22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 ŞUBAT 2009 / SAYI 1194 9 Gianina Cãrbunariu KİTAP Şiddete karşı anlatılar... “Çocukluğum güzel geçmedi. Kız çocuğu olmak hayatımda çok belirgindi. 1520 yıldır yaşadığım sıkıntıların ve şiddetin kökenlerini ben orada arıyorum”, “Bu akşam ne olacak kaygısıyla yaşadığım akşamlar çok uzakta şimdi”, “Son zamanlarda beni satmayı bile düşünmüştü”, “Mor Çatı’da kaldığım zaman kendimi toparladım, biraz para topladım, ev tuttum”, “Şu an ayaktaysam, evladım için ayaktayım”... Hikâyelerin sahipleri farklı, yaşları, memleketleri, işleri... Onların birleştiren kilit bir nokta var; şiddet. Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’nın çıkardığı “Şiddete Karşı Anlatılar: Ayakta Kalma ve Dayanışma Deneyimleri” kitabında onların hikâyesi anlatılıyor. Entelektüel fahişeleriz... Gianina Cãrbunariu, Romanyalı genç bir tiyatro yazarı. Geleneksel tiyatro anlayışına karşı, gençlerin günümüz ile kurduğu dili kullanarak, onların sorunlarını sert bir tavırla sahneye taşıyor. Toplumsal reflekslerin ağırlaştığının farkında. Nedenleri bilmeden sonuçlara hizmet etmenin riyakârlık olduğunu düşünüyor. Hayata karşı söylemek istediklerini tiyatroyla söylüyor, çünkü ona göre özü gereği tiyatro bir tepki. Ali Deniz Uslu ianina Cãrbunariu Romanya’nın kuzeyinden barda sadece el fenerleriyle sahnelemesi ülkesinin geliyor, Bükreş’e epey uzak. Gençlerin devlet desteğiyle oluşturulan merkeziyetçi tiyatro anlayışına egemenliğindeki profesyonel bir tiyatro anlayışını karşı bir tavır. temsil ediyor. 32 yaşında. Tek derdi geleneksel Cãrbunariu, günümüzün sonuca odaklı ve sisteme hizmet tiyatro anlayışına karşı gençlerin günümüz ile kurduğu dili ve eden tüketim anlayışından sıkıntı duyuyor. Nedenleri organik iletişimi anlatmak. Oyunlarında toplumun çeperlerine bilmeden sonuçlara hizmet etmenin riyakârlık olduğunu tutunan çatışmalara sert ve keskin bir dille cevap veriyor. düşünüyor. Sonuca odaklanma körlüğünün nedenini Hayata karşı söylemek istediklerini tiyatroyla söylüyor, çünkü insanların satabilecek “yeni şeyler” yaratmak istenmesi olarak ona göre özü gereği tiyatro bir tepki, sesi olmayan insanlara görüyor. Tiyatronun takım çalışması olduğuna inanıyor. Şu ses vermekten yükümlü... Gianina Cãrbunariu “Ve Diğer anki ekibiyle de sekiz yıldır beraber. Süreklilik ve anlaşılırlık Şeyler Topluluğu” tarafından yürütülen “Yeni Metin Yeni Tiyatro” adlı proje kapsamında İstanbul’daydı. Gianina ile Galata’da konuştuk. Oyunlarını da kendi gibi 2530 yaş arası gençliğe yönelik yazan Cãrbunariu, derdini düz ve metaforsuz anlatıyor. Göç ve işsizlik gibi güncel sorunlara değinirken, mağdur olmuş masum gençlik yerine, hayatları ve dünyadaki konumları için savaşan, mücadeleci gençlere yer veriyor. Ona göre gençlerin hayatla mücadeleleri zaten ortak. İnsanların dertlerinin yaşı yok, cevapsız sorular ise her yaşta çıkıyor karşımıza, ama ülkeler çocuklarına yeteri kadar sahip çıkmıyor. Gençler kendilerini kurtarmak için çabalıyor, sorumluluklarını fazlasıyla alıyorlar. Elbette zaman, her zaman onlardan yana olmuyor. Bir genç olarak gençliği anlatırken “The day after tomorrow, the day before yesterday” oyunundan. eleştirilmesini anlamıyor. “İnsanlar, genç yönetmen, genç sinema yazarı derken bile olumsuz bir anlam yüklüyorlar cümlelerine. Şüphesiz tecrübe açısından birbirini tanıyan insanların faydasından yararlandığını zamanla gelir, ama gençleri itelemek durumu çözmez. söylüyor. “Biz gönüllü başladık, zorlukları yoğun emekle Gençler ciddiye alınmıyor, halbuki hayat şaka değil” diyor. Bu aştık. Denemekten korkmadık. Cesaretimiz de kaybedecek yüzden de kurumlar dışı çalışmanın önemli olduğunu şeyimizin olmamasındandı” diyor. vurguluyor, “Alternatif ve bağımsız işler yapabilmek için Cãrbunariu, “Kebap” isimli yeni oyununda Romanya’yı kendi özgür alanlarını yaratanlar seslerini daha güçlü terk edip yurtdışında zengin olmaya giden Madalina isimli çıkarabiliyor. Diğer türlü sistemin içine giriyorsunuz ve onlara genç bir kadının, kendini Dublin’de bir kebapçıda çalışırken çalışıyorsunuz” diyor. İlk oyunu “Stop the Tempo”yu da bir bulmasının hikâyesini anlatıyor. Madalina, bu başlangıcın en G Erkek şiddetine maruz kalmış, buna karşı çıkmış, ardından Mor Çatı ile buluşmuş 15 kadının hikâyesini, 16 yazar, gazeteci, akademisyen feminist kadın anlatıyor. Bu hikâyelerin sayfalara dökülme nedenini, “şiddeti kendi dışımızdaki bir şey olarak kavramama, şiddete uğrayan kadınları ‘kurban’lar olarak görmeme, şiddeti anlamaya çalışırken ‘mağdur’ yaklaşımının ötesine geçebilme, direnme ve kadın dayanışması yoluyla birlikte güçlenme çabalarına ışık düşürmesi” olarak niteliyor Mor Çatı Yayınları. Bu çok daha eskilere uzanan bir emeğin ürünü aslında. Mor Çatı’nın 20 yıla yaklaşan geçmişinde kadınların hayatında nasıl izler bıraktığını, kadınların Mor Çatı sayesinde kendilerini nasıl bulduklarını seriyor gözler önüne. Beyoğlu Kaymakamlığı, şiddete maruz kalan kadınların kendilerini toparlamak için kapısını çaldığı Mor Çatı Kadın Sığınma Evi’ne desteğini çekmesinin sonuçlarının ne kadar vahim olduğunu da anlatıyor. Şirin Tekeli’nin deyimiyle “şiddete karşı kadın isyanı ortak bir dile” dökülüyor kitapla. G azından ülkesindeki sefaletten iyi olduğunu düşünüyor. Göç ve umutların onu fahişeliğe kadar giden bir yola sokacağını ise hiç hesaba katmıyor. Hikâye de zamanla trajediye dönüşüyor. Cãrbunariu bu oyunu İrlanda’ya gittiğinde tanıştığı, kebapçıda çalışan bir kızın gerçek hayat hikâyesinden kurguladığını anlatıyor. Oyunuyla, kötü koşullarda, az parayla çalışan göçmenlerin istismar edilmesini ve insan borsasına dönen sistemin eleştirisini yapıyor. Cãrbunariu, “Oyunda fahişelik var, ama yalnızca vücut değil buradaki. Esas olan entelektüel fahişelik. Bu artık hepimizin zihinlerine kazındı. Kadın bedeni bir et olarak görülüyor. Kadın da erkek de bunu böyle düşünüyor ve bunun üzerinden ilişkilerini sürdürüyor. Bu taze et de oyunun sonunda yanıp kebaba dönüyor” diyor, “Sert ve acı bir ironi bu, çünkü gerçekleri insanlara anlatmak için olabildiğince sert sunmak gerekiyor”. Çünkü, insanlığın algı eşiğinin düştüğünü ve hissizleştirildiğimizi düşünüyor. Evet, artık önemsemiyor ve görmezden geliyoruz. Toplumsal reflekslerimiz de ağırlaştı. Sanatçının rahatsız edici gerçekleri oyununa taşıması da bu yüzden. “Ben radikal değilim. Biz, oyunlarımızda insanların rahatlarını bozuyoruz. Koltuklarından huzursuz olarak kalkarlarsa sorgulamaya da başlarlar diye düşünüyoruz. Önce kendimizi eleştiriyoruz, sonra da toplumu” diyor “İnsanlar milliyet ve ulus üzerinde iyice hassaslaştı. Onlara sarılıyorlar, bugünü, geçmişlerinin üstüne kurdukları için geçmişi sorgulamaktan çekiniyorlar, ama biri bunları yapmalı”. Elbette ona tiyatro anlayışı yüzünden, hakarete uğradığını düşünüp tepki verenler çok, ama o desteklerin daha fazla olduğu görüşünde. Oyunlarında Romanya’yı dağları, gölleri ve doğasıyla anlatmadığı için memnun. Çünkü o bir sanatçı, turizm acentesi değil. Gördükleri ve anlattıkları da yaşananlar. Tiyatro da bu demek değil mi? G http://www.galataperform.com, http://www.vedigerseyler.com Matematik, bir baba, bir oğul ve 12 Eylül... Esra Açıkgöz oğan Akhanlı’nın, “Babasız Günler” kitabı Turkuvaz Kitap’tan çıktı. Hayatını matematiğe adamış ve onu matematikle çözmeye çalışan bir baba, döneminin siyasi hareketlerine katılan, bunun için babasını karşısına alan müzisyen bir oğul ve aşkını yazarların izlerinde arayan edebiyatçı bir kadın... Bir baba ve oğlun ilişkisi, bir erkek ve kadının aşkı, 12 Eylül’e gelinen günler... Akhanlı’yı “Babasız Günler”e götüren anılar oldukça gerilere uzanıyor... Gerisini ondan dinleyelim... Öncelikle kitabın hazırlık aşamasıyla başlayalım isterseniz, bu kitaba sizi neler götürdü? Lisede, bir problemi çözmeye çalışırken ve başardığımı gördüğüm anda duygularım inanılmaz güzellikteydi. Bu matematikle aramda kopmaz bir bağ oluşturdu. Ancak öğretmenin “ezberci” olduğum şeklindeki yorumu sayılar dünyasındaki yolculuğumu mutsuz bitirdi... Belki de o günün üzüntü verici bir anıya dönüşmesi yüzünden, buluşları çekmecelerde unutulan ve birbirinden habersiz “beşinci dereceden cebirsel denklemlerin kök sayılarla çözülemeyeceğini” kanıtlayan Galois ile Abel’in trajik yaşamları hikâyemde yer aldı. Hikâyeme esin kaynağı olan matematikçiyle ise, “Matematik Dünyası”ndaki bir yazıyla karşılaştım. 1979’dan sonraki on yıl yayımlanmış hiç makalesi yoktu. İşte o boşluk hikâyemin çıkış noktasını oluşturdu. Romanın odağına Profesör’ü ve onu matematikten koparan “sırrını” oturttum. Matematikle bu kadar çok uğraşırken, kendi hayatınızın matematiğini de yapmışsınızdır, herhalde... Kahramanım profesör yaşıyor olsa, vardığım noktaya nasıl geldiğimi, rastlantıların hayatıma nasıl yön verdiğini “olasılıklar Bir baba ve oğul arasındaki ilişki, bir kadın ve erkek arasındaki aşk, 12 Eylül’e gelinen günler, matematik, edebiyat ve müzik... Doğan Akhanlı, Turkuvaz Kitap’tan çıkan “Babasız Günler” kitabında bunları anlatıyor... teoremine” göre belki hesaplayabilir. Rastlantılar, tahminimizden daha fazla hayatımızı etkiliyor bence. Örneğin, “Madonna’nın Son Hayali”nin, 2003’te Can Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni İlknur Özdemir’in eline düşmesi, edebiyat hayatımda bir dönüm noktası oluşturdu. Kitaba gösterilen ilgi olmasaydı, senaryo yazma teklifi alamaz, Almanya’da Türkçe yazarak hayatımı kazanma şansını yakalayamazdım. Her ne kadar bir kadının gözlerinden hazin bir aşk hikâyesini okusak da, aslında romanda her şeyin dayandığı nokta, hayatı matematikle algılayan bir baba ve müzisyen oğlu arasındaki ilişki. Bu ilişkide en büyük yarayı da, 12 Eylül açıyor. “Babasız Günler”de Mehmet Nazım babasına, kendisini durdurmaya çalışırsa onu bile vurabileceğini söylüyor. O dönem sizin ailenize nasıl yansıdı? 12 Eylül’den önceki iç savaş ortamında, anne ve babalarımıza çok D acımasız davrandık. Siyasi tutkular her şeyin önüne geçti ama onlar, bizi sevmekten vazgeçmediler. 12 Eylül’den sonra, neredeyse mutlak bir annesizlik ve babasızlık hayatı sürdürdüm. TÖBDER üyesi iki ağabeyimden birinin evine bomba atıldı; diğeri benim yüzümden işkenceye maruz kaldı. Annemi, Almanya’ya göç ettikten bir yıl sonra yitirdim. Babamla son kez 1996’da Almanya’da görüştüm. Şimdi Türkiye’ye dönüş ve “babasız günler”e son verme hazırlığı içindeyim. Bir röportajınızda “Geçmişin unutulmaması için yazmaya karar verdim” diyordunuz. Nedir unutturmamaya çalıştığınız? Almanya’ya geldikten sonra, kuşağımın tek “mağdur” olmadığını, Türkiye’nin tarihinin “mağdurlar” tarihi olduğunu fark ettim. Walter Benjamin, geçmişi değiştirebileceğimizi söyler. Geçmişe başka bir yüz, başka bir biçim verebiliriz. Tarihin kurbanlarını hatırlama yeteneği gösterebilseydik, Hrant Dink’i kurşunlayan çocuk katiller üretmezdik... Dolayısıyla, geçmişin değiştirilmesine, ölü canlara can vererek katkıda bulunan ve yazdıkları değişen her koşulda başka anlamlara bürünen yazar ve sanatçıların çabasının bugünümüz ve geleceğimiz için önem taşıdığını düşünüyor, yazarken Faulkner’ın sözlerini aklımdan çıkarmıyorum: “Geçmiş bir ölü değildir. Geçmiş geçmiş bile değildir.” G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle