Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 PAZAR YAZILARI 31 MAYIS 2009 / SAYI 1210 İnebolu izlenimleri ADNAN BİNYAZAR adilerin kıvrımlı yollarını döne döne Karadeniz’i bulduk. Adının başındaki “kara” sıfatından dolayı, görmeyende kapkara, hoyrat dalgaların birbirinin üstünden atladığı bir deniz çağrışımı yaratan Karadeniz, bunun tam tersi, üstüne gökten gümüş yağmışçasına ak bir su. Belki de, İnebolu’nun deniz dibi toprağının renginden geliyor bu aklık... İnebolu... Ufku ak, yüreği ak, tarihi ak bir ilçe. Sabahı kıyıya yakın bir balkonda karşılarken, önce, denizin uzak uçlarına vuran şafağın kızıllığını gördüm. Onun ardından, kulağıma nerden geldiğini kestiremediğim hışırtılı bir soluk çarptı. Sordum içime: “Güneş midir soluyan, deniz midir?” Ne o, ne o; gözümü sol tarafa çevirince, hışırtılı soluğun, kıyıdaki seyrek dallı ağacın yapraklarından yansıdığını gördüm. İnebolu’da güneş denizden doğar, yine kızıllaşarak denizden batarmış; onu da öğrendim. Bu şiirsel dünyanın imgeleriyle uğraşırken, deniz sonsuz bir sessizlik içinde, ince dudaklarını çakıl taşlarına dokundurup çekiyordu. Sanırım “İnsan, doğanın ürünüdür” sözü en çok bu ilçeye uygun düşüyor. İnebolulular, sessiz oldukları kadar da direngenler, atılımcılar... Atatürk, bunu sezmiş; Cumhuriyet’in önemli atılımlarından biri olan Şapka devrimini onların arasında açıklamış: “Bu serpuşun ismine şapka denir!” 84 yıl önceki gibi, Atatürk, elinde şapkasıyla yine halkın arasında... İnebolu’nun her alanında, hemen her sokak başında bir anıt var. Yöre halkının tarihi, ilçenin girişindeki “İstiklal Yolu” yazılı tabelayla başlıyor. Kurtuluş Savaşı sırasında denizden karaya lojistik destek bu yolla yapılıyormuş. Atatürk “İstiklal Yolu”nun önemini şöyle anlatıyor: “Gözüm Sakarya’da, Dumlupınar’da, kulağım İnebolu’da.” Mustafa Fakazlı’nın anlattığına göre, Şerife Bacı anıtı, cephane taşırken, mermiler ıslanmasın diye, yorganına kendi sarınmayıp, onu kağnıyla taşıdığı cephanenin üstüne örten kadının hazin öyküsünün simgesi. Dağlarca’nın “Elif”i bu Şerife Bacı olmalı... Hamamcı Kadı Salih Reis denizcidir. Yaşı yetmişi bulsa da o da sırtında mermi taşıyor. Yörenin valisi, bükülmüş beline bakıp ona yardım etmek istiyor. Reis, “Niye, ben taşıyamıyor muyum?” diye valiye çıkışıyor. İnebolulu, Atatürk’ün şapka giydiği Türk Ocağı binasını gözü gibi korumuş. Orada yalnız Atatürk’e ilişkin belgeler, fotoğraflar bulunmuyor, o büyük insanın ruhu da dolaşıyor. Öyle onurlu işler yapılmış ki; İstiklal Madalyası ile onurlandırılan tek ilçe İnebolu’dur. Şimdi de bilgi toplumu olmanın kurtuluş savaşı sürüyor İnebolu’da. 11 bin nüfuslu ilçede 5 bin öğrenci öğrenim görüyor. Uzak yerlere gidip gelmeleri zor diye öğrencilerin çoğu yatılı okuyor. Halk, Kaymakam Dr. İlhan Karakoyun’u “O bir tane!” diye bağrına basmış. Edebiyat Öğretmeni Ali Turgay Karayel’in girişimi, kaymakamın çabalarıyla oluşturulan yöneticiöğretmenöğrenci işbirliği, bu toplumsal dayanışmanın göstergesi... Ellerinde Masalını Yitiren Dev ve Ölümün Gölgesi Yok adlı romanlarımı imzalatmak üzere sıralanan öğrenciler bunun ürünüdür. Otobüste gece boyunca yol alırken, çağdaş Türkiye’nin eli kitaplı o aydınlık yüzleri bir an olsun gözümün önünden gitmedi... G binyazar@gmail.com Sokakta utancımdan adımı bile değiştirdim ZUHAL AYTOLUN Ani çıkışlar, sarsıcı inişler. Şöhretin bedeli ağır. Pırıltılı görüntülerin arkasında çoğu zaman yıkıntılar var. Yeşilçam’ın parlak yıllarının yakışıklı jönü Mesut Engin de şimdi Kayışdağı Darülaceze’de geçmişiyle hesaplaşıyor. Acıları, mutluluklarından çok daha fazla. Yine de hâlâ çalışmak ve üretmek istiyor; yaşama tutunmak için... V 1. Sayfanın devamı S ığındıkları bir kez daha zarar vermiş, bir kez daha düşürmüş omuzlarını. Dilinden düşmüyor “yıkılmak” kelimesi. Yaşamının bir özeti belki de bu. Tutunmaya çalışmış her seferinde, tutunamamış, yeniden düşmüş. Şimdilerde Kayışdağı Darülaceze’de 70 kişilik Zümrüt Sitesi’nde kendi odasında kalıyor. Yeni bir yaşamın kapılarını aralamış Engin. Belki filmleri, fotoğrafları, anıları, özledikleri yok yanında. Belki zihninde yaşadığı mutsuzlukların, bedeninde de çektiği acıların izlerini taşıyor hâlâ. Ancak yine de, yeni bir umutla ayağa kalkmaya hazır olduğunu dile getiriyor. Yaşadıklarını konuşmaya çalıştık Engin’le. Yanıtsız kalan sorularımız da oldu, uzaklara bakıp gözlerimizin dolduğu anlar da. Hem yanımızdaydı, hem de çok uzaklarda... GENÇ YAŞTA ŞÖHRET “Artık buradayım, şikâyetim yok. Şikayetim kendime” diyerek başlıyor söze. Hikâyesi için biraz daha gerilere gidiyoruz ve başlıyoruz konuşmaya. 1953 yılında Aydın’ın Söke ilçesinde dünyaya gelmiş Engin. 4 kardeşin üçüncüsü olarak. Yaşamının dönüm noktalarından ilki ise Ses dergisinin yarışması olmuş. Mesut Engin, “7 Evlat 2 Damat” filminde. (ayakta soldan ikinci) Fotoğraflar Vadullah Taş’ın albümünden. Sinemaya pek çok ismi kazandıran dönemin en popüler dergisinde Necla Nazır’la beraber birinci olduğunda 20 yaşında. Yıl 1973. Genç ve dinç. Kısa sürede şöhret etrafını sarıyor. Bir anda tüm olanaklar seriliyor önüne. Hem para, hem de ün; etrafında da pek çok insan. Tuğrul karakterini canlandırdığı ilk filmi “Yedi Evlat İki Damat”tan 20 bin lira alıyor. Ondan sonra da çektiği filmlerin ardı arkası kesilmiyor; “Özleyiş”, “Dert Bende”, “Yazık Oldu Yarınlara”, “Sevmek”, “Deli Kız”, “Ah Bu Gençlik”... Onlarca filmde başrol oynuyor. Ödüller alıyor. Gün geliyor, alt katında bulunan kahvehanede çıkan bir yangın oturduğu eve sıçrıyor. Evde yalnız Engin. Binayı sarıyor yangın. Kulakları, elleri ve bacaklarındaki izler o günlerden. Yaşamındaki ilk yıkılma anı belki de. “Hem bedenen hem de ruhen yıkıldım. Mahvoldum” diyor vücudunda kalan izleri göstererek. Sessizlik çöküyor konuşmamıza, gözleri uzaklara dalıyor. “Üzüntüler, dertler nihayetinde bu hale geldim aslında ben” diyerek bölüyor sessizliği. Ailesinin yanına Aydın’a gitmiş o süreçte. Ancak 5 ay sonra ayrılmış yanlarından. “Bir yere kadar dayanabildim. Onların bana söylediği kötü bir şey olmasa da beni öyle görmelerini istemedim. Dayanamadım” diyor. Sorular, düşünceler, çıkışsızlıklar onu tekrar İstanbul’a yöneltmiş. “Sinemada birtakım krizler yaşandı. Seks furyası başladı. Yıllarımızı verdiğimiz sinemada iş olmayınca her şey tepetaklak gitti.” Sinemadan uzaklaşmaya başlamış Engin. Elinde, avucunda ne varsa tüketmeye... Düzeninin, yaşamının değiştiğini, kendi ifadesiyle nasıl “çirkinleştiğini” anlatıyor. Moralini diri tutamamış. Alkolle tanışan Engin’in yaşamı birden ve çok daha hızlı geçmiş çöküşe. Tüketilen ilişkiler, hızlı yaşamlar, düzensiz hayatlar, şöhretin yarattığı sanal dünya, yalnızlık ve alkol... “Geçmişe dönüp sorguladığınızda neden bir birikim yapmadığınızı düşünüyor musunuz?” diye soruyoruz. “Geçinmek için kazandım, servet yapacak kadar değil” yanıtını veriyor Engin. Başka işlere de soyunmuş. Dükkân açmış, çeşitli işletmelere ortaklık etmiş ancak anlaşmazlıklar sonucunda onları da yürütememiş. Elindeki avucundaki gün be gün erimiş, alkol tek sığınağı olmuş. Öyle bir gün gelmiş ki evi, barkı, sahip olduğu her şey; anıları dahi gitmiş elinden. Hiçbir şeyi kalmayınca da önce otellerde, sonra barınabildiği yerlerde, en son da sokakta yaşamaya başlamış. Sorulan sorular bitmemiş. Sokakta görenler “Bu Mesut Engin değil mi?” diyerek uzaktan bakıp kendi aralarında konuşmaya başlamışlar. “Şöhret olduğum için alay konusu oldum insanların gözünde. Zaten rezilliğim paçamdan akıyordu. Gerçek kimliğimi de gizledim insanlardan” diyerek anlatıyor yaşadığı günleri. O yüzden bir dönem kendini Mustafa adıyla tanıtmış Engin. Aç, susuz, uykusuz günler. Evi, sokaktaki bir bank. Günde birkaç çift laf ettiği, bir tabak yemeğini yediği esnaf da dostları bir anlamda, yaşamda yanında kalan birkaç insan sadece. Açlık, uykusuzluk, soğuk derken sağlık problemleri de peşi sıra gelmiş Engin’in. Rahatsızlıklarını sorduğumuzda ise “Sokakta yatan, aç ve uykusuz kalan insanın bedeni sağlıklı olur mu?” diyor, “Alkol de kullandım. Bir de oradan yıkıldım. Alkol yalnız bana değil, kim içse herkese zarar verir.” Pişmanlıkları gözlerinden okunuyor Engin’in. Önüne, geleceğe bakmak istiyor, ancak geçmişi yakalıyor hemen, sarıyor etrafını. Peki hiç mi aşık olmadı Engin, hiç mi aile kurmak istemedi? “Kim istemez huzurlu, düzenli bir yaşam. Keşke sevdiğim bir kadın olsaydı, el ele, omuz omuza mücadele etseydik bu yaşamda. Ama yalnızca ben değil, sinemada pek çok kişinin hayatı bu haldeydi” diyerek anlatıyor geçmişe dönük hesaplaşmasını. 1983 yılında İstanbul’un varlıklı Mesut Engin (en solda) Kadir İnanır’la bir filminde... ailelerinden birinin kızıyla nişanlanıyor, ancak ayrılıyorlar. O günlerden bahsetmeye çekiniyor, üstünü kapatıyor, yanıtlamıyor sorumuzu. “Düzenli bir yaşamımın olmasını çok isterdim” demekle yetiniyor. Dostluklar ve arkadaşlıklara söz gelince sesi titriyor: “Şöhret çok büyük yara. İnsanlar para ve şöhret için yanımdaymış. Onlar gidince insanların merhabaları bile değişiyor. Darbe üzerine darbe geliyor. Tekme üzerine tekme yiyorsunuz. Kötü günümdeki en iyi dostlarım anne babamdı.” KİMSE SAHİP ÇIKMIYOR “Kimseden bir hayır yok” diyor. Hâlâ da güvensiz. Sözler verilmiş, vaatler de bulunulmuş, destek olunacağı söylenmiş. Çoğu kişi de otobüs parası vererek memleketine yollamaya çalışmış Engin’i. Arayanı soranı, arkadaşları dostları yok olmuş. “Hiç kimse sahip çıkmıyor. Ben utanıyorum artık. Zoruma gidiyor. Devlet bir el atsın, sanatçısına sahip çıksın. 35 yıl sinema aktörlüğü yaptım. Herkes ekmek yedi. Elini uzatan olmadı” diye haykırıyor Engin. Engin’in hikâyesi ilk değil, belki de pek çok insanın yaşadığı hatalar ve hayal kırıklıklarının bir benzeri onunki. Ancak o bir sanatçı. Kayışdağı Darülaceze’de sürdürüyor yaşamını. Tedavi de görüyor. Yerinden ve kendisine yardımcı olanlardan çok memnun. Ancak tek istediği “otur otur kahroluyorum” dediği Darülaceze’den ayrılmak. Çünkü oturmaya dayanamıyor, çalışmak, üretmek istiyor. Engin, özlediği anne babasının yanına dönmek, memleketinde küçük bir bakkal dükkânı işletmek istiyor. Oyunculuğu soruyoruz. “O kadar çok istiyorum ki. Ama artık ben istesem de o beni istemez” diyor. Vaatlere inanmıyor artık. Tek isteği ise yaşama tutunmak; sıkıca. G C M Y B C MY B