar, parti mensupları var.” Kısacası, haksızlığa tahammül edemeyen, muhalif herkes için bu “kader” çok da uzakta durmuyor. Türkiye’de bir devlet politikası olarak gözaltında kaybetmelerin İttihat Terakki’den bugüne kadar var olduğunu hatırlatıyor Mengi. Bu politika, 1990’lardan sonra sistematik ve kitlesel hale geliyor; özellikle de Doğu’da. Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nin verdiği rakamlar da bunu doğruluyor; 198291 yılları arasında kaybedilenlerin, faili meçhul cinayetle ya da yargısız infazlarla öldürülenlerin sayısı 62 iken, 199299 arasında 1270’e çıkıyor. Olağanüstü Hal Bölgesi’nde 19912000 yılları arasında resmi rakamlara göre 750, sivil toplum örgütlerine göre ise 2500 faili meçhul cinayet işlendiğini söylüyor Mengi, dönemin faillerinden, Susurluk kahramanlarından Mehmet Ağar’ın 1000 operasyondan söz ettiğini de hatırlatarak... Rakamlar kolayca söyleniyor ya, onların her biri, bir baba, ana, oğul, kız, eş, kardeş... ICAD, daha fazla kayıp olmasın, diye uğraşıyor. Yeni kaybedilen biri olduğunda hemen hukuki girişimlerde bulunuyor, kamuoyunu bilgilendirip, baskı oluşturuyor. Gözaltında kaybetmenin, devletlerin halka ve onun örgütlü güçlerine karşı uyguladığı özel bir baskı, yok etme, korkutma, sindirme çalışması olduğunu vurguluyor Mengi. Yani bu bir devlet terörü; gizli cezaevleri, farklı işkence ve katliam metotları da bunun parçası. “Kaybetmenin” toplumsal belleği silmesi, sansürlemesi, sessizlikten oluşan yeni karanlıkları çoğaltması da cabası. Kaybedilenlerin bulunamaması ise bu terörün başka bir yüzü. Hele de arkada kalanlar için... Gerçekleşmeyeceğini bildikleri halde umut etmekten vazgeçememek... FAİLLER HESAP VERECEK... Mengi, kaybedilenlerin bazılarının, ortaya çıkarılan itirafçılar ve yürütülen kararlı mücadele sonucu bulunduğunu söylüyor. Tıpkı Bahri ve Metin Budak gibi. 1994’te kaybolmuştu 61 yaşındaki Bahri Budak ve 14 yaşındaki torunu Metin. 1 Mayıs 2005’te koyunlarını otlatan Abdulbaki Budak, eski bir dere yatağında, toprağın hemen altında bazı kemik parçalarına, giysilere rastladı. Bahri ve Metin Budak’ın cesetlerine işte böyle ulaşıldı... JİTEM tarafından kaçırılan ve katledilen Murat Aslan’ın babası, itirafçı Abdulkadir Aygan’ın beyanlarındaki kanıtları izleyerek oğlunun cesedini buldu... “Devletin bir kontrgerilla örgütlenmesi olan JİTEM’in eski elemanlarının itirafları ve bu itiraflar sonucu yapılan kazılar, binlerce insanın Havali Mengi. kaybedilmesine ilişkin gerçekleri ortaya koyuyor” diyor Mengi. 5 Haziran 1995’te kaçırılan ve kaybedilen Hasan Ergul’un bedenine de bu itiraflar sonucunda, Silopi’de kimsesizler mezarlığında ulaşıldı. Hasan Ergul, üç yaşındaki oğlunu götürdüğü Silopi Devlet Hastanesi dönüşünde kaçırılmış... Mengi’ye göre bu cinayetlerin failleri belli; başbakanıyla, bakanlarıyla, emniyet müdürleriyle, silahlı güçleriyle, korucusuyla, fail devletin kendisi. Kayıpların sayısının ve öykülerinin tespiti amacıyla bağımsız bir heyet oluşturulmasını istiyor, bir kirli savaş suçu olan kayıpların faillerinin yargılanması için savaş suçları mahkemesi kurulmasını da. “Devlet” diyor, “Ergenekon davasında, birkaç kontrgerilla elemanını da göstermelik olarak yargılayarak, yaptığı katliamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların üzerini örtmeye çalışıyor. JİTEM’in kurucusu olarak bilinen Veli Küçük, Arif Doğan, Levent Ersöz işlenen siyasi cinayetlerden ötürü yargılanmalı, JİTEM örgütlenmesi ve onun yeni biçimleri dağıtılmalı. Tüm kayıpların akıbeti ortaya çıkarılana ve başta devletin başındakiler olmak üzere tüm failler hesap verinceye kadar mücadele sürecek.” Acil yapılması gerekenlerden biri de, gözaltının kaldırılarak, yakalananların doğrudan hâkim önüne çıkarılması. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’in zorla kaybedilmeleri yasaklayan ve ailelerinin kaybedilenle ilgili gerçeği öğrenmesine olanak sağlayan “Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme”sini hâlâ imzalamadığını da hatırlamakta yarar var. “Kaybolma”nın böylesi kolay olduğu bir ülkede, son aylarda yaşanan tutuklamaları, KESK’e yapılan operasyonları görüp, korkmamak elde değil. Korkuya ve kayıplara engel olmak için Galatasaray Lisesi’ndeki sese katılmak gerekiyor: “Kayıpları Durdurun, Kaybedenler Yargılansın.” G C M Y B C MY B