22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 Vokalde Ayça Şen Deniz Ülkütekin “Ne tam olarak yazarım, ne de çizerim, ama tam olarak radyocuyum”. Kendini anlatırken böyle bir cümle kullandı. Röportajlarını, yazılarını okusak da biz de onu radyocu olarak tanıdık, habere yorum katma serbestliğimizin sınırlarını zorlayacak derecede sevdik. Programını dinleyenler bilir; Ayça Şen programında komedi veya kahkaha vaat etmiyor, canı sıkılıyorsa can sıkıntısını yaşıyor. Ancak ne olursa olsun dinleyici için ortaya çıkan iki saatlik bir eğlence. Altını çizdiği bir husus var. “Ben mizahcı değilim” diyor “Mizah öğeleri de içeren bir ifade etme işçisiyim.” Şimdiyse başka bir mecrada, başka bir kafada, ilk albümü çıkıyor. Belki de bu yüzden albümün isminin “Astronot” olmasını hiç garipsemiyorum. Neden bu isim seçilmiş, bilmiyorum. Ayça Şen’le konuşulabilecek o kadar çok şey var ki... Yazarlık, radyoculuk, gazetecilik, müzik... Farklı alanlarda var oluyor. Yine de “para verseler hiçbir şey yapmadan durabilirim” diyor. Farklı alanlarda görünmesi sorgulanması gereken bir şey de olabilir, ancak bunu da zaten kendisi yapıyor. Sonuç mu? Eğer ortaya çıkan iş yerini buluyorsa bir sebebi vardır. Şu sıralar Astronot isimli ilk albümüne yeni bir mecra arıyor… Radyo Virgin’deki izole edilmiş odada albümü dinliyorum. Albüm çıkarmanın gerektirdiği zorunluluklar Ayça Şen’i bir hayli yormuş. Fotoğraf çekimleri, röportajlar, bilmem kaçıncı kez sorulan sorulara aynı cevapları vermek. “Ünlü olmak ne kadar zormuş, ben kesinlikle olamazdım” diyor. Aklına takılan soru ünlülerin özel hayatlarıyla gündeme gelmekten nasıl yorulmadığı. Annesi bir arkadaşıyla konuşurken bile “Ayça’nın albümü” cümlesini duymak istemiyor. Sebebi yaptığından pişman olması değil, özne olmaktan sıkılması, artık çevresindekiler ondan değil, kendinden bahsetsin istiyor. Astronot “İndiepop’a yakın” tarzı yorumlar almış. Asıl titizlik ise sözlerde. Bu sözler, ritmin arasındaki boşlukları doldursun diye yazılmamış belli ki. “İktisat sınavına çalışır gibi oturup şarkılara çalıştım” diyor, yani sözlerin üzerinde bir hayli mesai harcamış. Üretme sürecini de belki müzik alanında yeni olduğu için müzisyenlerden farklı anlatabiliyor. Fazla anlam yüklemeden, olduğu gibi… Bazı şarkılar birden ortaya çıkmış, bazılarının başı hazırmış, gerisinin gelmesi uzun sürmüş, yine de üzerinde çalışmak zevkliymiş. Bir de kan kusturan şarkılar var. Tıkanmak, düz yazıda tıkanmak gibi değilmiş, bir cümle bulup işin içinden sıyrılamıyormuşsunuz, onu şarkıya da uydurmak gerekiyormuş. Ayça Şen’in müzikle ilgili hikâyesi aslında çok eskiye dayanıyor. Daha doksanların başında bir grup kurmayı hayal ediyor. Ancak kendi deyişiyle, belki de o zaman anlatacak bir hikâyesinin yokluğundan, birikim edinilecek yerlerin şimdikinden çok daha sınırlı olmasından bu hayal gerçekleşmiyor. Sezen Aksu’nun aşk üzerine söylediklerinden başka söz, Bulutsuzluk Özlemi ve Zülfü Livaneli’nin şarkılarında geçen Hiroşima’nın bombalanmasından başka bir görüş çıkmıyor seksenlerin çocuklarının önüne. “Bizim bir meselemiz yoktu, anarşizmden uzaklaştırılmıştık” diyor. Bir engeli daha var, dinlediği müziği Türkçeye yakıştıramaması! Tam da o sıralarda radyoculuk isteği ağır basınca, arkadaş çevresi değişmiş, müzikle uğraşan arkadaşı neredeyse hiç kalmamış. Hayaller bir kez daha ertelenmiş. Ta ki 2004’te Mor ve Ötesi’nin basçısı Burak Güven’den birkaç şarkı altyapısı edinene kadar. Gitarla beste yapmayı bir türlü öğrenemese de Türkçe sözleri melodinin içine yerleştirebilmeyi kısa sürede öğrenmiş. Bir hafta içinde hepsine söz yazmış. Çıkış şarkısı Oryantal ve Kalpsizsin de bu süre içinde ortaya çıkmış. Ancak geri kalan süreç, başlardaki kadar rahat ve kolay yürümemiş. Müzisyenler ortadan kaybolunca şevki kırılmış, araya bir roman yerleştirmiş, bastırmasa da. Belki de çok farklı alanlarda var olabilmesi Ayça Şen’i yeniden albümüyle buluşturmuş ve onca boşluktan sonra Astronot ortaya çıkmış. “Her şey anlatmakla ilgili” diyor Ayça Şen. Radyoda da, gazetede de, müzikte de, hayatın her alanında anlattığı aslında aynı hikâye. “Laklakcıyım” diyor. Herkes laklakı sever değil mi?. Bu bir yandan iyi bir şey, ama dışardan bakıldığında bir boşluğu doldurması da gerekiyor. Zaman zaman gazete yazıları için “birilerinin hakkını mı yiyorum” diye düşünmüş. Ama artık elini attığı her şey yerini bulduğunda “Vardır bir sebebi” diyebiliyor. Konu işin severek yapılmasına geliyor. Röportajları bırakması da işte bu yüzden, sevginin eksilmesinden. “Bir yandan gazeteye iş, öbür taraftan bilmem ne aylık dergisine röportaj yapıyordum. Oradan aldığım 500 lira çok işime yarıyordu” diyerek anlatıyor o günleri. Neyse ki tam “artık bu işi yapmayacağım” kararını verdiğinde radyodaki şartları iyileşmiş ve asıl işine dönmüş. Ancak müzik böyle bir şey değil. Astronot da çıkaracağı tek albüm değil. İlerde de müzikle uğraşmak istiyor, konserleri de olacak. Bir yandan radyo da devam ediyor. Artık Virgin’de sabahları yedi ile on arasında program yapıyor. Radyoculuk kariyerindeki en iyi olanakların Virgin tarafından sağlandığını söylüyor. İstediği kadroyu kurması ve istediği formatı uygulaması konusunda kendisine tanınan özgürlükten fazlasıyla memnun. Ancak aklıma bir soru takılıyor, acaba radyodaki kemik dinleyicisinin kendisine bakışı albümden sonra farklılaşmayacak mı? Kemik dinleyicilerinin zaten yıllardır programlarında benzer şarkıları dinlediğini hatırlatıp, “fark olmaz” diyor. Bir dayanağı daha var, saklamıyor: “Ben bukalemun gibiyimdir”. Tüm bu işlerinin yanında en çok bilinen yanı ise oğlu Memo’yla ilişkisi. Müziklerden konu açılıyor. “Her şeyi eşit derecede göstermeye çalışıyorum” diyor. Balkan havası, Zeki Müren, İbrahim Tatlıses, Bob Dylan ve toplama albümler. Hemen hepsini oğluna göstermeye çalışıyor. Ebeveynliğin bir anlamda insana kendini tanrı gibi hissettirebileceğini, çünkü karşınızdaki varlığı istediğiniz gibi şekillendirme olanağınız olduğunu söylüyorum. Acaba o da böyle bir şey hissetmiş mi? “Senin yaratmanla ilgili bir şey değil, çevresindeki her şeyden etkileniyor. Çocuk her şeyi hissedebilir. Elektrik verilen demir gibi çok enteresan bir iletken. Verdiğini de alıyor, vermediğini de. Sadece benim etkimin olduğu düşünmüyorum. Çevresindekilerin hepsinin ve kendi mayasının da ortaya çıkardığı bir lezzet” diye cevap veriyor. Ayça Şen ne kadar çok işte var olursa olsun aslında çok göz önünde olan birisi değil. Gazetede röportaj yapılan değil, yapandı. Albümde belki şarkıları söyledi, ama besteler için uzun saatlerini de yine kendi harcadı. Onun ya sesine aşinasınızdır ya da kırk yılda bir çıktığı televizyon programlarında görürsünüz. Bu yüzden albümden sonraki birkaç hafta bol bol onu görürseniz televizyonlarda, şaşırmayın! G Sanatta modernlik özgürlüktür... Miyase İlknur Esra Coşkun geçen yıl bir trafik kazasında yaşamını yitiren Tankut Öktem’in öğrencisi... Çorlu’da yaşıyor, anaokulu öğrencilerine seramik öğretiyor. Klasik ve modern sanat arasında bir tercih yapılacaksa eğer, Coşkun’un tercihi modernizmden yana, çünkü… nesnenin nesne olma özelliğine dikkat çekmek ve ifadeyi, tarihsel, sembolik anlamları minimuma indirmek amacıyla hareket eder. Sınırsızdır. Özgürdür. Eserlerinizde hangi malzemeleri kullanıyorsunuz? Estetiğin alanına girdiğiniz zaman sanatın da alanına girmiş oluyorsunuz. Sanatın alanı da güzellik demektir. Güzelliği yakalamak için, her türlü malzemeyi kullanabilirsiniz. Çamur, alçı, metal, ahşap, cam, her türlü malzeme size yardımcı olur. Ben bunların hepsinden yararlanıyorum. Önceliğiniz ve özelliğiniz sadece estetik mi? Hayır. Önceliğim düşsel bir ortam yaratmak. Belki de en önemlisi yaşamda iz bırakmak. Sanatla günlük yaşam ilişkisi konusunda farklı bir bakış açınız var. Örneğin, “Dekorasyona göre heykel değil, heykele göre dekorasyon” diyorsunuz. Bu biraz iddialı bir slogan değil mi? Olaya böyle yaklaşan sanatseverler var mı Türkiye’de? Elbette var. Benim bu sözüm, tabii ki, simgesel bir yaklaşım. Aslında, Türkiye’de tasarıma, heykele, sanata olan ilgi ve saygının artmakta olduğunu vurguluyorum... Sanat bir eğlence değil yaşama katılmanın ve yaşama katlanmanın en güzel, en kaliteli ve tek doğal biçimidir. Artık, insanlar evlerini, işyerlerini, fabrikalarını sanat eserleriyle, sanatsal tasarımlarla, heykellerle renklendiriyorlar. Amaç, sanatın yaşamın içine girmesini sağlamaksa, bu güzel bir yol… Kimler daha çok böyle bir talepte bulunuyor? Doğal olarak üst eğitim ve gelir grubunda olanlar. İstanbul’daki bir holdingden bir ilçedeki işyerine ya da özenle hazırlanmış bir daireye kadar değişen bir yelpazemiz var. Anakolu öğrencilerine seramik öğretmek nasıl bir duygu? Onlara tasarımı öğretmek, onlara biçimlendirmeyi öğretmek, onların yaptıkları eserleri okullarında sergilediklerini görmek, tek kelimeyle mutluluk… G T am bir yıl önce kaybettiğimiz büyük heykeltıraş, hocaların hocası Tankut Öktem’den söz ederken gözlerinin içi gülüyor heykeltıraş Esra Coşkun’un… Hocası ölümünün birinci yılında anılırken duyduğu üzüntü, öğrencilik yıllarının coşkusunu gizleyemiyor. “O bir başkaydı” diyor ve devam ediyor: “Tankut Hoca’nın anlayışında, sanatında ve öğretmenliğinde kalıplar, sınırlamalar yoktu. Bizleri özgür yetiştirdi. Bizlere özgür yaratıcılığı aşıladı”. Tankut Öktem’in “özgür” yetiştirdiği öğrencilerinden Esra Coşkun, hocasının izini bugün bir Trakya kentinde, Çorlu’da sürdürüyor. Bir ayağı İstanbul’da… Modern heykeller, panolar yapıyor, seramik kursları açıyor ve öğrenciler yetiştiriyor. Minik öğrencilerini seramikle, sanatla, tasarımla buluşturuyor. Tankut Öktem’den aldığı modern, özgür yaratıcılığı anaokulu öğrencilerine aktarıyor. Esra Coşkun’la Çorlu’daki atölyesinde konuştuk. Neden modern tasarım, neden modern heykel? Bir sanatçı klasik olanı zaten bilmek zorunda. Her güzel sanatlar öğrencisi gibi bizler de klasik sanatı öğrenerek başladık. Klasik sanat kurallı ve sınırlıdır. Oysa modern sanatta sonsuz sayıda fikir üretebilir, yaratıcılığınızı sonuna kadar zorlayabilirsiniz. Bana göre modernlik hem özgürlük hem özgünlük demek... Klasikte özgürlük yok mu? Bağlayıcılık var ama bu demek değil ki, klasik bir eseri olduğu gibi kabul etmek zorundasınız. Örneğin, klasik bir kadın heykelinin bir kolunu ve bir bacağını kumaştan yaparak modernize edebilirsiniz. Bu da bir özgürlüktür. Bu özgürlük duygusunun gelişmesinde rahmetli hocam Tankut Öktem’in büyük emeği vardır. Marmara Üniversitesi heykel bölümünün kurucusu Tankut Hoca’dan ders almak, bence büyük ayrıcalık. Ne yazık ki, geçen yıl en verimli çağında talihsiz bir trafik kazasında kaybettik onu. Evet, maalesef. Heykel ve panolarınızda dairenin egemenliği ilk bakışta dikkati çekiyor. Neden daireler? Daire, küre, sonsuzluğu ve kusursuzluğu simgeler. Soyut dışavurumculuğun biçime, duyguya verdiği aşırı öneme bir tepki olarak, C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle