22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 8 HAZİRAN 2008 / SAYI 1159 Ortaçağdan bugüne “Faustçu açlık” Zülal Kalkandelen irkaç yıl önce bir kitapta büyük Amerikan kentlerini anlatan bir makaleye rastlamıştım. Makalenin yazarı, 1992 yılında yaşama veda eden Amerikalı gazeteci/yazar Max Lerner’dı. Çocukken ailesiyle birlikte Rusya’dan Amerika’ya göç etmiş Lerner. Özellikle The New Yok Post’ta yazdığı tartışmalı köşe yazılarıyla ve geçirdiği siyasi dönüşümle tanınıyor. Gençliğinde Marksist, orta yaşlarda liberal, yaşlılığında da yeni muhafazakâr olanlardan... Bu yazının konusu Lerner’ın hayatı değil, ama makalesinde savunduğu bazı görüşler var ki, ülkemizde son yıllarda öne çıkan tartışmaları akla getiriyor. Lerner’a göre Amerikan kenti, “insanın yalnızlaşmasının bir ürünü ve sembolüyken, aynı zamanda buna karşı da bir panzehirdir.” Doğrudur; milyonlarca insan aynı kentte yaşıyor, ama sokaklardaki kalabalığın bireye tek getirisi, giderek artan yalnızlık oluyor. Lerner, buradan hareketle, kentlerde barlar, içki ve gece kulüplerine yönelik ilgi B konusunda ise şöyle diyor: “Bunlar, Faustçu açlığın açık göstergeleridir.” *** Ne demek “Faustçu açlık”? Alman edebiyatının ünlü kişiliği Faust, doğa bilimlerini, teolojiyi, felsefeyi kullanarak bu dünyanın sırlarını arayan ve şeytana (Mefisto) direnen bir simyacıdır. Tanrı ile konuşan Mefisto, dünyevi zevkleri tattırıp hazzın doruğuna ulaştırırsa, Faust’a da “Dur ey zaman, ne güzelsin!” dedirtebileceği iddiasında bulunur. Başarırsa, iddiayı kazanacak ve herkese yaptığı gibi Faust’un da ruhunu alacaktır. Fakat Faust, yaşanabilecek en büyük dünyevi zevk olan aşkı tatmasına karşın, o sözü söylememeyi başarır. Kısaca bu şekilde özetlenebilecek hikâyenin, bugüne kadar birçok versiyonu yazılıp sahnelendi. Özellikle, 18. yüzyıldaki Aydınlanma hareketi ile birlikte değişik Faust yorumları yapılmıştır. En ünlüsü de, Alman ozan Goethe’nin 60 yılı aşan bir süreçte yazdığı, felsefi, dini, sosyal açılımları olan şiirsel oyundur. Hikâye temelde, ortaçağın ardından yeniçağa geçişle birlikte, entelektüel, ekonomik, toplumsal ve ahlaki gelişmelerle ortaya çıkan bilgi âşığı modern insanın bunalımını anlatır. Hikâyeyi çok sığ bir şekilde algılayıp, “dünyevi hazlar kötülük vaat eder,” diye yorumlayanlar vardır. Fakat unutulmamalıdır ki, Faust’un halk hikâyelerinde ilk ortaya çıkışı 16. yüzyıla kadar gider. O dönemin toplumsal ortamından izler taşıması doğaldır. *** Bu noktada Max Lerner’ın 20. yüzyılda yayımlanan makalesine dönersek... Barlar, içki ve gece kulüplerine yönelik ilgiyi, Faustçu bir açlığın göstergesi olarak yorumluyordu Lerner. Bu durumda dünyevi zevkler bir tür şeytan işi mi oluyor? Acaba ülkemizdeki kamu yöneticileri de, aynı düşünceyle mi restoranlarda içkiyi yasaklamaya çalışıyor? İnanılır gibi değil... 21. yüzyıl insanı hâlâ Faust’un ortaçağ trajedisini yaşamaya zorlanıyor. Oysa bu çağda, bilginin peşinde koşan, bağnazlığa direnip özgürleşen insanın, aklıyla kendi yolunu bulması ve aydınlığa karşı olan Mefisto’ya yenilmemesi beklenir. Uzun lafın kısası; insanların denize karşı şarap yudumlarken aldıkları hazdan kime ne? Belki bu onların yalnızlıklarının panzehiridir, belki de paylaşılan güzel anlarının sembolü... Belki onlar, “Hazlarım bu dünyadan fışkırıyor, acılarımı bu güneş aydınlatıyor!” demeyi tercih ediyorlardır. Kimin bu dünyaya, kimin ötekine odaklanarak yaşayacağını belirlemek, yeniden kamu otoritesinin yetki alanına mı girdi? G kzulal@yahoo.com Amerikan rüyası... Adnan Binyazar A “Yalnız ve güzel ülke” Enver Aysever em Karaca’nın son dönemlerinde, Ankara’da bir konser düzenlemiştik. Cem Baba zor şartlar altındaydı. Gençten bir çocuk klavyede eşlik ediyordu. Oğlundan bile küçük bir çocuk... konsere bir saat kala geldi salona. Çok sarhoştu. Kulise yerleştirdik Karaca’yı. Dili dolanıyor, zorlukla konuşuyordu. Güçsüz kalmış bedeni, artık bu yorgunluğa dayanamaz diye düşündüm. Neyse, prova için sahneye çıktı Cem Baba. Ses; yine benzersiz, yine sarsıcı ve devrimciydi... Her konser olduğu gibi, yine polisler gelmişti salona. İki polis, ellerinde telsizler, bellerinde silahlar, girdiler içeri. Birinin bıyıkları yarım ay şeklindeydi. Yüzünde, bulunduğu ortamdan tiksinen bir ifade asılı duruyordu. Dondurulmuş bir ifade, ürkütücü... Yanlarına gittim. Ne için geldiklerini biliyordum elbet. Ancak resmi giysiler içinde, sesi sonuna dek açılmış telsizleriyle dinleyicileri rahatsız etmelerini istemiyordum. Birbirini sevmeyen insanların, içtenlikten yoksun bakışlarıyla selamlaştık. Abuk sabuk birkaç soru sordu yarım ay bıyıklı olan. Sonra biraz sağa sola baktı. Kapıdan girenleri süzdü. Yaş ortalamasının elli ve üstü olduğunu görünce, artık bu topluluktan bir halt olmayacağına karar verdi ki; çiş etmeye rahatlıkla gitti. Toplanan kalabalık bir geçmiş özlemi töreninde gibi gelmişti yarım ay bıyıklıya... Diğer polisle yalnız kaldık. Yirmili yaşlarda genç bir adam! Gülümsüyordu. Ürkerek yanaştı kulağıma. ‘Abi ben bir şarkı söylesin istiyorum Cem Baba’ dedi. Şaşırdım. ‘Ben Bir Ceviz Ağacıyım’ı söylesin istiyordu. Hayretim büyüdü, ses etmedim. ‘Gel seni götüreyim dedim yanına.’ Heyecandan kalbi duracaktı sanki. Biz salona girdiğimizde Cem Baba sahnedeydi. Yaklaşınca C müzik kesildi. “Ben sizi tanırım!” dedi genç polise. Mahcup, çekingen, ama mutlu bir bakışla süzdü Cem Baba’yı polis. Dileğini söyledim. Yıllar yılı polisle kovalamaca oynamış koca adam gülümsedi. “Burası böyle bir ülke” dedi. “Bu genç polis benden Nâzım istiyor ha!” Konser sırasında adını vermeden, genç polisten söz etti Cem Baba. Bir komünist şairin dizelerinden oluşan şarkı, bir polisin umudu olmuştu. O ceviz ağacı, Gülhane Parkı’nda kollarını özgürlüğe açmıştı. Tuhaf bir coğrafyanın insanlarıydık biz. Yalnız ve güzel bir ülkenin insanları... Bir gazeteci dostum, sorgulanmak üzere emniyete davet edilmişti. Yazdığı bir haber başına bela olmuş, kaç zamandır emniyeti ikinci adres bellemişti. Ekrandan tanındığı için, farklı grupların ilgisini görüyordu sorgu sırasında. Kimi cemaatçiler öfkeyle, kinle bakıyorlar; muhtemelen içeri girmesi için duacı oluyorlardı. Her seferinde anlatırdı olup biteni... Yine bir sorgu günü, ifade verdikten sonra arabasına doğru giderken yanına bir sivil polis yaklaşıyor. Sevgiyle, hayranlıkla söz ediyor dostumdan. Sıkılarak, konuyu yaptığı işe getiriyor. ‘Ben telefon dinlemesi yapıyorum’ diyor. Gazeteci dostumun tiksintisini tahmin ediyorum. Polis memuru da anlamış olacak ki durumu; “Sizden bir ricam olacak. Ben sizi çok seviyorum. Her gün takip ediyorum. Ama şu telefon konuşmalarınız ağırıma gidiyor. Ben de tencere kaynasın diye bu işi yapıyorum. Emir kuluyum. Allah aşkına telefonda konuşuyorken, bizi dinleyenin gelmişini, geçmişini diye başlayıp sülalemize sövüp saymayın, ağırımıza gidiyor..” diyor. Dostum gülsün mü, ağlasın mı haline? Kiralık katilin, kurbanıyla söyleşmesi gibi bir şey bu! Aldığı maaşla ay sonunu getiremeyen, çocuğunun okul masraflarını karşılayamayan, üstleri tarafından sürekli horlanan bir polis; ekrandan tanıdığı adamdan medet umuyor, dahası, yasal olup olmadığı belli olmayan görevini sorgulamak yerine, özdeşlik kurduğu o gazeteciden insaf bekliyor... İnsaf! Yalnız ve güzel bir ülkenin çocukları... Nuri Bilge’nin Cannes Film Festivali Ödül Töreni sırasında yaptığı konuşma, nedense bu iki olayı getirdi aklıma. Bir acayip ülkeydi yaşadığım. Havası, suyu bulandırılmaya çalışılmış; tarikatların, cemaatlerin kucağına düşmüş ve insanları giderek soysuzlaşmış bir ülkenin insanlarıyız biz... Yalnız işkenceci yardıma muhtaç! Garip değil mi? Bir ülkenin yazarları, şairleri, sanatçıları suya pislerlerse, söylenecek ne kalır ki? Nuri Bilge yine alçakgönüllü, yine Anadolu’ydu... Polislere acıyacağım aklıma hiç gelmezdi! G www.enveraysever.com merikan rüyası sözü bende ne altına hücumu çağrıştırır, ne ülkeye dışarıdan gelen göçmenlerin iyi bir hayat kurma düşlerini, ne ölçüsüz yaşayıp ölçüsüz harcamayı, ne aklına eseni yapmayı, ne de Emir Kusturica’ya Berlin’de Altın Ayı ile birlikte Jüri Özel ödülünü de kazandıran “Arizona Dream” filmini... Kapağı Amerika’ya attığında cennetten bir köşe kapacağı düşlerine kapılmak ise düpedüz budalalıktır. Küçük rüyalar içimi daraltıyor. Büyük rüyalar da ayağa düştü zaten. En iyisi rüya görmemek; hiç değilse sonunda düş kırıklığı yok! Ayrıca, Amerikan rüyası türünden büyük rüyalar artık yalnızca Amerika’ya özgü de değil. İnsanımız yurtdışına açıldıktan, köyden kopup kentte sefa sürmeye (!) başladıktan sonra bizde de büyük rüyalar görülür oldu. Hele tepeye yakınsan, sen rüya görmesen de rüya seni görüyor. Yozgat’ın bir köyünden Hollanda’ya gidip, birkaç yıl içinde, işini çiçek piyasasını elinde tutacak denli genişleten birinin öyküsünü gazetelerde okumuştum. Bizde de, Diyarbakırlı Ömer Gümüş, Amerikan rüyalarının âlâsını görenlerden biri. Tepeye tırmanmayı da biliyor. On yedi yaşında işportalarda mayo satarak başlamış işe. Bugün, yılda 300 bin mayo üretimiyle tekstilde söz sahibi. İnce düşünmede de üstüne yok. Hayatını büyültmek için dışa uzanmalı, söylencemsi havalar katmalıydı rüyasına; onu da yapmış: Gümüş’ün İtalyancası argento olduğuna göre, niye şirketinin adı da Argento olmasın! Argento, “Rivamare” markasıyla da tesettür mayosu üretiyor. Tesettür sektörü deyip geçmeyelim; sektörde büyük paralar dönüyor, tesettür dehası üç kadınlı erkekler laik Türkiye yasalarına meydan okuyor!.. Şirketin adı yabancı olsa da, mayolar yerli malı. Hem dışarı, hem sualtı tesettürüne uygun biçimde yapılmış mayolar, geleneksel haşemalara göre çok daha modern çizgileriyle genç muhafazakârların ilgisini çekiyormuş. Suya girince balon gibi şişmediğinden de rahat hareket ettiriyormuş. Giyeni zarif gösterdiği için yeğleniyormuş bu mayolar. Anında kuruduğu için de göğüs uçlarını göstermiyormuş. Mayoların bir kusuru var ki, taşlı modellerinin taşları dışarıdan geliyormuş... Mayoya ek olarak verilen bone de sanırım “hediye”. Eh, 99110 YTL arasında satışa sunulduğuna göre pek de pahalı sayılmaz! Yüzüğün en şatafatlısı onda olduğuna, dışarıdan verilen hediyeler sır gibi saklandığına, konutundakilerle yetinmeyip Dolmabahçe Sarayı’ndan eşya transfer etmek istediğine göre, Gümüş’ün alın teri göz emeği mayoları, daha piyasaya sürülmeden, her sabah yeni bir Amerikan rüyasıyla uyanan başbayana gönderilmez de kime gönderilir?.. Gönderen de, Amerikan rüyalarının denizinde yüzmez mi? Bunları duyan Cemil İpekçi de ah vah etmez mi?.. Başbayan çok beğenmiş olmalı ki, mayoların taşlı olanlarından sipariş etmiş. İkisi 38, üçü 46 beden, toplam beş adet mayo bedeli 495 YTL Çankaya Köşkü’nde nakit ödenmiş... Güle güle giysin, üstünde paralansın!.. İşte böyle; büyük rüya görenler başbayanı mayolarla donatıyor, küçük rüyalara yorumcu bulunamıyor, rüya görmeyenler sokaklarda dolaşıyor... G binyazar@gmail.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle