Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 Çevirmenin tutsağı! Selçuk Erez M adem ki merak ediyorsunuz, açıklayayım: Ben, en çok foto muhabirlerinden, bir de çevirmenlerden nefret ediyorum! Foto muhabirleri karikatürcülerden beterdir! Ben konuşurken ordan burdan resim çeker, dinleyenlerin dikkatini dağıtırlar! Ne kutsiyet tanırlar, ne ulviyet! Herkes saygı duruşundayken, milli marş dinlemek için hazırola geçmişken dolaşır dururlar. Çektikleri resimler de bir şeye benzese bari: Hepsi beni olduğumdan acayip gösteriyor! Sinirlendiğim ikinci tür yaratıklar da çevirmenlerdir. Biz tek dili doğru dürüst konuşamazken bu herzeler bilmem kaç dil bilir, ayaküstünde Çinceden Maçinceye, Maçinceden Çinceye laf çevirirler! Uluslararası toplantılarda sıkıntı çekiyorum: Karşımdaki yabancının ne dediğini ağzından laf çıkar çıkmaz anlayamadığım için tercümanın çevirisini beklemek zorunda kalıyorum. Zaman alıyor. Bu süre içinde ben nefesini tutmuş, penaltı atılmasını bekleyen kaleci gibi topun nerden geleceğini anlamaya çalışıyorum: Kalbim hızla çarpıyor, sinirleniyorum, terlemeye başlıyorum... Aslında durumum, penaltıda açık vermemeye çalışan kalecininkinden de beter: Çünkü topa çoktan vurulmuş; bütün stadyum, topun, hangi köşeye doğru gittiğini gayet güzel görüyor ama ben beşyüz numara miyop bir kaleciyim, göremiyorum! Gözlüğüm nerede? Gözlüğüm, çeviriyi yapan kimsedir! Bedük “devrim” yaptı! Bedük’ün yeni albümünün adı “Dance Revelations”. Müziğiyle insanları kıpırdanmaya, eyleme davet ediyor. O yüzden albümünün adı dans devrimi. Hiçbir doğrunun ve tanımın olmadığı bir müziği yakalamaya çalışıyor, referansı ise sahne. Çünkü orada kendini özgür hissediyor... B edük, “Çok Kişilikli Gösteri” albümünün ardından yeni albümü “Dance Revelations”u yayımladı. “Çok Kişilikli Gösteri” albümüyle müzik dünyasının dikkatini çekip insanları dans pistine davet eden müzisyen yeni albümünde “Dans devrimi” yapmanın peşinde. Bedük, bu albümle kendi için yaptığı müzikleri bir kez daha bizlerle paylaşıyor. İlk albümün başarısı içinse “Farklı bir şeydi, tutuldu, sevildi. İşin nereye varacağını tahmin edemez olmuştum. Bir anda ufkum açıldı. Elbette bu bana çok şey öğretti” diyor. Artık yaptıklarının nerelere ulaşabileceğinin farkında. Kendine daha çok güveniyor. Müzikte birilerinin veliahtı olarak gösterilmekten bıkmış. Zaten o yüzden müziğine bir tanım ve isim koymuyor, “Bu benim müziğim” derken, Türkiye’de alternatif işler yapmanın zorluklarını iyi biliyor. Yapımcıların alternatif işlerden korkup, popüler isimlere sarılması yüzündün militan müzisyenliğin kendini güçlendirdiğini söylüyor. O ise hiçbir doğrunun ve tanımın olmadığı bir müziği yakalamaya çalışıyor. Müziğini tepkilere göre yönlendirmiyor. Referansı sahne. Bedük’ü canlı dinlemek ise gerçekten keyifli. Müziği ve dansı paylaşıyor. Ne kadar ketum ve zor biri olsanız bile elinize ayağınıza hâkim olamıyorsunuz onun konserlerinde. Çünkü, sahneyi dolduruyor, eğlendiriyor. Yeni albümünde de sahneyi hissettirmenin peşinden gittiğini söylüyor. Daha fazla gitar, daha fazla klavye ve vokalle bunu başarmış. Bedük, “İlk albüm vokalimi destekliyordu, bu albümde ise müziği sesim ile destekliyorum” diyor, “Oktav aralığım geniş, ses rengimi değiştirebiliyorum. Bunu kullanmanın zamanı gelmişti”. Bedük gerçek hayatında anti sosyal bir adam olduğunu sahnede Ali Deniz Uslu sosyalleştiğini söylüyor. Çünkü orada özgür olduğuna inanıyor. “Sahnedeyken sanki arkadaşlarımla dışarı çıkıp eğleniyorum gibime geliyor” diyor, “Dostlarımla eğlenirken üstüne bir de para alıyorum”. “Dance Revelations” albümü yüzde yüz bir Bedük albümü. Sanat yönetmenliğinden kartonetine kadar her şeyi kendi tasarlamış. Normal süreçlerde bunları farklı kişiler yapıyor. Öyle olunca da kaygılar ve müziğe bakışlar değişiyor. Bedük ise farklılığın getirdiği kontrolü tek bir kişi de toplayabilmek için kendini bu kişiliklere bölüyor. Bunun handikaplarının farkında, ama işini kendi yapmayı seviyor. Müzikte ise kuralları yok. İyi duyulan ve karşıdakine bir şeyler hissettiren her şeyin doğruluğuna inanıyor. “Müzik ne istediğini söyler. Ben de o yüzden şarkı içimden nasıl çıkarsa öyle kalsın istiyorum” diyor, “Müzik beni harekete geçirmiyorsa, dans tutkusu vermiyorsa, onu eliyorum”. Yaptığı şarkılar kendini tatmine gidiyorsa hemen siliyor. Çünkü, müzikle mastürbasyonu sevmiyor. Bedük, müziğini “Groove” olarak tanımlıyor. “Groove”un Türkçe’de tam karşılığı yok gibi, ama anlatmak gerekirse “kıpırdanmaya, eyleme, sıcak bir dans hareketine davet eden müzik” olarak tanımlamak mümkün. “Dance Revalations”un kapağında Bedük elinde kırmızı bir bayrakla tepede yükseliyor. Bu temayı; “Bu bayrağı, müzik sektörünün üzerine koyan, bir şeyleri değiştirmek isteyen bir adam tutuyor. Kendi devrimini yaşamış bir müzisyenin bayrağı bu. Rengi kırmızı, çünkü devrim kırmızıdır” sözleriyle açıklıyor. Albümün klibi de aslında Bedük’ün müzikal derdini anlatıyor; “Dance Automatik” isimli parçada düğün salonunun sahnesine Bedük çıkıyor. Onun deyişiyle de müzikte sentez öyle değil böyle yapılır. “Geleneksel enstrümanla yerelleşmenin ötesinde bir şey yapmanın derdindeydim” diyor “Darbuka ve sazın müziği gelenekselleştirdiği düşüncesini sevmiyorum. Ben, müziğimi her ortamda herkese dinletmek istiyorum”. Bedük şu aralar ise kendini içinde görebileceği işlere ağırlık veriyor. Hem prodüktörlük hem de remiks çalışmalarını sürdürüyor. Düet fikirleri de var. İlk albümü kapıyı açıyordu, ikincisi ise kırıyor. Müzisyen, yeni albümüyle elektronik dans cumhuriyetini kuracak mı bilinmez, ama onu sahnede dinleyip dans etmek ve eğlenmek epey keyifli. G C M Y B C MY B O söyleyecek ki ben kendimi sağa mı yoksa sola mı atacağımı bileceğim. İşte tam o sırada çevirmen, üç kelimede bir “eeee”, “mıııı” diyerek çevirmeye başlamıyor mu? Tepem atıyor, aklım büsbütün karışıyor... Söylenen hemen benim anlayacağım şekilde çevrilmeli ki konuşanın keyifli mi, sinirli mi olduğunu anlayayım da herif bana az sonra papuç filan atacaksa kendimi öteki köşeye savurabileyim. Sonra yedi milletin televizyon kamerası bana bakarken kürsüye çıkıp iki kulağımda iki Nuri Leflef ayakkabı boya kutusuyla poz vermek karizmamı törpülüyor: Tercümanın mikrofonuna bağlı o kocaman kulaklıklardan nefret ediyorum... Yahu sağırlar için kimsenin göremeyeceği kadar ufak ses işitme aletleri bulmadılar mı? Kulağının içine dölyolu tamponu gibi yerleştiriyorsun... Kimse senin işitme özürlü olduğunu fark etmiyor... Öyleyse neden hâlâ dil bilmeyeninin kulağının içine gizlenecek minnacık kulaklık üretemediler şu on para etmez argeciler? Bu duruma kaç zamandır bir çare aramaktayım: Bazen çeviriyi beklemeden konuşanın yüzüne bakıp onun beden diliyle ne diyeceğini kestirmeye çalışıyor, ona göre bir cevap veriyorum: Mesela, “Bak bak başını sallıyor!! Baş öyle sallanmaz... Bizde bir laf vardır ama burada söylenmez” filan diyorum... Bunun da riski büyük! Yarın obür gün gâvurun biri Türkçe bilir çıkacak ve ben bu sözleri söylediğimde “Ona öyle demezler, peynir ekmek yemezler...” diye cevap verecek... Aklıma bu olasılık geldi geleli uykum kaçıyor... O zaman ne yaparım? Mesela, “Amma da baktı, sümükleri aktı” derim... Derim de tercüman bunu hakkıyla çevirebilir mi? O zaman herif ne der? Ben o dediğine ne derim? Bu günlerde ömrüm böyle ince konuları düşünmekle geçiyor anlayacağınız! G erezs@superonline.com Yaşadığınız onca şeyden sadece tek bir anı seçme hakkınız var hatırlamak için... Neyi seçerdiniz? Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanından uyarlanarak yazılan “100” oyunu insanları işte bu soruyla karşı karşıya getiriyor. 100 ile hatırlayacaksınız Yüzyıllık Yalnızlık romanına, büyülü gerçekçiliğe, yaşadığımız günün izlerine ve hayal dünyamıza doğru yol aldık”. Evrensel 1986 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuş, çift anadal yaptığı Tiyatro “İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve Eleştirmenliği ve Dramatulurji bölümünü ise bu sene bitirecek. anlatmak için nasıl hatırladığıdır”. 2001’den beri oyunculuk, yazarlık, çeviri ve reji çalışmaları Gabriel Garcia Marquez yapıyor. “Cimri”, “Kibarlık Budalası”, “Bugün Git Yarın Gel” ve “Troyalı Kadınlar” oynadığı oyunlar arasında. Alexei Levinsky, Stüdyo’nun oyunu, “100” izleyicilere işte bu cümleyi Bruce Myers, Luciano Iagno ve Şahika Tekand anlatıyor. Nobel Edebiyat Ödüllü, Kolombiyalı ile, bir de 2008 Üniversitelerarası ve yazar Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” Uluslararası Tiyatro Festivali’nde çalıştı. romanından esinlenilerek yazılan oyun, Kurucularından biri olduğu G.A.T.E. adlı tiyatro izleyicisini kendi hayatına dair bir sorgulamaya ekibi ile 2006 ve 2007’de “Striptiz” oyununu götürüyor. 100, 7 ve 22 Şubat’ta Caddebostan sahneledi. Onu 100’e götürense, İngiliz Dili ve Kültür Merkezi’nde oynanacak, ay sonunda da Edebiyatı’ndaki tezi için bu oyunu çevirmeye Taksim’e gelecek. Stüdyo’nun kurucusu, oyunu başlaması oldu. Bu oyun, Yüzyıllık Yalnızlık çeviren ve yönetmenliğini de yapan Aslıhan romanının sahneye aktarılmış hali değil, ancak Evrensel’le konuştuk... “2008 başında, ondan esinlenilmiş, Marquez’in kullandığı dil sahnelemek amacıyla yeni bir oyun ararken, gibi, büyülü gerçekçilikle, 2001’de İngiltere’de sayısız olumlu eleştiri ile gözüme çarpan 100 yazılan oyun, Edinburgh Fringe Festivali (2002) doğru seçimin ta kendisiydi” diyor Evrensel, En İyi Oyun ödülüne sahip. En çok izlenen “Benim için, yeni ve genç bir ekip için ve tabii ki oyunlardan biri, Avusturya’dan Amerika’ya heyecanla buluşmayı beklediğimiz seyirci için... Aslıhan Evrensel. kadar pek çok ülkede sahnelenmiş. Evrensel’i Gabriel Garcia Marquez’in o muhteşem Esra Açıkgöz de bu çekmiş. İbranicesi, Fincesi bile olan oyunun, Türkçesinin bulunmamasına şaşırmış. Birkaç kişisel destekle bütçesini oluşturmuş. Eylülde de ekibini kurup, provalara başlamış. Oyunun ekibi oldukça genç. Yaşları, 26 ile 20 arasında değişiyor, neredeyse hepsi konservatuvar mezunu. Oyuncular Çetin Demir, Deniz Arna, Fatih Sönmez, Murat Yılmaz, Zeynep Köse; ışık ve ses tasarımı Efe Sümer; seslendirme Umut Tabak ve Ezgi Bakışkan, müzik Danny S. Lundmark, sahne ve kostüm tasarımı Ece Alper ve Özgür Avcı, afiş tasarımı Nazlı Ustaoğlu tarafından yapılmış. Böylesi ağır bir işin altına girmekten çekinmemişler. Hayat ve ölüm arasında büyülü bir yerde hayatından sadece tek bir anı seçeceksin... Hafızandaki diğer her şey ise silinip gidecek. Üstelik çabuk olmak zorundasın. Sonsuzluğa ulaşmak için zaman hızla daralıyor... İşte oyundaki beş karakter seçim yapma yolculuğunda, seyircisini de geçmişte, gelecekte ve o anda bu düşünsel yolculuğa çıkarıyor. O yüzden de oyundan çıkanların suratlarında bir soru işareti bulmak mümkün: Acaba ben neyi seçerdim? Neyi yapmak isteyip de yapamadım? Evrensel, “İlk gösteriden sonra şu oyuncu iyiydi, oyun çok sürükleyiciydi, gibi şeyler duyduk. Ancak Gabriel Garcia Marquez. onlardan daha da önemlisi, seyirciler, ben de kendime o soruyu sordum, dediler. Çarpıcı noktası herkesi içine çekmesiydi. Herkesin bir anda oyunu kendi hayatıyla birleştirmesi güzeldi” diyor. Oyun, yurtdışındaki temsilinden de farklı. “Yurtdışındaki çok daha şov işi olarak ortaya çıkmış bir çalışmaydı” diyor, “Benim rejimde daha çok oyuncuların beden gücüne dayanıyor, daha büyülü gerçekçiliğe dayanarak yer veriyor. Gerçek ve gerçeküstünü, fantezi kavramını hem psikolojik hem bedensel gücü bir araya toplayarak oluşturuyor”. Oyun tek perdelik, 70 dakikalık. “Bu oyunun arkasında büyük bir emek var” diyor Evrensel, “Ekonomik zorluklarla boğuştuk. Ancak ekipçe bu işe çok aşkla bağlı olduğumuz için bunları düşünmedik. Bu oyun bizim de bazı şeylerin farkına varmamızı, ‘iyi bir şey çıkarabiliriz’in farkındalığına ulaşmamızı sağladı”. Yeni bir oyunun hazırlığına da şimdiden başlıyorlar, ille de daha önce oynanmamış, yeni oyunların peşindeler. G www.aslihanevrensel.com